• ... kürşat başar'ın -25 yaşındayken yayımladığı
    ve 1989'da haldun taner öykü ödülü'nü alan- ilk kitabı.
    büyü[ye]meyen bir çocuğun elinden çıkma saf zehir.

    buyrun, bir tadımlık kıyısından:

    "pencerelerden dışarı bakmak kötülüktü.
    dışarda kötülük vardı."

    ah, çocukoyundüşölüm.
  • "insanlar ölünce nereye gider anne?"
    "bir başka ülkeye giderler."
    "orada gökyüzü var mıdır?"
    "vardır herhalde, neden soruyorsun?"
    "peki çocuklar ölünce nereye giderler?"
    "çocular ölmez ki."
    çocuklar ölür anne. beyaz bir ay vardır gökyüzünde, soğuk, sessiz bir ay geceleri onu bir çuvala saklamak isteyen iki çocuğun masalını hatırlıyor musun? sen onu anlatırken bir örümceği öldürmüştüm, çocuk örümceği, çocukların öldüğünü ilk o zaman anladım ben.

    - ve ilk okumada kitaptaki cümlelerin yarısının altı çizilir... sonraki okumalarda biraz daha... ve sonra biraz daha... acı bir kitap...
  • kapağı açıldığı andan itibaren herşey rengini kaybeder,soluk sarıya bürünür,sessizleşir..her harf ayrı bir umutsuzluğa denk düşer,kelimeler dayanılmazdır,cümleler ölümcül...

    dokuz - sonsuza dek yaşayacağım çünkü ölümüm ben
  • kül ve bakir.

    bütün gündoguslarinda yitirilecek, bir daha hiç görülmeyecek bir sevgiliye, ama tüm gerçek aşklar gibi tek başına sevilmiş bir sevgiliye, bütün gündoguslarinda bakıp da söylediğim bu! denizin efsanevi savruluşlarından, bitmemiş ve hiç bitmeyecek bir başka tek başınalık sevgiden oluşan bu güzel kente, en çok da puslu, büyülü sonbahar sabahları, güneş yavaş, sessiz yükselip denize vurdugu zamanlar söylediğim, tılsımlı bir armağan gibi yıllar yılı yüreğimde taşıyıp da büyüsünü yitirmediğim sözcükler bunlar: kül ve bakir. bu kentin öteki adi. sonra denizin sesini, el oyması bir kayığın yavaşça suya indirilişini, çanları, bir demircinin ilk çekiç vurusunu, zayif yüzlü çocuklari, ezanlari, marti çigliklarini, oyalı bir başörtüsünü, bir de camilerin akşamüstü gölgelerini bırakıyorum bu
    masalla birlikte sana bırakıyorum. belki bir gün, bir düş günü yeniden karsılaşırsak güzelliğin ve büyülü sözcüklerin için bir armağan olsun sana benden.

    kursat basar, kış ikindisinin evinde
  • - kalpler çiziyorlar, bir ok kalbi delip geçiyor -aşk böyle bir şey mi?.s59

    - bu son konuşmada ben sessizliğim.s63

    - bir yaz akşamı kapını bana ilk kez açıyorsun, gülüyorsun.
    bir yaz akşamı (çok sonra) hiçbirşey söylemeden ayrılıyoruz.s64

    - kişi yaşamını ve kendini yine kendisiyle paylaşacak denli çoğul değil ama.s73

    - yaşamın bizim sandığımız, bulmaya çalıştığımız gibi bir anlamı yok, olması çok saçma olurdu, yalnızca elle tutmaya çalıştığımız bir rüzgar o.s79

    - bir düş yaratıyoruz içimizde. odabeniseviyor benim düşümün adı.s95

    - çok kısa süren, yaşamın içinde, geçip giden yılların arasında, bir an parlayıp sönen titrek bir ışık gibi yitirdiğim o anı hep kendi kendime yeniden kuruyorum. bir başkasıyla bir daha böyle sevişemem. hep, beni böyle alıp götüren neydi, diye düşündüm sonra.s124

    - yine kar yağıyor. bir deftere birkaç satır yazıyorum, nedense bütün bunları hatırlıyorum. şunu öğrendim:''yarın'' hiçbir zaman, hiçbir anlam taşımıyor, söylenildiğinin tam aksine.s126

    - bir de çoktan unutulmuş, bilincin adlandırmalardan uzaklaşıp, eriterek kendisine kattığı, birbirine karışmış kayıtlar, başka, başkalarına anlatılamaz yaşam biçimleri, yolculuklar var.s134
  • "iste umutlarin bittigi yer. sen."

