• firuzan ın bir romanı.
  • (bkz: füruzan)
  • 68 kusagi denilen nesle tekabul eden tevellut.
  • bir nesli çok içten ve güzel bir dille anlatan roman.
  • çoğunlukla kahrolmuş ve kaybolmuş bir kuşak
  • yazarın anlatım gücü öylesine yüksektir ki, temmuz'un ortasında erzurum'un bembeyaz ayazında kalmış gibi hissedip titreyebilir, işkence odasında iç sesinizle kendi kendinize dayanma gücü vermeye çalışırken bulabilirsiniz kendinizi. 68 kuşağına dair insancıl öyküler de çok başarılı bir şekilde yansıtılmıştır kitapta.
  • 68 kuşağını anlatan önemli kitaplardan biridir.
  • hayatınıza yeni insanlar sokar bu roman, tam da olması gerektiği gibi.
    düşünceleri, korkuları, eti ve kemiğiyle hayatınızdadır, yüzü gözünüzün önündedir. kitabı okumadığınız zamanlarda emine için endişelenir, onu merak edersiniz.

    bitmesin istersiniz ya, önünde sonunda biter o kitap; bir daha emine'den haber alamayacak olmanın üzüntüsü basar..
  • bir erzurum fotoğrafı…
    soğuk, kar, acı…
    aman allah’ım ben neredeyim?

    bir hücre… hayaller, kâbus, acı ve işkence…
    emine semra geçmişini hatırlıyor. bir davası var onun, bir davası ve bir sevdası: insan olmak ve onurla yaşamak. o, bir bedel ödemiş ve ödüyor. ama nasıl?

    47’liler, bir dönemin romanı, bir dönemin, yani bir mücadelenin.
    bir grup genç yürek… bir koca hedef, bir çetin çile… ama niçin?

    romanda bilge bir nine var; leylim nine. tam bir şarklı. sözleri, cümleleri, vurguları tecrübeden besleniyor, tecrübeden ve kederden. o nedenle etkili, içe işliyor ve öğretiyor.

    leylim nine’nin ufarak bir de takipçisi var: kiraz kız. küçük, minimini, sevimli… leylim nine yokluğunda sanki bu kızda hulul ediyor, onun ağzından konuşuyor, anlatıyor…

    romanda bir dönem emine üzerinden canlanıyor. adalet, özgürlük, eşitlik, kalkınma, gelişme, modernlik, çağdaşlık, medeniyet… kavramlar olaylara, olaylar, olgulara ulanıyor. roman bizi çekmiyor, itekliyor! ama nereye? kaosa mı, kargışa mı? çözüme mi, çözülmeye mi? okuyoruz.

    bu bir feryat, canhıraş bir ses… kulak tıkamak insanlık dışı, kulak kesilmek cesaret…
    bir kapı açılıyor, giriyoruz; bir çilehaneye, gönüllü çilekeşler mabedine…

    esasında romanda rengi, kokusu, iklimi farklı birçok dünya var. baba selahattin’le anne nüveyre’nin kurdukları dünya bir, abla seçil’in mutantan ve muhayyel dünyası iki, emine ve üzerinden kurulan dünyalar üç... ve kardeş kubilay… kendi halinde, küçük ve silik dünyasıyla kubilay…

    türkiye bir ailede tecessüm ediyor. anne-baba cumhuriyet neslini temsil ediyor… seçil; hayallerle başlayan lüksü, şatafat ve sosyeteyi… kubilay sıradan bir türk çocuğunu, emine sömürünün ve haksızlıkların karşısında toy bir türk devrimcisini…

    kozlu ailesi 50’lerden 70’lere bir türkiye zübdesi… erzurum’dan kars’a, oradan istanbul’a doğu’dan batı’ya, avamdan havasa, varsıldan yoksula, duyarlıdan duyarsıza…

    romana dikkat kesilemiyoruz, ancak dikkat edebiliyoruz! yalın bir dil, sert geçişler, soğuk sahneler… okurken bir çaba sarf ediyoruz, dikkat ve konsantrasyon çabası… 514 sayfa… uzun ve kasvetli…

    47’liler’i bir makaleyle özetlemek, değerlemek ne mümkün, ne adil…
    okumalı, anlamalı, anlatmalı…
  • pek çok hikayeyi içinde barındırır. ama iclal öğretmen'in hikayesiyle bir öğretmeni yaralar, düşündürür, ne yaptığını sorgulattırır.

