• 2004 yılında çıkan paatos albümü.

    (bkz: gasoline)
    (bkz: holding on)
    (bkz: happiness)
    (bkz: absinth minded)
    (bkz: look at us)
    (bkz: reality)
    (bkz: stream)
    (bkz: won´t be coming back)
    (bkz: in time)
  • her şarkısı ayrı güzel olan albüm. absinth minded ise baştacıdır.
  • paatos'un harikalar yarattığı albüm. holding on ile sersemler, absinth minded ile moda girer, in time ile boyut değiştirirsiniz.

    türü sevenler için denemesi bedava. garantisi benim.
  • isvecli yazar/sair karin boye'nin distopik romani.

    hikaye leo kall isimli idealist bir bilim adaminin gozunden anlatilmakta olup, ana temalarindan birisi totaliter yapi/rejimler karsisindaki bireydir. hikayede; cesur yeni dunya'daki tektiplesme/itaat saglayan soma'nin tersine, kisiye verildiginde aklindan gecen tum dusunceleri ve hatta bilinc altindaki dusunceleri ortaya cikarabilen doğruluk serumuna benzer kallocain adli bir ilac vardir. bu ilac sayesinde devlet (potansiyel) muhalifleri/asileri tespit edebilmekte ve devamliligini saglayabilmektedir.

    boye, 1930'lar sovyetler birligi'nden ve nazi almanyasi'ndan etkilenerek bu guzel eseri kaleme almistir. sahsi kanaatim, kitapta yarattigi totaliter dunya devleti, orwell'in 1984'te yarattigi totaliter sistemden daha urkutucudur (gonullu olarak sisteme hizmet edenler vs korku sebebiyle sisteme karsi koymayanlar). distopya sevenlere tavsiye olunur.

    kitabin turkce cevirisini aradim mamafih bulamadim. goren duyan olursa bildirsin, aninda mukafatlandiracagim.

    bonus:
    (bkz: medeniyet anlayışı devlet ve itaat olan kitle/@maarri)

    edit: @dolaysiztumlec*in uyarısı ile ögrenmis bulunmaktayım, türkce cevirisi artık bulunmakta. isbn: 6057525239
  • karin boye tarafından yazılmış, birbirine düşman iki ülkeden birinde keşfedilen gerçeği söyletme ilacı kallocain'in kaşif-anlatıcı bay kain üzerindeki etkisini anlatan distopya.

    spoiler

    belki de en büyük dönüştürücü güç gerçekliği kavramaktır.

    engels benden daha güzel söylemiş: özgürlük zorun kavranmasıdır.

    karin boye ikinci dünya savaşı zamanında yaşamış bir komünist birlik üyesidir. yıllarca sürgünde ve gizli saklı yaşar, yokluk içinde bir hayat sürer, psikolojik travmalar atlatır. sonunda "bu narin, ufak tefek, çekingen kadın erkek çocuğuna benzeyen dar çehresiyle" bir nisan akşamı isveçte intihar eder, ne acı.

    peter weiss kitapla ilgili şunları söyler "boye kitabında zaten derinden deforme olmuş bir realitenin nerelere kadar yayılabileceğini düşünüp sınırları zorlamış ve bizim kendimizi koruma güdüsüyle bakmaya cesaret edemediğimiz bir sonraki aşamayı algılayabilmiştir."

    boye de şöyle söylüyor kitabıyla ilgili "etiği dışsal ilişkiler düzlemine yerleştiriyor ve böylece yapıp ettiklerimize sorumluluk görüntüsü kazandırıyoruz. işler altüst olduğunda da suçu birbirimizin üstüne atıyoruz. çaresizler, cahiller, azap çekenler ve deforme edilmişler olarak bize hareket alanı kalmıyor."

    kitaptan hoşuma giden bazı alıntılar:

    "bir kimsenin eylem ve söylemlerinde daima bir gaye ve yöntem olması zorunluluğu giderek daha yoruçu bir hal almaya başladı. gelişigüzel bir söz söylemek artık mümkün değil."

    "siz dışarıdan örüyorsunuz, biz içeriden. siz kendinizi birer tuğla gibi kullanıp duvarın içine ve ötesine düşüyorsunuz, bizse içerden bir ağaç gibi büyüyor, zoraki güç kullanmadan ve yaşayan malzemelerle aramızda köprüler kuruyoruz. biz hayat saçıyoruz. sizse içinde yaşam kalmamış ne varsa bünyenizde taşıyorsunuz."

