• (bkz: sait faik abasiyanik) in ilginc bir oykusu garip ki$iler ve yaptiklarini anlatmaktadir icerik olarak .
  • seneler once okuduğum ilginç bir azim öyküsüydü(ya da ben oyle sandım o zaman) sevgilinize her karanfil verisinizde ve her domates suyu içişinizde bilmemkimi * hatırlayın gibi bir mesajı vardı
    yamulmuyosam
  • ismi nedense çok hoşuma gitmiş bir hikayedir. bahçelerde çalışıp toprakla uğraşarak yaşamını sürdüren kör mustafa'nın çalışkanlığını, azmini ve yaptığı işe duyduğu sevgiyi anlatır. lise edebiyat kitaplarının demirbaşlarındandır. anafikrini "o yedikleriniz içtikleriniz kendine kendine olmadı, saygı gösterin, hepsinde emek var alın teri var." şeklinde özetleyebiliriz.
  • burgazada'da geçmektedir.
  • okurken akılda en kolay canlanan öykülerden biri olduğundan, ne kadar çok zaman önce okursanız okuyun, kolay kolay unutmayacağınız ayrıntılarla dolu güzelim sait faik öyküsü. bir de, derin hissiyatlı bir yönetmenin elinden izlemeye doyulmaz bir kısa film olarak hayal ederim bu öyküyü epey bir vakittir...
  • sait faikin ne kadar overrated olduğunu ortaya seren siktiriboktan öykü...hayatımda hiç sait faik okumamıştım, hatta bu öyküyü de edebiyat bilgisine çok güvendiğim bir arkadaşımdan laf arasında duymuştum. sonra bugün facebookta karşıma çıktı ve işte o an olan oldu o çapkın rüzgar uçurdu eteklerini...rezillik. daha da okumam sait mait.
  • sonuç kısmını öyle güzel bağlamıştır ki sait faik abasıyanık sadece bu kısmını okuyarak bile hayata karşı bakış açınızı değiştirebilirsiniz.

    "kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler."
  • "..kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. hayır, şimdi insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum.."
  • “küçük bir çam ormanı. vakit sabah. arı, sinek, kuş sesi. bir siyah gözlükten görülen yerde ve ağaçlarda güneş parçaları. sonra uzak, göğün, kendi renginden biraz daha koyu kıyılara giden hudutlu bir deniz... işte böyle bir yerde köyün insanlarını düşünüyorum. kitaplar, bir zaman bana, insanları sevmek lazım geldiğini, insanları sevince tabiatın, tabiatı sevince dünyanın sevileceğini, oradan yaşama sevinci duyulacağını öğretmiştiler. hayır, şimdi insanları, kitapların öğrettiği şekilde sevmiyorum. şiirler, romanlar, hikayeler, masallar bana bu ilmi tahsil ettirmişlerdir. beyinin vapurdan iner inmez çantasını kapan uşaktan iğrenmemeyi, sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adamın çalışmadığını kendi kendime öğrendim. ama şu sabahleyin altı buçukta tabiatla kavga için sokağa fırlamayan adam, isterse akşama kadar insanları aldatmak için didinsin. kaç para eder! gözümde, milyonu olsa da, kalp para ile metelik etmez.
    şimdi artık kimi sevdiğimi, kime saygı duyduğumu biliyorum. günlerden beri kafamı bir adam kaplıyor (işgal ediyor dememek için).
    köyde ona, “kör mustafa” derlerdi. bir gözü sola doğru biraz kaymıştı. sağ tarafının beyazı ile gözkapağı arasına ciğer kırmızısı bir et parçası oturmuştu. böyle mi doğmuştur? yoksa çocukken bir şey mi batmıştır?... bu arızalı göz, öteki gözden daha parlaktır, daha siyah, daha canlı, daha zekidir. bana, bir kamburu hatırlatıyor bu göz; tuhaf değil mi: bir kambur insan çirkindir ama, bütün kamburlar iyi yürekli, sevimli insanlardır. arkadaş canlısıdırlar, şendirler. ne severim kamburları!...
    işte, kör mustafa’nın bu gözü de bir kambur insanın ruh haletini içine sindirmiş, şıkır şıkır, pırıl pırıl, sevimli, çapkın, canlı bir gözdür. öteki doğru dürüst göz, onun yanında, mahçup, sönük, tatsız tuzsuz, pek de kibirlidir.
    kör mustafa, bahçelerde çalışır, gündeliğe gider, sarnıç sıvar, dam aktarır, kuyu kazar...
    bizim köyün lodos tarafı gayri meskundur. orada fundalar, yabani meşe palamutları, kocayemişler, çalı süpürgeleri bir türlü ağaç haline gelmeden, ama ağacı taklit edercesine gelişir, birbirinin içine girmiş yaşarlar. bütün bu fundalıklar fino kilisesinin malıdır. kocaman, kirli sakallı, cin gibi bir papaz fundalıklar “bizimdir” diye, arada bir dolaşır. isteyen olursa ucuza kiraya verir. ama kimse kiralamaz. çünkü, orman memuru buraları, orman kanunu gereğince orman sayar. aralarında üç beş ufacık çam ağacının boğulduğu yabani, cüce, oduna bile gelmez çalı çırpı; orman memurunun, orman kanunu sayesinde mes’ut yaşar.
