*

  • son zamanlarda canım çok sıkkın... ben niye varım, tüm bu devasa kainat neden var, ölünce gerçekten de yağmurdaki gözyaşları gibi dünyaya karışıp gidecek miyim diye düşüne düşüne iyice karamsar bir insan oldum. evrensel ölçekte insanın ömrü saman alevi kadar bile olamadığı için bu soruların cevapsız kalacağı sonucuna varmam beni iyice çileden çıkardı ve sonunda hayatın olası anlamlarını araştıran bir cihaz yapmaya karar verdim: kainat simülatörü.
  • başlangıçta söz vardı, flexi'ye verdiğim söz... kendisine 'bilincin zor sorusunu'n cevabını vereceğimi söylemiştim. ama soru gerçekten de zormuş meğersem. dakikalarca, hatta saatlerce düşündüm. baktım ki düşünerek bir yere varamayacağım, mühendislik formasyonumu devreye soktum ve deney yapmaya karar verdim. kainat simülatörü bu verilmiş sözün ürünüdür.

    hemen işe koyulmalıydım. ama simülatörün çalışma prensipleri nasıl olmalıydı? bildiğimiz fizik teorilerini esas almaya karar verdim. küçük boyutlarda kuantum mekaniğini, düşük hızlarda newton fiziğini, yüksek hız, yüksek kütle ve büyük mesafelerde genel görelilik teoremini baz aldım. 3 mesafe boyutu ve 1 zaman boyutundan oluşturduğum minkowski evreninde, zayıf çekirdek kuvveti, kuvvetli çekirdek kuvveti, elektromanyetik kuvvet ve kütleçekim kuvveti şeklinde 4 ana etkileşim tarif ettim. bundan sonrası kolaydı, hemen montaja giriştim.

    yapımı altı gün sürdü. o kadar yorulmuştum ki yedinci günde gözüme görünmesin istedim, sadece dinlendim. ardından, deneylerime başladım.
  • kainat simülatörü - deney 1: tekil evren.

    daha ilk deneyde cihazı zorlamamak için son derece basit bir kainat modelledim. yapıtaşı sayısı ve etkileşim kuralı sayısı ibrelerini 1'e getirdim. bu değerler şu anlama geliyor: tek bir elektrondan kurulmuş bir evren.

    cihaz sıfıra bölme hatası verdi. tek elektronun başka bir yapıtaşıyla etkileşememesi, evrenin boyutunu elektron boyutuna eşitledi. tüm evrenin elektron kaplı olması, ya da daha doğru ifade edersek, elektronun tek başına bir evren olması, ilişikilendirme prosesinde sıfıra bölme hatalarını tetikledi. bu durum için özel bir çözüm bulmam gerekecek sanırım...

    öyle bir elektron ki, evrenin kendisi. bu evrenin varlığı ile yokluğu arasında hiçbir fark bulamıyorum; çünkü hiçbirşeyle irtibata geçmiyor. örneğin elektronun bir yerden bir yere gittiğinden bahsedebilir miyim? hareketi neye göre tarif edeceğim? hareket belirsizse zamanı nasıl belirli kılabilirim? zaman hiç akmıyor olabilir, ya da sonsuz hızla akıyor olabilir. her şey belirsiz... ben yapmış olmasam, böyle bir evren olamaz derdim...
  • kainat simülatörü - deney 2: atom evren.

    karmaşıklığın seviyesini arttırarak deneyleri sürdürüyorum. bu simülasyonda, bir proton ve bir elektrondan oluşmuş, yani bir hidrojen atomu şeklinde bir evrenimiz var.

    ayarlarla oynayarak birçok farklı davranış elde ettim. elektron ve protonun elektrik yüklerini şimdiki değerlerine eşitlediğimde gerçekten de bir hidrojen atomu davranışı gözlemledim. farklı yük durumlarında ise bu mikro evrenin çapının değiştiği sonucunu aldım.