    ayrica kitabin sonunda verilen sarki, roman, mekan, resim, sahne oyunlari listesi, bir nevi "aha bak bunlarla ömrünü gecirince, böyle seyler hissediyorsun, yaziyorsun" diyor.
  • ‘çocukluk. sen de çocukluğun o kokulardan, uzun , ağır anılardan oluşan camdan dünyasını hatırlıyor musun? çocukken deniz kenarına giderdik, büyük bir konağın yaban otlarla kaplı bahçesinden gizlice geçerek. suya dokunurdum ben, suda yüzüm yansırdı , yüzüme dokunurdum, yüzümü tutmak isterdim, durgun suda yavaşça dalgalanan yüzümü ama tutamazdım hiç. pırıltılar, ışık çizgileri oluşurdu suda güneş çarptıkça, titrerdi yansımalar, dokunursam bozulurdu . o an’ı saklamak isterdim, otların arasında bulduğum çok küçük, renkli çiçekleri saklamak istediğim gibi, bir öğleden sonra senin gelişmemiş bedenini saklamak istediğim gibi, çok sıcak, sarılmışken. çocukluk saklanabilir mi? belki fotoğraflarda, belki bir anı defterinde. ama an’lar ? bir öğle vakti güneşin suda yarattığı ışık çemberleri, ince damarlı alanlar, suya yansıyan bir yüz, suda titreyen bir yüz, değişen bir yüz korunabilir mi? ama sen zamanın geçmesini isterdin. zaman geçecek, özgür olacaktık, dilediğimiz gibi yaşayabilecektik. şimdi istediğin kadar zaman geçti mi keşke bunu sana sorabilseydim...’
  • kürşat başar' ın bir kadın ağzından ne kadar başarılı yazabildiğini bir daha gördüğüm kitap. bazı anlatımlar, bazı cümleler öyle özel ki hatta, "bu adam bunları nasıl bilebiliyor?" diyorum okudukça. uzatmadan, dolandırmadan, yalın, yalnız..

    --- spoiler ---

    ...ve ben yaşamayı beceremiyorum bir türlü, üşüyorum, yanyana getirdiğim şu sözcükler gibi kuramıyorum hayatı, dışarda her şey pırıltılı bir gecenin gürültüsüyle çoğalıyor belki ama ben bir camın arkasından baktığımızda, bir zamanlar gelmeyi o denli istediğim bu kentin evleri, sokakları, pırıl pırıl yanan ağaçlarıyla, sonsuza dek dinleyebileceğim müziklerin çalındığı, güzel kadınların bedenlerini sergilediği gece kulüpleriyle yalnızca hüzünden oluştuğunu görüyorum.

    --- spoiler ---
  • "pırıltılar, ışık çizgileri oluşurdu suda güneş çarptıkça, titrerdi yansımalar, dokunursam bozulurdu. o an'ı saklamak isterdim, otların arasında bulduğum çok küçük, renkli çiçekleri saklamak istediğim gibi, bir öğleden sonra senin gelişmemiş bedenini saklamak istediğim gibi, çok sıcak, sarılmışken..."

    "defterimde sana da bir sayfa ayırıyorum, böyle bir anda yazılabilecek hiçbir şey olmadığını bilerek. tüm bunların o kısacık zamana nasıl sığdığını düşününce anlıyorum ki yıllar geçmiş aslında, içimizden biri o sihirli kutuyu açmasa böyle birdenbire yaşlanmayacakmışız."

    bir daha okumam lazım bu kitabı. bu sefer altını daha da fazla çizerek.
  • baştan sona imgelerle örülü bi kürşat başar kitabı. "insan kendini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi?" diye başlar ve devam eder:

    --- spoiler ---

    günün son ışıkları da görülmüyor artık ama bulutların azaldığı yerlerdeki o donuk mavi aydınlıktan gecenin de henüz başlamadığını anlıyorum. bu tam olarak belirlenmemiş ara zamana da akşam diyorum ben. işte akşam. mevsimlerin değişmesiyle, günlerin uzayıp kısalmasıyla, belki yalnızca ışığın renklerde yarattığı o küçük değişimlerin ayrımına varmadan geçirdiğimiz günler sanki bitti.

    --- spoiler ---

    öyle ki, saatte iki sayfa hızla ilerleyebiliyorum bu kitabı okurken. bi paragraf oku, yarım saat imgeler denizinde yüz:

    --- spoiler ---

    "çok uzaklara gidebilsek keşke!" dedi selin. (yeni bir yer, başka bir zaman, güzel insanlar) "insan uzaklara gidebilir mi? bugün tahtadaki haritaya bakarken, atlaslarımızı açtığımızda -şimdi yağmur, şimdi uzak bir ülkedeyim- birbirine bu denli yakınken seçebilirim istediğimi diye düşündüm, kırmızıyı, maviyi, şu kuşa benzeyeni."

    "ama ben güldüm o haritayı görünce", dedi elfe. (hiçbir zaman gidemeyeceğiz uzaklara) "kanada sarı, brezilya turuncu, cezayir açık yeşil. kırmızı, mavi, mor biçimsiz kara parçaları, mavi, hep soluk mavi denizler -görünmez çemberlerle kuşatılmış- ama gökyüzü dünyamıza dahil değildir."