    --- spoiler ---

    sayfa 97
    - şimdi sizden iyi olmasın saide öğretmenin bana söylediklerini tekrar tekrar anlatacağım. dedi ki; siz bana demek ki içimize almamamızı, sevmememizi istediğiniz bir insanın suçluluğunu ispata geldiniz. dedikleriniz doğru bile olsa, lamia hanım, aslında suç yok ortada. asıl suçlu olsa olsa adamla karısıdır diyorum. onların bile bu yargıma hak kazandıklarına yürekten inanamıyorum. yine de kadını alalım, kocasını seviyorsa nasıl böyle adileşebiliyor. erkekse malum, sevmeyi kolay iş sanmış. oysa değil. katiyen değil. iclal kızıma gelince düşünün kızım diyorum ona. yürekten sevmiş adamı.
    - aa... yani yürekten sevmek her şeyi bağışlatmaya yetecek bir sebep mi?
    - ben de ne diyeceğimi şaşırdım. baştan aldım konuşmayı. yılmadan, çok güvenilir bir kişiliği olamayabileceğini saide öğretmene anlatmaya çalıştım.
    - ne dedi? birazcık olsun bize hak verdi mi?
    - yok. lamia hanım dedi, iclal kızım bana birçok geceler anlatmıştır. sustuğunda ben zorla konuşturmuşumdur. adeta benim de yaşadığım bir hayat hikayesi olmuştur bu. size de anlatayım da kadın olmak vecibesiyle yeniden düşünün. “yüreğim yerinde değildi, saide abla,” demişti. “uçuyordum. öğrendiğim, öğretilen herşeyi onunla paylaşmak istiyordum. cemiyetimizin bir genç kızda en değerli saydığını ona verdim. asıl değerin bu olmadığına inanması için. bağını göğsüme dayayıp ağladı. bir erkeğin ağlamasına ilk tanıklığımdı. ‘biz yarım adamlarız iclal,’ dedi ‘serüveni sevgiyle, sıkıntıyla, acıyla karıştıran adamlarız.’ sonra işte saide abla karısı polislerle çıkageldi. nasıl utandım. utancımı anlatacak söz yok. eriyip yok olacağımı sandım. üstelik bir de süslenmişim ki. o odada bakınıp duran polislerle benim süslerim daha da gülünçleşmişti. başka bir şey değil. her şey bir anda acıklı; bayağı, gülünç olmuştu. evli olduğunu bilmiyordum. bilseydim yine severdim, yine kendimi bırakırdım ona. nasıl da uydurulmuş bizim yetiştirildiğimiz dünya. yoksa biz de mi yeterince hazırlanamadık devrimlerin getirdiğine. ben mutlu sayılacak bir evde yetiştim. mühürdar’daki ahşap evimizin orta katında bana ait kadife kanepeli, kanarya kuşlu bir odam vardı. pancurlarını her başlayan güne açmadan önce birileriyle el ele verip anadolulu insanlarımıza yardım edebileceğimiz duygusunun, düşüncesinin bayram arifesindeydim. seçilecek meslek dalı konusunda bizim gruptaki gençler için öğretmenlik en gözdeydi. nutukta ne diyordu gazi: ‘ey türk gençliği, muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’ öğretmenlikti amaç. her şey öylesine ak bir kağıt lekesizliği taşıyor ki, biliyorsunuz saide abla alaturka müzikten nefret etmekle ilerici sayılmanın eş anlam taşıdığı dönemden geçiyorduk. oysa babam santur çalardı. bu çalgya eş olarak klavsen’in doğulusu dense yeridir. serverdim de dinlemeyi. bach’a, beethoven’e dönerken itri’yi unutmuştuk. çocukluğumun camilerinden birinde saraylı ninemle gittiğim bir teravi namazında uyuyakalmıştım. kulağıma