    şu evrene bir de foton mu eklesem... simülatörün "ışık olsun" düğmesine bastım, ve ortaya çıkan foton doğrudan elektrona tosladı. fotonu soğuran elektronun enerji seviyesi bir süreliğine değişti, ve ne olduysa bir foton salarak tekrar eski seviyesine geçti. ortaya çıkan foton, ışık hızında atomdan uzaklaşırken bu mikro evrenin çapını müthiş bir şekilde büyütme sürecine girdi. simülatörün zaman ibresini sonsuza götürdüğümde, ortada yalnızca atom kalmıştı, fotonu bulamadım. sanırsam enerji korunum denklemlerimde hata var. (kuantum mekaniği hesaplarıma da pek güvenmiyorum.)
  • kainat simülatörü - deney 3: çok parçalı evren.

    yapıtaşı sayısını 20 üzeri 60 seçtim. etkileşimler bölümünde de diğer parametreleri sıfırlayıp sadece kütleçekimi aktive ederek, büyük patlama başlangıcıyla sistemi çalıştırdım.

    kütleçekim ibresi biraz fazla mı kaçtı, karanlık enerjiyi mi düşük verdim bilmiyorum, patlamadan onbin yıl gibi kısa bir zaman sonrasında sistem kendi üzerine kapanmaya başladı ve dev bir karadelik olana kadar küçüldü. karadelik, tüm evreni kendinde topladı ve, garip bir şey oldu... evren tekrar patladı. aynı süreç tekrar başladı, evren yeniden büyüdü, sonra küçüldü ve karadelik olup yeniden patladı. döngüye giren bir evren kurulabileceğini hiç bilmiyordum. buna "kozmik kalp" adını verdim.

    karanlık enerjiyi biraz daha arttırdığımda çok daha farklı bir sonuç elde ettim. tam simetrik bir hiper-küre şeklinde büyüyen evren, kararlı bir şekilde büyümeyi sürdürdü. filmin sonunu merak ettiğim için zaman ibresini yine sonsuza getirdim. ama gariptir ki, ortada hiçbir şey bulamadım. sanki hiç varolmamıştı...
  • kainat simülatörü - deney 4: kimyasal evren.

    bu evreni kurmak sandığınız kadar kolay olmadı. uzun süre 'topaklaşmama problemi'yle uğraştım. büyük patlama şeklinde başlattığım evrenler, ne yaparsam yapayım tam bir homojen yapı halinde dönüşümler geçiriyorlardı. maddeler türbülanslı hareketle homojeniteyi bozamadıkları için gaz bulutları ve onların yavrusu olan yıldızlar oluşamadı. bu sebeple de hidrojen diğer maddelere dönüşemedi ve sadece homojen hidrojen evrenleri oluştu.

    türbülanssız bir evrenin yerel topaklanmalara izin vermemesi kendisini çok sıkıcı bir hale sokuyordu. her noktada enerjinin aynı değerde olması, noktalar arasında enerji akışına izin vermiyordu. belli ki hesapların içine kaos teorisinden de birşeyler eklemek gerekiyordu. biraz istatistiksel fizik yardımıyla bu problemi çözmeyi başardım.

    büyük patlamanın daha ilk nano saniyesinde simetri bozuldu, ve sonrasındaki süreci önemli ölçüde etkiledi. yerel topaklanmalar sonucu ilk yıldızların ve gökadaların oluşmasını izlemek keyif vericiydi. bazı yıldızlarda nükleer tepkimeler sonucu ağır metallere kadar tüm elementler oluştu ve yıldız patlamalarıyla uzayın çeşitli yerlerine savruldular. bu parçaların bazıları birleşerek gezegenleri oluşturdular.

    hidrojenden farklı atomların oluşması sayesinde, şimdiye kadar yalnızca kütleçekimsel olarak evrim geçiren evren, artık kimyasal olarak da şekil değiştirebiliyordu. enerji asimetrisinin böyle büyük bir fark getireceği aklıma gelmezdi...
  • kainat simülatörü - deney 5: biyolojik evren.

    aslında kıvamını tutturmakta çok zorlandığım bir simülasyon oldu bu. bir önceki deneyde elde ettiğim (eski evrenleri kaydediyorum) kimyasal evren üzerinde birçok ince ayar yapmam gerekti. elektron yükünde verdiğim en ufak bir sapma, kimyasal reaksiyonların doğasını değiştiriyor, sonuç olarak belli başlı birkaç bileşik ortaya çıkıyordu. kimseyle reaksiyona girmeyen, asil gaz halinde gezen nice oksijene rastladım...

    sonra dedim ki ben neden bu değerlerle bu kadar oynuyorum da bizim kendi evrenimizdeki temel sabitleri kullanmıyorum? elektron yükü, planck sabiti falan ne varsa bizim evrendeki değerine getirdim ve makinayı çalıştırdım.

    bir sürü kimyasal tepkime, korkunç... hepsini anlatsam sıkılırsınız. benim asıl ilgimi çeken, farklı özellikler gösteren bir molekül sınıfı oldu. bu moleküllerin çevre ile girdiği reaksiyonlar sonucunda ürün olarak yine aynı molekülden çıkıyor. kendilerini kopyalama kabiliyeti gösteren bu moleküller yıldız enerjisini molekül bağlarına dönüştüren diğer moleküllere göre sürekli sayılarını artırma eğilimi gösteriyorlar. 'eğilim' gibi kelimeler kullanırken yanlış anlaşılmak istemem. enerjinin noktalar arasında akışının ortaya çıkardığı bir durum bu. tıpkı kütleçekim enerjisinin maddelerde bir araya toplanma eğilimine sebep olması gibi, bu moleküllerin elektriksel özellikleri de kendilerinin kopyalarını üretme potansiyelini oluşturuyorlar. enerji, bu evrenin iradesini oluşturuyor diyebilirim; maddeye yön veriyor.

    enerjinin maddeye hükmetmesi, madde cephesinde farklı bir tepkiyle karşılandı. enerjiyi depolayabilen formlar artık büyük önem arzediyor. (form dediğim, maddenin biçimselliği. su molekülünün formu üçgen gibidir örneğin. kütleçekim, elektrik yükü gibi temel özelliklerin yanında, formdan dolayı kazanılan özellikler de vardır.) enerjiyi depolayabilen maddeler, bu enerjiyi kullanarak başka maddelere hükmedebiliyorlar. taş yemenin zorunlu olduğu dama oyunu gibi birşey bu. iki molekül karşılaştığı zaman belirli bir reaksiyona giriyorlar. bu esnada rakibini bir şekilde dönüştürme enerjisine sahip olan madde, bu enerjiyi kullanarak başka maddeleri kendisine katabiliyor. maddeler arası savaşın bu kadar erken başlayabileceğini hiç tahmin edemezdim.

    bazı formlar, doğrudan enerjiye yöneldiler ve yıldız ışınını molekül bağı kurmakta kullanmayı başardılar. burada ifade ettiğim "yönelim", "başarmak" gibi insan dünyasından kelimeleri kullandığım için onların da bir nevi isteme ya da bilince sahip olduklarını düşünmeyin. kendileri, zaten enerji kurallarının bir sonucu olarak ortaya çıktılar. örneğin güneş enerjisi karbon ile oksijen atomlarını birleştirdi. ama bu bileşik, formu itibariyle yeni bir doğaya sahip oldu ve başka maddelerle ilişkiye girmesi hayli kolaylaştı. tıpkı bunun gibi, bahsettiğim karmaşık moleküller doğaları gereği ışık enerjisini bazı molekül bağlarının kurulmasında kullanabilir hale geldiler.

    bazı diğer formlar da doğrudan güneşi değil, güneş aracılığıyla molekül bağlarında depolanmış enerjilerilere yönelik eğilim gösterdiler. 'açlık' ve 'av' ne de erken başladı değil mi? birbirinin varlığından bile haberdar olmayan bu molekül gruplarının birbirleriyle karşılaştıklarında av ve avcı pozisyonunda olmaları, bir molekülün diğer bir molekülü farketmeden 'yemesi', enerji bağlarını çözerek farketmeden 'sindirmesi', elde ettiği enerjiyi örneğin bir başka hedefe ilerleyebilmek için 'bilinçsizce' kullanması gibi durumlar, göze garip görünse de yakından incelendiğinde sebep sonuç ilişkileri çerçevesinde açıklanabiliyor.

    bu 'yeme ve sindirme' işi çok garip sonuçlara yol açtı. örneğin bazı formlar yediklerini hazmedemedi. bunların yedikleri içinde kaldı ve çoğu öldü. ama bazı hazımsızlar, içindeki kloroplastın ürettiği enerjiden faydalanma şansına kavuştular. mitokondrileri yemeyip de besleyen çoğu hücre de bu yatırımının faydasını gördü.

    işin ilginç yanlarından birisi de, bazı hücrelerin birarada hareket etmeyi yeğ tutmasıydı. farklı bireyler arasındaki hareketin senkronizasyonunun kurulması için, öncelikle bu bireyler arasında iletişimin kurulması zorunluydu.
  • kainat simülatörü - deney 6: kültürel evren.

    aslında bundan sonrası, biyolojik evrenin devamı niteliğinde. bireyler arasında iletişimin kurulmasından bahsetmiştim. iletişimin bulunduğu yerde, en basit durumda bile bir mesaj sistemi olmalıdır. iki nokta arasında anlamı önceden mutabakata bağlanmış bir işaret gitmediği sürece iletişim yoktur. işte bu hücreler ışığa bağlı olarak bazı kimyasal işaretleri kullanıp iletişim düzlemi oluşturdular. yani kendi kültürlerini kurdular.

    bu noktadan sonra iş iyice çığrından çıktı. iletişim, hücreleri bir yandan aynı amaç çerçevesinde birarada tutarken, bir yandan da işbölümü yapılması şansını getirdi. bazı hücreler hareketten sorumlu iken, bazıları da üreme konusunda özelleştiler. tek tek hücresel bireyler yerine bu hücrelerin birleşerek oluşturduğu yeni birey, yani ilk çokhücreli form okyanuslarda arzı endam etmeye başladı.

    bu noktada, "sen biyolojik durumu geçip kültürel durumdan bile bahsediyorsun; ama bir canlılık cansızlık ayrımı yapmadın. üstüne üstelik kültür kavramını da iki tane kıçıkırık hücreye atfettin." diyenler olabilir. valla canlılık cansızlık konusunda gerçekten de bir ayrıma gidemiyorum. simülasyonun işlemlerini f8'e basarak adım adım takip ediyorum, her şey enerjinin akış kurallarına göre gelişiyor, ama bir de görüyorum ki hidrojen atomları oksijeni yakaladığı yerde yapışıyorlar. buna canlılık demiyorsunuz da kimyasal reaksiyon diyorsunuz mesela. ama uygun formda biraraya gelmiş milyarlarca atomun hareketlerine de canlılık, istem diyorsunuz. bence ikisi de aynı şey. kültür konusu ise yeterli bir genelleme bence. iletişimin olduğu yerde ortaya çıkan şey kültürdür; bu ister iki hücre olsun, ister iki insan...

    neyse ne diyorduk, hücreler arası işbölümü. bu iş öyle bir büyüdü ki, şaşarsınız. milyarlarca çeşit canlı oluştu. çoğaldılar, yok oldular, dönüşüm geçirdiler... o kısımlara çok girmeyeyim. asıl ilgimi çeken, ilk kez 'duyumsayan' canlı oldu...
  • kainat simülatörü - deney 7: duyumsal evren.

    karşılaştığı nesnenin dost mu düşman mı olduğunu ancak kendisine dokunduğunda anlayan bir canlının (dedim işte başınız göğe erdi mi?) hayatı, bizim standartlarımıza göre korkunçtu. kör, refleksif bir dünya. başka bir canlıya dokunduğunuz anda öldünüz ya da öldürdünüz. buna kararı veren de siz değilsiniz.

    hücreler arası iletişimin yeni yapılan otoyollarla (sinir hücreleri) büyük bir hıza kavuşması sürecinde öyle bir canlı ortaya çıktı ki, bu düzeni değiştirdi. kendisine yaklaşmakta olan bir nesnenin kendisinden önce o nesneye dair bir mesajların geldiğinden elbette habersizdi bu canlı, ama bu mesajları kullanabiliyordu. dokulunca devreye giren araba alarmı ile, bir engele yaklaşırken çarpmadan önce öten park sensörü arasındaki farka benzetiyorum ben bu durumu. iki halde de bilinç yok, sadece ikinci durumda ilkine göre daha yüksek seviyede bir duyumsallık var.

    artık canlılar birbirlerinin fiziksel varlığından ziyade birbirlerinin gönderdiği işaretlere göre hareket eder oldular. av ve avcı arasındaki mesafe büyüdü, ama bir hedefe yönelimsellik ve bir tehlikeden kaçış gibi 'akıllıca' davranışlar sergileyen yeni bir dünya kuruldu. yine de, ilk kez 'algılayan' canlının yanında otomat gibi kalır bunlar.
  • kainat simülatörü - deney 8: duyusal evren.

    duyumsal canlıdan duyusal canlıya geçişin sınırını çizmek kolay değil. yine de bu ikisini arasında otomobil ile insan arasındaki kadar fark olduğunu söyleyebilirim: farkındalık (bilinç).

    şimdiye kadar pek dile getirmedim ama milyarlarca canlı öldü, milyarlarcası da doğdu bu simülasyonda. canlıların hayatta kalmasının (enerji toplamasının) tek yolunun bir başka canlının ölümüne bağlı olması, sürekli daha iyi özelliklere sahip bireylerin hayatta kalmasına, bu bireylerin üreyerek kendisiyle aynı özelliklere sahip canlıları çoğaltmasına, bu süreçte rekabet çıtasının sürekli yükselmesine yol açtı. [birbirinden ve kendinden habersiz bu canlıları size böyle rekabet, av, avcı gibi kelimelerle anlatan benim. bir başka kişi, tamamen neden sonuç bağlamında ele alıp bir fizik problemi gibi dile getirseydi hatalı olmazdı.] artan rekabet sürekli avın daha önceden kestirilmesine ve avcıdan daha önce kaçılmasına yol açtı. önceden kendi sınırına dokunulduğunda kaçan avlar, sonrasında avcı daha yaklaşmadan kaçmaya başladılar. spinoza'nın tasvir ettiği gibi, tüm bütünlükler kendi bütünlüğünü koruma eğilimindeydiler.