    "bunların (kallocain) düzenin evriminde bir halka olduğunu, belki de mükemmelliyete erişmeden önceki son aşama olduğunu düşünmüştüm. düzen organizmasının benim gibi önemsiz bir hücresi düzeni düşünce suçlarının enjekte ettiği o korkunç zehirden arındıracak tedavi için işe koyulmuştu."

    "keşfettiğim bir şey var. kimi insanlar, yaşam felsefelerinden ötürü öylesine güçlü bir ışık saçıyorlar ki hiçbir şey söylememelerine rağmen büyük tehdit oluşturuyorlar.”

    "kadınların varlığının fuzuli kılındığı sürece swve seve ölüme gidebilecek kadınlar. yalnızca erkek çocuk doğurabildiklerive yeni erkek çocuklar doğurbilecek kız çocuklar doğurabildikleri için değerli olan kadınlar."

    "demek istediğim, bizden önce gelen ve daha derinde olan bir şeyler var. bu varoluş bizim içimizde gerçekleşiyor. düzene ait olduğumuzu biliyorum, yine de bunları söylemem gerek."

    "hastalığın normalleştiği ve sağlıklı olmanın bizi korkuttuğu bir çağda yaşıyoruz. hasta ruhlu öğretmenler ve hasta ruhlu ebeveynler dah hasta ruhlu öğrenciler yetiştiriyor. yalnız insanlar daha yalnız çocuklar, korkmuş insanlar daha da ürkek insanlar yetiştiriyor. bu zırhlı delerek tüm bunları iyileştirecek tohum nerede?"

    spoiler
  • ıthaki tarafından piyasaya sürüldü
  • distopyalar genelde baskıcı devletin ve onun totaliter rejiminin kurbanlarından birini baş karakter koltuğuna oturtur ve bu karakterin, sistemi kemikleşmiş rejimden kaçma, onu sabote etme çabalarını anlatır. hikayeye eşlik edense derin bir izlenme duygusu, tekinsizlik ve güvensizliktir. distopyalarda hiçbir yan karakter güvenilir değildir. aynı şekilde sistemin adamı olarak görülenler de kimi zaman olduğundan farklı bir kimlikle dönüştürülebilir.

    kallokain'de ise alışılagelmişin aksine baş karakter bir sistem karşıtı değil sistem adamıdır. tıpkı das leben der anderen'in wiesler'i gibi. kendi icadı olan bir ilaç sayesinde insanlara içlerinde tuttukları gerçeği söyletmenin, böylece berrak bir totaliter devlet ülküsünün peşindedir. ama diğer distopyalar gibi bu romanda da baş karakter mutlak değişimle sınanacaktır. yalnız bunun metodu belli değildir. isveçli kadın yazar karin boye köleleşmiş insanın içindeki özgür düşünceyi anaçlık ve doğurganlığı temel alarak ortaya koymaya çalışır.

    roman, ait olduğu türün bilindik düzleminden yer yer kopsa da ana akımın ötesine geçip de bir yenilik ortaya koymayı beceremiyor. anlatı ise güvensizliğin getirdiği gerilimi sağlamaktan çok uzak. tek günde bitiveriyor olması temposundan değil kısalığından ileri geliyor. daha iyileri mevcut!
  • biz ve cesur yeni dünya'dan sonra, 1984 ve fahrenheit 451'den önce yayınlanmasıyla
    kara dörtlemenin tam ortasında yer alan kitap. bundan dolayı, hep kara dörtlemeyle kıyaslanmış, biraz da "underrated" kalmış bir kitap. ithaki bilimkurgu klasikleri dizisi'nin 53 numarası.

    not: bu metnin ilk kısmı spoiler içermekten ziyade kitap hakkında genel bir tablo çizen bir tür önsöz olacakken devamında bulunan spoiler uyarısından itibaren metinden doğrudan bir alıntı içerdiği için spoiler niteliği taşıyacaktır. alıntı uzun fakat çok kıymetli bir parça. dolayısıyla spoiler yemeyeceklere, yani metni okumayacaklara tavsiye edilir.