gelen selatün duasının anlatılmaz görkemiyle uyandım. oysa her müziğin kendi öz gücünü burda, bu dağlarla çevrili erzurum’da yie anlıyorum. ankara’da konserler, tiyatrolar, resim sergileri; istanbul’da turneye gelen en seçkin fransız tiyatrocuları, beş yıllık sanayii planları, demir yollarının uzandığı her yurt köşesinde yapılan göğüs kabartıcı törenler, ‘dağ başını duman almış’ marşını söyleyen on binlerce ülkücü genç, atatürk’ün güzel, onurlu sarışın başı. ah saide abla, vücudumun zorla zapt ettiği bir inanç, güven taşkınlığıydı cumhuriyet benim için. çağlayan, fışkıran, zorlayan ışık çağlayanları sarıyordu dört yanımızı. inanıyorduk. inanmanın yetmediğini artık anladım. önemli olan artık bilmek. ankara’da tanımıştım onu. sağlam, güvenli, ne saklayayım güzel bir erkekti. el yordamıyla değil, her şeyi konuşarak yaklaştık birbirimize. bir gün bana ‘anadolu zaferinin sonuçlarını savaşılan yerlerde de görmek gerekeri iclal’ dedi. ‘bu yerli malı kullanma haftaları, bu tutum haftaları, bu karamela sloganları bir ilkokul müsameresi gibi geliyor bana,’ dedi. çılgınca öfkelenmiştim o zaman. sonra erzurum’a gelirken tren yolları boyunca gördüğüm upuzak sessiz insanlar, marşlarımızın ulaşamadığı dağlar, keçi yolları, enez otlar sevgimin niye gittikçe çıkmaza girdiğini gittikçe kafama dank ettirdi. bizim temelimiz yok saide abla. burda erzurum’da gördüklerimin, yaşadıklarımın esintisi bir santur seesindeki kuytu iyileştirici derinlikler gibi sardı içimi. yurdum için yeterince çok şey bilmediğimi anladım. bilseydim kendimi daha kunt yapma hazırlığım olurdu. değişen setini yıkan o büyük gürleyiş nereye harcanmış, dağılmıştı. bizi öğretmen yaparlarken neyi eksik ya da fazla anlattılar. biz kendimizi niye bu kadar önemli, başarılı saydık?..” bakın lamia hanım, iclal öğretmenin bir dine her şeyiyle adanmış bir insanın tapınak yaptığı herhangi bir ağacı ayaç olarak görünce, “bu muydu o?” demesine benzer bana anlattıkları. siz de bunu anlayabilirsiniz sanırım. “kadın olmanın artık mutluluk sayılabileceğini öğretmişlerdi bize, doğruydu da,” derken ağlıyordu iclal kızım. “yeni kadınlardık biz saide abla. oysa karakolda karısı işaret parmağıyla beni gösterdi. ‘kadın odur, o suçlu,’ dedi. sevdiğimin karısı köleliğini açıkça öne sürüyordu. canım adam, çılgına dönmüştü çekip giderken ‘odur suçlu’ diyordu karısı hep durmadan, ‘kadındır madem.’ nasıl bir ezilmişlik bu saide abla? nasıl bir yenilmişlik, nasıl bir kurnazlık?.. köle, ezilmişliğiyle ezeni bağlıyordu kendine. yarı aydınlatılmış bir yerde saatlerce bekledim. her şey bir uğultuydu. hiçbir şey duymuyordum. silkinip de, oradakilere gidebilir miyim diye sorduğumuzda işiniz çoktan bitti dediler. caddelerde sabaha kadar dolaştım. hani derler ya ağlarsa açılır diye. yoo... öyle katı, kuru ben değilmişim gibi. utanmamı, odanın kapısı açıldığında ateşten bir soluğun ciğerlerimi dağlayışını, sonra örtüyü her yanıma sarmak için gösterdiğim gülünç çabayı ve birden