    bu süreçte, "daha önce fark et" amacını başarıyla sağlayan yeni bir canlı türü ortaya çıktı: dış çevrenin bir modelini kendi içinde kurabilen bir canlı. kendimizden örnek verelim. 'görmek' nedir? anlamak ile görmek kelimeleri arasındaki akrabalığın kökeni nerededir? [bkz versem kimse okumaz biliyorum ama şurada daha etraflıca ele almıştım: (bkz: görmek/@vulpius)] dış dünyadan aldığım ışık ışınları, nasıl olur da beynimde bir görüntü yaratır? dış dünyanın simülasyonu canlı içinde nasıl kurulur? nasılını cevaplamak zor ama nedeni hakkında biraz spekülasyon yapabiliriz.

    sayısız sebepten ötürü ölerek hayat oyununun dışında kalan canlılar arasında birşeyleri 'daha önce fark etme yetisi', her zaman büyük öneme sahip oldu. peki, nasıl olur da başımıza gelecekleri daha önceden farkedebiliriz? dış dünyanın bir modelini kendi içimizde kurup, olası durumları simülasyon düzleminde deneye tabi tutarak. dış dünyanın modeli, hayal gücü ile birlikte kullanıldığında bir simülasyon yaratılmış olur; bu sayede bir eylemimizin sonucunu henüz eylemi eylemeden önce bilebilir ve seçenekler arasından eleyebiliriz. yalnızca yaşanan hallerin değerlendirmesi yerine, yaşanması olası haller üzerine öngörü geliştirebilmek, "daha önce fark et" kuralının bildiğim son sınırıdır. yüksek bir yerden atlama konusunda tereddüde düşmüş bir kedide tamamen bu fenomenin işaretlerini görüyorum.

    pekala, dış dünyanın modeli nasıl kurulacak? duyu organlarından açılan pencerelerden gelen ışık içimizdeki 'ruh'a mı gösterilecek? ne kadar da kolayca içine düştüğümüz bir yanılgı bu: (bkz: kartezyen sinema), (bkz: homunculus)

    çoğu kişi, gördüklerinin gerçekten gördüğü gibi olduğunu düşünür. gökyüzünün mavi renkli olduğunu, piyanonun re tuşuna basıldığında re diye duyulan bir sesin çıktığını sanır. oysa ki, tüm bilgiler duyu organlarımızdan gelirler; dolayısıyla, bir nevi 'sayısallaştırılırlar'. klavyeye dokunduğunuz anda bastığınız harfin 'bilgisayar dünyasındaki karşılığı' olan binary datalar gibi, dış dünyadan gelen her bilgi sinir hücrelerinin impulslarına dönüşür. şimdiden görüntüyü kaybettik değil mi? ama aynı zamanda, şimdiden bir simülasyon dünyasının içinde yaşadığımızı da farkettik, değil mi? bu büyük soru, platon'dan* shakespeare'e*, descartes'ten* kant'a, "farkındalık nedir?" sorusuna cevap arayan herkesi meşgul etmiş. daha fazla spekülasyon için: (bkz: otonom sinir sistemi ve tersyüz evren).

    "nasıl görüyorum?" sorusunu yanıtlamak hayli zor olsa da, "neden görüyorum" sorusuna yaklaşımımı tekrar vurgulamakta beis görmüyorum. görmek (/duymak/koklamak) fenomeni, fiziksel dünyada kendini, avını ve rakibini konumlandırma probleminin çözümü olarak ele alınamaz. otomatik pilot gibi, görmese de duyumsayabilen bir sistem de bunu yapabilirdi. görme duyusunun altında farkındalık vardır: "ellerimin burada olduğunun farkındayım. karşımdaki bilgisayarın ekranının farkındayım..." bu farkındalık, dış dünyanın iç modeli üzerinde deney yapma şansını verir. kör bir istem ile sağduyulu bir istek arasındaki fark buradadır. tedirginlik ile dehşet arasındaki fark da buradadır. elimi klavyeye uzatmadan hemen önce duyduğum istek, iç dünyamda kurulu dış gerçeklik simülasyonunda çoktan denenmiş ve onaylanmış bir eylemin sonucudur.
hesabın var mı? giriş yap