    bireysellikten oldukça uzak olan bu dünyada şehirlerin adı işlevlerine göredir: kimya şehri, un değirmeni şehri, tekstil şehri gibi.
    olaylar kimya şehri no:4'te yaşayan leo kall adlı kimyagerin gözünden ilerler. leo kall erzak fabrikasında çalışan eşi linda ve üç çocukları ossu, meryl ve laila ile birlikte yerin altındaki evinde yaşar. aslında çocuklarıyla birlikte yaşar demek biraz yanlış oldu, çünkü bu dünyada çocuklar yedi yaşındayken ailelerinden alınır ve çocuk kampına katılır. daha sonra gençlik kampına alınan çocuklar buralarda askeri oyunlar oynarlar, eğitim alırlar ve iyi bir silah arkadaşı olmayı öğrenirler.

    kallocain'de insanlar yeraltında yaşar ve çalışır. dışarı çıkmak, temiz hava almak izne tabidir. dünyadevlet vatandaşları ancak yüzey izni ya da geçici yüzey ruhsatıyla bunu yapabilir.
    ayrıca herkesin dönem dönem askeri hizmet adı verilen bir gözleme ve fişleme işi yapması gerekir. kalabalık bir toplantıda katılımcıların dünyadevlete ihanet etmediklerinden emin olma işidir bu. herkes herkesi gözetler.
    1984'te tele-ekran olarak karşımıza çıkan aygıtın atası bu kurguda polis gözü ve polis kulağı olarak yer alır. tıpkı 1984'te olduğu gibi insanlar her an fişlenme, gammazlanma tehlikesiyle karşı karşıyadır. herkes hain olabilir, en yakınınız her an ihanet edebilir.
    böyle bir ortamda, insanlar doğal olarak bu tarz bir suçlamayla karşı karşıya kalmamak için büyük çaba gösterirler. ortam gürültüsünden dolayı diyalogların duyulamayacağı asansör, metro gibi ortamlarda konuşmak büyük bir risktir. insanlar şüphe çekmemek için polis gözü ve kulağı olmayan ve olası suçlamalarda şahit gösteremeyecekleri yerlerde konuşmamaya çalışırlar. ayrıca yurttaşlar, dünyadevlet'in deyimiyle silah arkadaşları, evlerinde yalnızken çat kapı gelen misafirleri içeri almaya çekinirler. yalnız kalmamak adına komşuyu çağırırlar. metinde geçen şu kısım bunu güzel açıklar:

    --- alıntı ---
    "çok üzgünüm ancak maalesef evde yalnız olduğumdan sizi kabul edemiyorum," dedim. "yazık oldu doğrusu - belki de bu görüşme için çok uzun yoldan geldiniz ancak sanığın hiçbir görgü tanığı olmadığı ve o sırada söz konusu odayı hiçbir polis izlemediği için suçsuzluğunu kanıtlamakta zorlandığı birçok örnekten haberiniz vardır eminim..."
    kallokain, ithaki yayınları, 1. baskı sayfa 76
    --- alıntı ---

    bir şekilde ağzından ufak da olsa şüphe uyandıracak bir söz kaçıran silah arkadaşları* içinse cuma günü 8-9 arası yerel radyodan özür dileme imkanı vardır. fakat böylesine baskıcı ve şüpheci bir rejimde bu özür ne kadar işe yarar, metinde bir ipucu yok.*
    tıpkı cesur yeni dünya gibi dünyadevlet'te aile kavramının bir önemi yoktur, evliliğin ve seksin tek amacı dünyadevlete yeni bireyler üretmek, devletin devamını sağlamak ve asker ihtiyacını karşılamaktır. gene de, sistem cesur yeni dünya'da olduğu kadar başarılı işlemez . buradan itibaren spoiler içeriyor, uyarmadı demeyin.
    ----- spoiler -----

    sistem cesur yeni dünya'da olduğu kadar başarılı işlemez. çünkü cesur yeni dünya'da bireyler embriyo aşamasından itibaren belirli bir plan ve program çerçevesinde adeta üretilir. bireyin kafasında bir soru işareti oluştuğunda yapması gereken tek şey bir soma almaktır. fakat kallocain'de böyle bir mekanizma yoktur. zaten kitapta da bu yokluk vurgulanır, bir anne bir şeylerin ters gittiğini fark eder. son tahlilde dünyadevlet propagandasında yeterince başarılı olamamıştır:

    --- alıntı ---

    "ossu'ya hamile olduğum zamanı hatırlıyor musun? hamileliğim boyunca erkek olacağından emindik hani? benim bu dileğime katılmış mıydın bilmiyorum gerçi ama sen de erkek olacağını düşündüğünü söylemiştin. biliyor musun kız olsaydı hakarete uğramış gibi hissederdim kendimi; bana yapılan bir haksızlık olarak görürdüm; öyle sadık bir silah arkadaşıydım ki kadınların gereksiz olduğunu ortaya koyacak bir keşif yapılsaydı seve seve canımı verirdim. evet, çünkü kadınları kaçınılmaz bir zorunluluk olarak görüyordum. resmi olarak değerli olduğumuzu, neredeyse erkekler kadar değerli olduğumuzu biliyordum ama bu bile dolaylı bir durumdu: yalnızca yeni erkekler yaratabildiğimiz için değerliydik ve tabii sıraları gelince yeni erkekler doğurabilecek yeni kadınlar yaratabildiğimiz için.
    her ne kadar bu gururumu incitse de -çünkü insan hiç değilse azıcık değeri olsun ister, hayır, yalan, çok değerli olmak ister insan- ne kadar canimi yaksa da o kadar da değerli olmadığımı kabullenmiştim. kadınlar erkekler kadar iyi değil, diyordum kendi kendime, fiziksel olarak erkekler kadar kuvvetli değiller, onlar kadar ağırlık kaldıramıyorlar, bombalamalara onlar kadar dayanıklı değiller; savaş alanında sinirleri de onlarınki kadar dayanıklı olmuyor, yani genel olarak bakarsak onlar erkeklerden daha değersiz savaşçılar, daha kötü silah arkadaşları. onlar yalnızca savaşçı doğurmak için kullanılan araçlar. resmi olarak kadınları erkeklerle aynı kefeye koymak âdeta bir iltifat sayılır; onları mutlu etmenin, faydalı kılmanın bir iltifat sayıldığını herkes biliyor. düşündüm, dedim ki belki bir gün gelecek, kadınlara artık ihtiyaç kalmayacak; yumurtalıkları alınıp gerisi atılacak. böylece devlet yalnızca erkeklerden oluşacak, kızlara beslenme ve eğitim sağlama gereksinimi de ortadan kalkacak. insanın emanet yaşadığını, yalnızca şu an için gerekli olduğunu ve oldukça da pahalıya mal olduğunu bilmesinin bazen ne tuhaf bir boşluk hissi yarattığını itiraf etmeliyim. bunu kabullenecek kadar dürüstken ilk çocuğumun da böyle emanet bir varlık olması büyük hayal kırıklığı olmaz mıydı? fakat öyle olmadı; neyse ki ossu bir erkek olacaktı, varlığımın da bir anlamı olmuştu neredeyse. öyle sadık biriydim ki o günlerde, leo.