her şeyden cayıp garip bir usluluklar bir şey yapmadan duruşumu, soğuklukla düşündüm. anadolu’nun bir yanlarına, en uçlardaki bir yanlarına gitmeyi kurdum. okuldan diplomamı aldığımda da aynı düşüncedeydim. ankara’da kalmamı istediklerinde yıllanmış alışkanlıklarıma sırt dönemedim demek. eğitimimize insanımıza orda da çok yararlı olacağıma inandırdılar. üstelik ben de inanmaya hazırmışım. istanbul’dan sonra ankara bana daha da kolay geldi. ortalara toplanmış kolaylaştırılmış bir kentin gidiş gelişi, çevrede aynı katın okumuş insanları, asri olmanın zorunlu hoşgörüsünün bir genç kıza verdiği çarpıcı yeni davranışlar, arı gibi kaynayan yurdun dört bir yanından gelmiş kentlilerden oluşan, bir insan selinin ankara’nın eski bölümlerini dikkatlerden silişi, inşaatlar, planlamalar, yatırımlar... yepyeni denenmemiş olduğundan kimsenin kuşku duymadığı bir gidiş. genç cumhuriyetimizin genç insanlarıydık. türkiye’nin dört yanına yayıldığımızda götüreceğimiz her yenildi uygulayacak gücümüz olduğundan kuşkumuz yoktu. beyinlerimizin çalışmasını sanki karşılıklı duyuyorduk. biz ulu önderin çocuklarıydık. okullarımızda bizden çalışkanlığa özendiren çoşturucu sözler. bir büyük bayramdı her şey bize. ankara gibi kanımızca türkiye’nin her yanı da bu bayramdan payını alıyordu. dalıp gitmiştim. kimseninbir yalan dolan düşünüp bu arınmışlıkla sunabileceğine inanmıyordum. dedim ya mutlu bir ailenin kızıydım saide abla. tökezlememiştim. güzeldim. sanırım yetenekliydim. o zina suçuyla yakalandığımız gün, n’olur beni susturmaya çaluşmayın saide abla, hangi kelimeler kullanılıyorsa onlarla anlatacağız kendimizi. kelimelerden mi korkacağız yani. bayram bitti. hiç olmazsa benim için bitti. ya siz? siz bir acının olgunlaştığu insanlardan değil misiniz? inanmıyorum. kocanızın sürgünde öldüğünü duydum. nerden? diye sormayın. sinop kalebentliği ciğer mi koyardı adamda. sürgün de üstüne gelince işte... alanlarda okunacak şiirler yazarmış kocanız, izmir iktisat kongresinin hedeflerini açıklamış bir öğrenci toplantısında. böylesine şeyler olurken ben zina yaptım diyelim, n’olur yani? musa, isa ve muhammed peygamberlerden bu yana yapılmış zinalardan birine asıl suçlu kişi kadın olarak ben işledim. mutlu ailelerden sanıyorum ki şımarıkça, gördüğünden ötesinin düşüncesine varamayan, irdelemeyen kişiler yetişiyor. ben suçlandığımda başka türlü taşlandım. iyi de oldu. bayramın bittiğini öğrettiler. ne iyi.. ne iyi... tam yaşıma yaraşan düşüncelere yöneliyorum. ulusal bayram söylevlerinin bakışından kurtuluyorum. erzurum’dayım. değil kadın erkek eşitliği, erkek erkeğe, insan insana eşit değil saide abla. sizin beethoven, bach sevmeniz gibi ben de artık türküleri çılgınca seviyorum. coşkun yaradılışlıyım. hep uçlarda gezen bir kişiliğim var. susun çocuğum, demeyin. tam öğrendiğimde bağıracağım. bana arkamdan orospu dediklerini biliyorum. önemli bir aile olduğundan sakınılıp orospu denemeyen biriyim. yok yok, korktuğum yok. sizin yargınız en