    kör mustafa nasıl becerdi bilmem... denize diklemesine inen bu çalılığın bir kısmını ne pahasına ayıkladı, biliyor musunuz; tırnakları pahasına. o çalı çırpının sere serpe geliştiği, bu denizlere diklemesine inen toprak öyle taşlık, öyle taşlıktı ki... sonra mustafa gündüzleri başka yerde çalışmak zorundaydı.
    akşam olunca çalıların arasına sakladığı kazmasını alıyor, gün ağarıncaya kadar söküyor, koparıyor, kazıyordu. kazdıkça kaya, kazdıkça taş. bütün bir yaz, bütün bir kış, orman memurunun tazyiki, çalı, palamut, defne, kocayemiş, diken, ot, kök ona karşı koydular. bu korkunç mücadeleye üç evlek toprak için mustafa’dan başka bizim köyde kimse girişemezdi.
    kaya bitip de yumuşak, esmer, pembe bir funda toprağı bir karış meydana çıkınca bir meşe palamudunun korkunç yılan gibi kökü önüne çıkardı. onu sökünce, orman memurunu karşısında bulurdu. o gidince, zehirli bir diken başparmağını şişirirdi; kazma körlenir, kürek bulamaz, taş dağ gibi yığılırdı. insan büyüklüğünde bir kaya, yumuşak toprağın üstünde, altındaki bir insan büyüklüğünde cüssesini hiç belli etmeden yosunlu yüzüyle dikilir. ormanları, tırnakları, ayakları, göğsü, sırtı, bütün kuvvetiyle dayanır, onu yener, yıkardı. kazma iş görmediği zaman yumruğu, yumruğu yetmediği zaman parmakları, parmakları kalın geldiği zaman tırnakları ile toprağı tırmalardı...
    bir sonbahar günü baktı ki, küçük çam ağaçları filizi, körpe diken yapraklarıyla, üç beş kocayemiş çıngıl çıngıl yemişleriyle yer yer esmer pembe, kül rengi toprağa saye salar. biz görenler:
    -bakarsan bağ, bakmazsan dağ olur, dedik.
    bilmedik ki dişle, tırnakla, kanla, canla tabiat denilen canavarı yenmek lazımdır. bendeniz bu mücadeleye şahidim. mustafa’nın kör gözü, hiddetten ala bulandığı günleri hatırlıyorum. “hay arslan mustafa”, der; uzakta bir çam gölgesinden korkunç kavgayı seyrederdim. bu kavga, romalı esirlerin arslanla döğüşmesinden şu itibarla farklı idi ki, romalı esir, arslana bir çeyrek saat içinde yeniliyordu. mustafa, ejderhayı bir sene içinde, bazen ümitsizlikten, bazen ümitten yeniyordu.
    bir sabah her zamanki çamın altına vardım ki, bir köylü kadın, üç yarı çıplak çocuk garip birtakım taşlar, tahtalar, saçlarla birşeyler yaparlar. bu, her tarafından poyraz, lodos, gündoğusu, keşişleme, yıldız, karayel rüzgarı giren bir evdi. mustafa arkasına yeşiller giymiş güçlü kuvvetli bir kadın takmış, üç evleğine çizgiler, ocaklar açıyordu.
    -arslan mustafa, dedim, su buldun mu, su?
    -deniz kıyısında eski bir kuyu vardı. tuzlu bir parça ama, idare edeceğiz. şuraya bir sarnıç kazabilsem...
    onu gördün mü toparlanıyor; hayret, sevgi ve saygı ile bakıyorum. koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum.
    küçük hanımlar! bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir. dikkat edin, belki mustafa’nınkilerdir. küçük beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. yunan tanrılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızda hissedersiniz, emin olun ki mustafa’nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır.”
    sait faik abasıyanık
  • "koca yaylamızın üzerinde böyle milyonlarca insan bulunduğunu düşünüyorum. yine dünya yuvarlağı üzerinde böyle milyonlarca insanın tırnakları, nasırları, çirkinlikleri, tek gözleri, tek kollarıyla, bir ejderha ile kavga etmek için bekleştiklerini düşünüyorum.
    küçük hanımlar! bugünlerde bir gün nişanlınız size koyu al renkli karanfiller gönderecektir. dikkat edin, belki mustafa?nınkilerdir. küçük beyler, domatesler göreceksiniz çarşıda. elmalar, ferik elmaları gibi kokulu, şekerli, tatlıdır. keserseniz içinde çekirdekleri altın gibi parlar. belki de lokantada bir gün şişelere doldurulmuş bir domates suyu içersiniz ve tadını fevkalade bulursunuz. yunan tanrılarının ölmemek için içtiği nektar lezzetini damağınızda hissedersiniz, emin olun ki mustafa'nın domateslerinden bir tanesi, içtiğiniz suya katılmıştır."
    bütün 21. yüzyıl tartışmalarının, sorunların ve çözümlerinin kısacası her biri kaliteli bu çağın saçmalıklarının ötesinde sait faik'in şu satırları altında azıcık gölgelenmek, hafifliği hissetmek. işte bir yazar böyle büyük olur dedim okuyunca. esintisini cömertçe dağıtan ve bunun için uğraşmasına, süslü kelimelere ihtiyaç duymamasına rağmen.
hesabın var mı? giriş yap