    "onun büyümesini, yürümeye başlamasını seyrettim, o sırada da maryl'a hamileydim. emzirmeyi bıraktığımda onu yalnızca sabahları ve akşamları görür olmuştum; işe gitmeden önce ve işten geldikten sonra. ama bana tuhaf gelen bir şey vardı: evet, inandığım her şey bana onun devlet'e ait olduğunu söylüyordu; kreşte gün boyu silah arkadaşı olmak üzerine eğitim alıyordu ve bu eğitim önce çocuk kampında, ardından da gençlik kampında sürecekti. bizden aldığı, son derece önemli olan -ve bizim durumumuzda kontrol edilebildiği kadarıyla gayet iyi olan- kalıtsal geçmişi hariç -ki bunu da bizden önce gelen silah arkadaşlarından edindiğimizi düşünürsek 'bizim diyemeyiz aslında- gelecekte şekillenecek karakterinin kreşteki, çocuk kampındaki ve gençlik kampındaki şeflerine, onların oluşturacakları örneklere ve ossu'yu yetiştirirken koyacakları kurallara bağlı olduğundan emindim. yine de onda, senden ve benden bir şeyler fark edip duruyordum. burnunu buruşturuşunu görüp, ne komik, ben de küçükken aynen böyle yapardım' diyordum. gurur verici bir histi bu; sanki onun içinde bir yerlerde ben de büyüyüp erkek olacaktım. kahkahasını fark ettim sonra; senin kahkahana öyle benziyordu ki. sanki senin çocukluğunu izliyor gibiydim. sonra başını çevirişi ya da gözlerinin şekli.. olağandışı bir şey değildi aslında ama bana kanuna aykırı bir sahiplik hissi veriyordu. 'onun bize ait olduğu belli, diye düşünüyordum; 'bizim oğlumuz o, diye ekliyordum sonra suçlu suçlu çünkü bunun sadık bir his olmadığını biliyordum. değildi, evet ama hissediyordum işte.
    en kötüsü de bu his giderek büyüdü; karnımdaki doğmamış çocuğum içinse daha güçlü bir hal aldı. marilyn doğumunda sorunlar çıktığını, doğumun çok uzun sürdüğünü hatırlıyorsun dur belki? bunun batıl inanç olduğundan eminim ama o zaman da bunu düşünmüştüm ve bu düşünceyi kafamdan bir türlü atamadım; benden ayrılmasını istemediğim için oldu bunlar bence. ossu'ya hamileyken devlet ruhuna bağlı bir anneydim halâ; yalnızca devlet için doğuruyordum. maryl doğduğundaysa bencil, açgözlü bir dişi yaratık tim; kendisi için doğuran, doğurduğu üzerinde de hak sahibi olduğunu düşünen bir yaratık. vicdanım bana haksız olduğumu, böyle düşüncelere izin verilmediğini söylüyordu ama hiçbir suçluluk ya da utanç hissi içimde büyüyen bu açgözlülüğü silemiyordu. eğer hâkimiyet kurmaya biraz olsun yatkınlığım varsa -ki itiraf et, leo, çok da değil ama var işte yine de- bu maryl'ın doğumunda ortaya çıktı. ossu'nun evde olduğu o kısa zamanlarda onun için karar veren, ona olabildiğince söz geçiren bendim, hâlâ benim olduğunu hissedebilmek için bile olsa. o da itaat etti çünkü kreşte öğrettikleri bir şey varsa da emirlere itaat etmektir; ben de bir süre daha ona emir verme hakkım olduğunu düşünüyordum, sonuçta devlet iradesinin ve silah arkadaşlarının eğitiminin bir parçasıydı bu. ama bunun numara olduğunu biliyordum; ossu'ya karşı davranışım devlet adına falan değildi; halâ evde olduğu o kısacık zamanda sahiplik hakkımda olabildiğince ısrar etme çabamdı yalnızca.

    "maryl doğduğunda kız oluşunu nasıl sakinlikle karşıladığıma ben bile şaşırmıştım. sadece sakin de değildim, belki memnundum da. bir erkek gibi öncelikli olarak devlet'e ait değildi çünkü; bana daha çok aitti, daha çok bendendi çünkü bir kızdı.
    "daha sonra hissettiklerimi nasıl anlatabilirim sana acaba? maryl'ın tuhaf bir çocuk olduğunu biliyorsun. ne sana benziyor ne bana. atalarımızdan birine benziyor olabilir ama bilemiyorum da, çok geçmiş bir zamandan olmalı. maryl işte o. çok basit bir şeymiş gibi geliyor ama çok tuhaf da aslında. başından beri, konuşmaya bile başlamadan önce olayları kendi penceresinden görmüş olmalı o. sonra da biliyorsun işte. çok farklı diğerlerinden.

    "açgözlü bağlılığımın zayıfladığını hissettim onunla; maryl benim değildi. oturur, kendi kendine fantastik hayali hikâyeler anlatışını -ya da alıntılayışını ya da her neyse işte- dinlerdim uzun uzun; kesinlikle kreşte öğrenmiş olamazdı bunları. nereden öğreniyordu o zaman? masallar genel mirasın bir parçası olup da sonradan gelen nesillerde ortaya çıkamaz sonuçta! kendine ait bir melodisi vardı onun ve bizden de almamıştı bunu kreşten de. bu düşüncenin beni nasıl sarstığını, nasıl korkuttuğunu anlayabiliyor musun? maryl'dı o. başka kimseye benzemiyordu. senin, benim ya da devlet'in istediği şekle sokabileceği bir kil parçası değildi. benim sahip olduğum ya da yarattığım bir de değildi. yeni, çekingen ve tuhaf bir histi bu; kendi çocuğuma hayran kalmıştım. bana yakın olduğunda sessizleşiyor, sabırsızlıkla beklemeye geçiyordum. belki ossu da kendi içinde başka biriydi diye düşünmeye başladım ama o çoktan öyle uzaklaşmıştı ki kendini nasıl saklayacağını biliyordu. ona karşı çok açgözlü olduğuma pişman olmuş, nihayet onu rahat bırakmıştım. hayatımın bu dönemi merak, heyecan ve yaşamla doluydu.

    "derken bir çocuğumuz daha olacağını fark ettim. bundan daha doğal bir şey olamazdı aslında ama benim için çok büyük, çok ezici bir şeydi bu. korktuğumu söylemek tam olarak doğru olmaz sanırım; bana bir şey olacağından ya da doğumdan falan korktuğum yok. içime bir korku düşmüştü çünkü anlaşılmaz bir şeyi kavrayabilirmişim gibi hisse diyordum ilk defa. üçüncü çocuğum olacaktı bu ama yine de daha önce doğurmanın ne demek olduğunu tam olarak hissedememiştim. artık kendimi pahalı bir üretim makinesi ya da açgözlü bir mal sahibi olarak görmüyordum. neydim o halde? bilmiyorum. olanlar hakkında hiç söz hakkı olmayan, yine de üzerinden böyle bir şeyin yaşanıyor olması içini coşkuyla dolduran biriydim. içimde bir hayat şekilleniyordu; şimdiden kendine ait özellikleri, bir karakteri vardı ve ben bunların hiçbirini değiştiremezdim. çiçeklenen bir daldı o ve ben köküm ya da gövdem hakkında hiçbir şey bilmiyor ama derinlerimden yayılan özü hissedebiliyordum...
    "bu kadar uzun konuşmak zorunda kaldım ama yine de beni anlıyor musun bilmiyorum. yani bizim de ötemizde bir şeyin var olduğunu anlıyor musun bilmiyorum. içimizde doğan bir şeyler var. biliyorum bunun ağza bile alınmaması gerekiyor çünkü hepimiz devlet'e aitiz ama sana söylemek istedim, yoksa hiçbir şeyin hiçbir önemi yok zaten."
    kallokain, ithaki yayınları, 1. baskı sayfa 166-170

    --- alıntı ---
    ----- spoiler sonu -----

    toparlamak gerekirse, kallocain bize tıpkı kara dörtleme'nin kurguları gibi kara bir gelecek sunuyor. 1984, biz ya da cesur cesur yeni dünya gibi kapsamlı bir roman dünyasından ziyade fahrenheit 451 gibi uzun bir öykü olduğunu düşündüğüm bu kurgunun tekrar tekrar saydığım eserlerin aksine sinemaya henüz uyarlanmamış olması ayrıca dikkat çekici. eser 1984 gibi kapsamlı bir olay örgüsü sunmasa da gene de eserin senaryolaşmaya değer olduğunu kesin.
    kara dörtleme bu kadar popülerken kallocain neden pek popüler değil diye insan düşünmeden edemiyor. ben beğendim, tavsiye ederim.
    ayrıca;

    (bkz: brave new world/@lyonais)
    (bkz: fahrenheit 451/@lyonais)
  • ütopyalar güzeldir ancak distopik romanlar onlardan daha güzel diyorsaniz bu kitap okunulasi.

    ithaki bilim kurgu serisinde yer alan kitap cesur yeni dünya yada 1984 kadar sükse yapmamıs .
    popülist yaklaşımlardan uzak kişinin beynine girmenin çocuk oyuncağı olduğu bir distopya ile karşı karşıya kalıyoruz.buda istemsiz olarak cesur yeni dünya ile kıyaslama yapmak zorunda bırakıyor.
    dünya devlet savaş hazırlığı içinde ve 7 yaşından büyük çocukların asker olarak yetiştirildiği bir yer.
    kitapta baş kahramanı olarak leo karakteri kullanılmış ve leo bir kimyager.
    öyle bir buluşa imza atıyor ki enjekte edildiğinde devletten sır saklayamayacak bir yalan makinesi:).

    leonun bulduğu ilaç kitaba ismini vermiş.
    kitabın adı leonun deneyleri de olabilirdi.
    her buluşun kötü tarafları olabildiğini ilaç yasallastiktan sonra keşfediyor kahramanımız.
    ama artık çok geç.

    karin boyle bu güzel romanı hediye edip 1 yıl sonra intihar etmiş ve değeri anlaşılmamış bir isveç romanı.distopyalarda 1984 den sonra ikinci sıraya aldım kendini kesinlikle tavsiye edilir.
hesabın var mı? giriş yap