önemlisidir. siz gerçek acıyı taşıyorsunuz. otuz yaşındayken bir çocuk bilinciyle yaşamanın acılığını siz bilirsiniz ancak. ilk erzurum yılımın şiddetli yalnızlığından kurtuldum. tutamaklarım yok sanıyordum. var tatamak elbet. insan insan içindir. içimi sevgi çatlatıyor artık. namus, dürüstlük, ülkücülük denen şeylerin kalıplarını kırıp yeniden araştırıyorum. annem beni geçirirken haydarpaşa’dan güzelim mavi gözleri erimişti günlerdir ağlamaktan. onu o benim kızımmış gibi kucakladım. birden sevdiğimi gördüm. kenarda bekliyordu. saide abla nasıl oldum biliyor musunuz. onu en çok sevdiğimi sandığımda o andaki kadar sevmemiştim. onu sarıp binlerce defa öpmek, ardından gidip ölmek istediğimi neyle engelledim, hala bilmem. annem, ‘sen miydin oğlum?’ dedi. eğildi elini öptü annemin. o dik alaycı adam yoktu ortada. eziklikle, teslimiyetle bekliyordu. ‘evlenelim iclal’ dedi. ‘annenizin de müsaadesini alıp.’ olur mu ya saide abla. siz söyleyin lütfen. bir yalan, bir olmadık gürültü, bir yırtılma, boşalma yaşadık birlikte. ona abanan, eteğine yapışmış olanlar vardı. ‘tanımıyoruz ki birbirimizi’ dedim. ‘ya da ben seni tanımıyorum. ben denildiğine göre ekonomik gücü olan, özgür bir kadınım ya, gücümün sınırlarıysa bize öğretilen yerlere pek erişmemiş görünüyor. sense mutsuzluğunu her şeyi inkar etme haline getirmişsin. ikimizin eşitliğiyse çok tartışılır ya, artık çok da önemli değil. beni kadın yapan sensin. bundan utanç duymuyorum.’ annem, ‘yapma çocuğum, iclal’ciğim, kızım’ demişti. ‘baban da ben de senin mutluluğunu isteriz.’ bir de dünya çok genişlemişti saide abla, çok büyümüştü. öylesine küçük görünüyordu ki acım bana, ben de öylesine yırtıcı... veda etmeden gitti. babam uğurlamaya gelmemişti. bizi cumhuriyet kuşağı olarak böyle yetiştirmemeleri gerekirdi. baskın gecesinden sonra tıkanıp kalmış olan ağlama duygum birden çözülüverdi, anneme sarılıp ağlamaya başladım. tam bir yenilme miydi bu? bilemem. yıkılmanın tanıklığını kendim yapıyordum. annem beni taşımaya çalışıyordu. ‘böyle üzülecektin iclal, gitmese miydin çocuğum?’ demişti. ‘yok anneciğim,’ demiştim. ‘uzak yolun töresidir ağlamak.’ tren kalktığında sanki yeni kişiliğimin kuruluşunu da izlemeye başladım. elbette erzurum’da da bana kadar uzanacaktı koruma dilekleri ailemin. onları engellemeyi bilmemek de bana düşecek. artık otuza yaklaşan yaşıma uygun bir büyük insan sorumluluğuyla her şeyi değerlendiriyorum. siz ve öğrencilerim varsınız. tek çekindiğim, o da çok sevdiğimden, ev sahibim olan kadının çocuklarının ve akrabalarının, bu baskın olayını yanlış değerlendirmeleridir. bu beni çok tedirgin ediyor,” diyerek yüzünü elleriyle örttü. okşadım onu. bakın lamia öğretmen, unutmamanız gereken şu: kimselere sezdirmeden yaptığımız çirkinlikleri, kötülükleri, hayvansı eğilimleri kendimiz biliyorsak ve unutuyorsak namus meselesine bakışımızda da biraz daha olgun davranmalıyız. bunu unutmayın lütfen.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap