• nitel veya nicel olarak mevcut olan kadari ile idare etmek, tatmin olmak.
  • ks. kanaat lokantasında kahvaltı etmek
  • (bkz: kıt kanaat)
  • çoğa kanaat etmeyen azı hiç bulamaz*.
  • bitmeyen bir hazinedir, kanaat etmek.
    cenâb-ı hak buyuruyor:

    bismillâhirrahmânirrahîm

    “nice canlı var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez.) ama onları da sizi de rızıklandıran allâh’tır. o her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (ankebût, 60)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (müslim, zekât, 125)

    rasûlullâh (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

    “kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (deylemî, ııı, 236/4699)

    kanaatsız kimse zengin bile olsa, fakir ve muhtaçlardan daha fazla huzursuz ve sıkıntı içindedir. zîrâ o, ne kadar mal kazansa da doymayacak, sürekli daha fazlasını isteyecektir. kanaat yoksulu insanların bu hâlini, allâh rasûlü (sav) şöyle tasvîr eder:

    “insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. fakat allâh, tevbe edenin tevbesini kabûl eder.” (buhârî, rikâk, 10; müslim, zekât, 116-119)

    demek ki kanaatsizlik günâhından tevbe etmek lâzımdır. efendimiz (sav), bu durumdaki kimselere şu tavsiyede bulunmuştur:

    “sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (buhârî, rikâk, 30)

    her güne bir esma-ül hüsna (allah’ın en güzel isimleri)

    el-mâcid: şanı yüce olan, keremi bol olan, yardımı çok olan, in’âm ve ihsânı bol olan demektir.

    kısa günün kârı
    kanaatle zenginleşen bir kalb, dünyevî endişe ve korkulardan selâmet bulur. rûh, sonsuzluğu idrâk eder ve böylece mü’minde fânî hazların câzibesi son bulur.

    lügatçe

    kanaat: elindekini yeterli bulma, yetinme.
  • kanaat etmek, kendisine verilen ile yetinmek, başka hiçbir bir şeye özenmemek, özellikle çekememezlikten, kıskanmaktan uzak durmaktır. kanaat eden kimse, bitmeyen bir hazineye sahip olandır.
    cenâb-ı hak buyuruyor:

    bismillâhirrahmânirrahîm

    “nice canlı var ki rızıklarını kendileri taşıyamaz (temin edemez.) ama onları da sizi de rızıklandıran allâh’tır. o her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (ankebût, 60)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “müslüman olan, kendisine yeteri kadar rızık verilen, allâh’ın kendisine verdiği nîmete kanaat eden kimse, şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (müslim, zekât, 125)

    rasûlullâh (sav) efendimiz şöyle buyurmuştur:

    “kanaat, bitmez-tükenmez bir hazinedir.” (deylemî, ııı, 236/4699)

    kanaatsız kimse zengin bile olsa, fakir ve muhtaçlardan daha fazla huzursuz ve sıkıntı içindedir. zîrâ o, ne kadar mal kazansa da doymayacak, sürekli daha fazlasını isteyecektir. kanaat yoksulu insanların bu hâlini, allâh rasûlü (sav) şöyle tasvîr eder:

    “insanoğlunun bir vâdi dolusu altını olsa, bir vâdi daha ister. onun gözünü topraktan başka bir şey doyurmaz. fakat allâh, tevbe edenin tevbesini kabûl eder.” (buhârî, rikâk, 10; müslim, zekât, 116-119)

    demek ki kanaatsizlik günâhından tevbe etmek lâzımdır. efendimiz (sav), bu durumdaki kimselere şu tavsiyede bulunmuştur:

    “sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana baktığı zaman, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.” (buhârî, rikâk, 30)

    her güne bir esma-ül hüsna (allah’ın en güzel isimleri)

    el-mâcid: şanı yüce olan, keremi bol olan, yardımı çok olan, in’âm ve ihsânı bol olan demektir.

    kısa günün kârı
    kanaatle zenginleşen bir kalb, dünyevî endişe ve korkulardan selâmet bulur. rûh, sonsuzluğu idrâk eder ve böylece mü’minde fânî hazların câzibesi son bulur.

    lügatçe

    kanaat: elindekini yeterli bulma, yetinme.
  • “bu işler böyle yürür” şeklindeki zihniyet hatası, kanaat etmesi gereken müslümanlar için son derece yanlış bir anlayıştır.
    ruhlarımızın huzur bulabilmesi için her şeyden önce “hâle rızâ ve kanaat hazinesi” gibi mânevî hassâsiyetler, gönüllerimizde en büyük zenginlik olarak yerini almalıdır.

    cenâb-ı hak buyuruyor:

    bismillâhirrahmânirrahîm

    “mallarınızı aranızda bâtıl sebeplerle yemeyin! insanların mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, onları hâkimlere rüşvet olarak vermeyin!” (bakara, 188)

    rasûlullah (sav) efendimiz buyurdular:

    “allah teâlâ müttakî, gönlü zengin, kendi hâlinde, işiyle ve ibadetiyle meşgul olan kulunu sever.” (müslim, zühd, 11)

    gayr-i ahlâkî reklâmlar, iş hayatında câzibeleriyle müşteri çekecek sekreterler, bugünkü ticâri hayatta en çok göze çarpan yanlışlardan bâzıları. bu gibi faaliyetlerde kazanç hırsıyla dünya menfaati âhiret endişerinin önüne geçmiş olduğundan, nefis; “bu zamanda bu işler böyle yürür!” diye içi boş mâzeretler üreterek işin haram tarafını gözardı ettiriyor. hâlbuki hiçbir yanlış adımın, doğru bir mâzeret ve niyeti olamaz. hele “ben ileride daha çok hayır yapmak için kazanıyorum.” diyerek haram-helâl ölçülerini çiğnemek, en hayırsız bir yöneliş ve nefsin aldatmacasıdır.

    toplumların ve sistemlerin, büyük sermayeler tarafından şekillendirilmesine dayanan kapitalist zihniyetin, hiçbir mânevî tarafı yoktur. bilâkis o, nefsâniyeti palazlandırdığı için, mâneviyâtı zaafa uğratan bir sistemdir. zira bu sistem, vicdan sorumluluğu telkin etmez, bilâkis gözyaşı ve merhameti unutturur.

    israf ekonomisine yönelik ticaretten kendimizi muhafaza etmeliyiz. çünkü israf, konfor ve lüksün artması, toplumu perişan etmektedir.

    israf yönünde dengesiz harcamaları arttıran kredi kartları da iktisâdî tuzaklardır, sömürmedir. ihtiyaçlar buna mâzeret olamaz.

    bu öyle bir harcatma tuzağı ki, sırf birileri kazansın diye, fakirleri bile acımasızca bu tuzağın içine çekmektedir.

    bu tavır, sadece îmânî bir tehlikeye kapı açmakla kalmayıp toplum ahlâkının çöküşüne de sebep olmaktadır. bunda ise birinci derecede vebâli bulunanlar, sâde ve mütevâzı bir hayatı tercih etmek yerine, aksine güç gösterisiyle lüks ve israf içinde yaşayan, üstelik mâli imkânları zayıf insanları da bu hayata özendirerek onların şartlarını zorlamalarına sebep olan, gâfil ve menfaatperest zenginlerdir.

    dinin başlıca emirlerinden olan tevâzû ahlâkı kaybolup zengin ile fakir arasındaki uçurumu gidermeye medâr olan zekât, sadaka ve infak ortadan kalkınca, toplumda birçok kurbanlar ortaya çıkmaktadır. yapılan yaldızlı ve yanıltıcı reklâmlar yüzünden nice zavallı insan, gayr-i meşrû yollara tevessül etmek durumunda kalmaktadır.

    meselâ fakir bir kızcağıza binbir cilâlı reklâmla: “sen ancak şu tarz elbiselere ve şu davranışlarla daha çok alâka görürsün. şöyle yapar ve yaşarsan daha câzibeli olur ve topluma kendini kabul ettirirsin!” gibi aldatıcı telkinler edile edile o kızcağızın dünyası alt-üst ediliyor. neticede zavallı kızcağız, mâlî gücünün yetmeyeceği bir hayatın hasretine ve hırsına kapılıyor. fakat arzunu elde edemedikçe, ihtirası daha da körükleniyor ve en sonunda, ne hazindir ki, meşrû olmayan yollara düşerek kendisini toplumun çöplüğünde buluyor… (osman nûri topbaş, müslümanın para ile imtihanı, erkam yay.)

    her güne bir esma-ül hüsna (allah’ın en güzel isimleri)

    el-mukaddim: arzu ettiğini öne alan, ileri geçiren, yakınlaştıran demektir.

    lügatçe

    müttakî: allah’ın emirlerini yapıp yasaklarından kaçınan.
    gayr-i ahlâkî: ahlaka aykırı, ahlaksızca.
    tevâzû: alçak gönüllülük.
    tevessül: 1. allah’a yaklaştıracak iş işlemek. 2. başlama, girişme.
  • olan ile yetinmek, kabul etmek
  • (bkz: şükretmek)
hesabın var mı? giriş yap