    "akşam oluyor artık", dedim ben. sular durgunlaştı, grimsi -ama gök böyle pembeye, yıpranmış bir eflatuna parçalandıkça- titreyen pırıltılarla kamaşıyor deniz, gerginleşerek çatlıyor, irili ufaklı adalar oluşturuyor bulutlar denize yakın. rüzgar yavaşlıyor şimdi. durgun su yavaşça gelip aşağıda eski bir iskelenin tahtalarına, kıyıya birikmiş molozlara -insanın fırtına artıklarını karıştırmaktan başka işi olmasa ne güzel olurdu!- daha geriye, kumlara uzanıyor, güzel bir yumuşaklık duygusu uyandırıyor. kum koyuluyor, kahvemsi bir renk alıyor,sonra yine açılıyor,sonra yine koyuluyor. zaman geçiyor böylece, kısa, belirsiz anların birbiri üstüne yığılmasıyla pek çabuk, sonra, sonra, sonra diyerek.

    --- spoiler ---

    ben sevmem altı çizilmiş kitap okumayı. kitap okumak, en azından bu kitabı okumak zaten bi başka zihnin labirentlerini keşfetme uğraşı(bu başka zihin aslında kendi zihnindir. okudukça hissedersin)yken araya özellikle vurgulanmış satırlar sıkışınca yoruluyo insan. bu yüzden ben de altını çizmemeye çalışıyorum, tutmaya çalışıyorum kendimi ama her zaman olmuyo işte. sonra çizdiğim satırlara bakıyorum, kitabı eksiltmişim gibi hissediyorum. çizilecekse tamamının çizilmesi lazım çünkü. her satırı ayrı bi kitap çünkü:

    --- spoiler ---

    bir çocuk gibi ağlıyorum. yüzlerce renkli çizgiyle bezenmiş kağıda uzun, siyah bir çizgi çiziyorum. bu ben'im işte! uzun, siyah bir çizgi ve böylece sürmeli, böyle, rengarenk çizgilerin arasında devinimsiz ya da hafifçe akan, dağılan, boşlukta hiç umursanmadan uçup giden gri bir çizgi gibi hüzünlü -havaya bırakılan sigara dumanı, durağan havasına odanın, öylece yükselen, dağılan, küçük bir sezgi anına sıkışarak bozulan, biçimlenen, bozulan sigara dumanı- ve bir an sonra yeni bir soluk alıp götürürdü tümünü nasıl olsa.

    birkaç dizeyi okuyorum. hiç durmadan. anlamıyorum.
    kar yağıyor.
    sanki sen hiç gelmeyeceksin.

    seni düşünüyorum. buzlu bir camın ardında soyunmuştun, buğulu çıplaklığını görmüştüm/ne acı/sana ulaşamam.
    --- spoiler ---

    sadece içsel anlatımlar değil, diyaloglarda da aynı tadı alıyorum:

    --- spoiler ---

    ama yalnız ben inanmıştım herşeyin bir dostluk uğruna yoksanabileceğine. "sen de benim gibi acı çekeceksin" demişti levent. "böylesi yumuşak olmak, bir öfke anını hemen sevecenlikle duraksatmak, herşeyin içten bir incelikle, işte bu yumuşaklık duygusuyla anlamlanmasını istemek ölümü seçmekten başka birşey değil." bugün acı bir gün.

    --- spoiler ---

    hep aynı tad:

    --- spoiler ---

    istanbul günlerinin sonu bugün. acılı güzün, yağmurdenizlerin, sabahsisinin sonu. birşey daha -sürüklenmelerin, coşkuların, durgunlukların arasında bir an sessiz bir burukluk- ağaçların bu sessiz rüzgarla titreyen ince dallarında, yağmurun hâlâ bozulmamış damlalarla biriktiği kuru yapraklarda, iki yaşlı kadının behçe iskemlelerini kaldırıp uzaklaşmalarında (çardakgüllerinin yabaniliği, yabani kızıllığı yok artık, dikenler, zehiryeşiller) flüt seslerinin bir uzaklaşma hissi veren dinginliğinde birşey daha yitiyor, geride başka, eski anların üzerinde bir sis örtüsü gibi dağılarak -ama istediğini gizleyerek, ne olursa olsun gizleyerek- kapanıyor, yeni birşey bekliyor başlamak için. akıp gitti günler ellerimin arasından, mevsimler karla, yağmurla, güneşle bölümlendi, ama ben böyle durdum, burda durdum, hiçbir şeye dokunmadım değişsin diye, zamanın geçişini, kederli geçişini hissettim.

    --- spoiler ---

    müzikal anlamda sertab erener'in yara'sı ya da incelikler yüzünden'i hangi noktada duruyosa, bence bu kitap da o şarkıların, edebiyat alanındaki simetriği olan noktada duruyo.

    daha kısa anlatmak da mümkün: hayatımda okuduğum en güzel kitabın adıdır kış ikindisinin evinde.
hesabın var mı? giriş yap