• küçük iskender'in gözlerim sığmıyor yüzüme isimli, debut kitabının son bölümü (diğerleri: "her şairin infazı kalem tutmasıyla yazılır!", "cangüncem'in gri sayfalarına şavkı düşer halkımın", "şehsuvar" ve "gözlerim sığmıyor yüzüme"). sırayla "kerem dedi ki", "şule büyüyünce orospu olacak..", "şule'nin haminnesi parti kuruyor..", "kerem"in dedesi tevfik fikret miymiş?!", "kerem diyemedi ki.." "şule kerem'i kimsesiz kimselere bırakıyor", "kerem'in kardeşini vurdular!." ve "konuşma! yeter! şule! sus! yoksa seni vururum!" isimli 8 bölümden oluşur ve küçük iskender'in en güzel şiirlerinden biri olan bir bonus track* barındırır içinde ki, mevzubahis şiir* bu bir nevi ırmak şiirden* çok daha fazla tanınır ve bilinir...
  • şule :
    fiiller sandılar ki
    büyük cümlelerde
    yüklemlere girer girmez adam oldular
    oysa onlar çoktaaaan anlamlara ihanetten
    sözlüklerde idam oldular!...
  • gerekirse, gerekiyorsa ayrılırız şule, böyleymiş deriz
    güleriz
    şüphesiz! yalnız
    sen, beni bırak, insanlığa-aydınlığa ve gönence dönersen arkanı
    yaratılana sığınıp kanlı kanlı darben
    usta çırak cinayetin olurum senin!

    seni
    harcarım şule!
    beni bilirsin. hem de
    iyi bilirsin!

    kız! kendi ellerimle toprağa gömerim
    topluma gömerim seni...bilesin!
  • küçük iskender'in 1988'de, henüz 24 yaşındayken yayımlanan gözlerim sığmıyor yüzüme adlı ilk kitabında yer alan ve
    1. kerem dedi ki
    2. şule büyüyünce orospu olacak..
    3. şule’nin haminnesi parti kuruyor..
    4. kerem’in dedesi tevfik fikret miymiş?!
    5. kerem diyemedi ki..
    6. şule kerem’i kimsesiz kimselere bırakıyor
    7. kerem’in kardeşini vurdular!.
    8. konuşma! yeter! şule! sus! yoksa seni vururum!
    adlı sekiz bölümden oluşan şiiri.

    1. kerem dedi ki

    matematiği sevmeyen çocuklar sevdim ben
    kimsenin adını bilmediği, kimsenin çözemediği
    geometri problemlerinde..
    gül suyunda yıkanmış, yakasına gül ağacı takmış
    kadınlar sevdim ben, künyelerinde kendimi ezberledim
    evlerinde uyandığım sabahlarda o kadınların
    pencereleri giyotin oldu saçlarıma
    jilet gibi kesti rüzgâr acımı
    kedilerim vardı avuç avuç, avuçlarımdan süt içerlerdi
    kuyruklarına jöle sürüp geceleri pavyonlara giderlerdi
    bize hayattan söz et derlerdi bazı akşamüstleri
    susardım, bilmezdim, gün bana hiç batmayacak gibi olurdu
    ayılacak gibi olurdum..

    ey gemiler, şilepler diye haykırırdım
    size kaç defa söyledim
    yırtmayın şu maviyi n’olur boylu boyunca
    orhan veli öldü be efendiler, kim dikecek şimdi
    canım denizi..
    makaramı, iğnelerimi yutan korkuluğu
    babam sanırdım, mezuralarımla yağardı yağmur erdemime
    o kambur mezarlıklarda ölüleri, o aptal ve habis ölüleri
    yaşadıklarına inandırırdım. kaldırırdım yüzümü
    ihtilaller sonrasına bakardım, devrimler sonrasına
    üstüne almazdı sorumluluğunu sevgilimin
    hiçbir sıfat, ne bir imge. kararınca üstelerdim..

    üstüme eski oyunlardan kalma bir pardesü geçirir
    sokaklara fırlardım, elime geçen adamı
    ceplerime atardım soluk soluğa, sait’i, panco’yu
    orkestralara girerdim, bas bariton bir temmuzu çalarlardı
    bach’ın donuna tükürür, çükünü koparırdım
    oyalarla, nazar boncuklarıyla süsler
    kütüphaneme asardım, korusun diye beni şeytandan
    belki doğmamış olurdun sen daha, büyümemiş.. belki..
    hiç şefkat görmemiş, şeftali reçeli tatmamış uygarlıklar gibi
    karagöz intiharlarıma hacivat taklidi yapardın, aldanırdım
    hiç bayram harçlığı almamış bir tanrı silueti gibi
    ağlardın, gizlenirdin belki de bir köşede kendi içine
    oysa yoktu ki köşeleri o üçgenin
    dudaklarınla dudaklarım, sözcüklerimiz arasındaki üçgenin
    ağzına sıçayım ki sevdim ben
    böyle en önce, eperken genç ölmeyi
    ve hasretimi ve memleketimi
    bereketi ulan bereketi
    beklentilerimi, beklemeyi sevdim hep..

    ilkbahar tanlarına hep cilalı taş devri diye uyandım
    biblolar arakladım sessizce
    cihangir’den tophane’ye inen dükkânlardan.
    — bana şurdan bir paket birinci alır mısınız?
    paslı liralarla bir baş uzanırdı aniden
    divan edebiyatı müzesinin kapısından. ve zamandan
    bana
    zenci gözlü menekşeler getirirdin sen, ellerin elit
    ellerin hiç kutlanmamış bir anneler günü..
    oysa ben o papatyalan sevdim, kırlarda kör olduğum
    çağlarda

    kuru böcekler biriktirirdim gözkapaklarımın altında
    köprüaltında ölümü ve dirimi ve vekilliği bekledim
    en lacivert karda, en kanlı baharda ve en militan duvarda
    senin bir yaz dönümü akdeniz’de boğulan rengin
    kıyıya çıkartılmış cesedin gibi
    tir tir titreyen güzelliğin gazellerimde.
    ben de, kedilerim de, sade canlılarız. karışamaz kimse!
    ben en cüzzamlı albatroslardan dinledim
    şarkılarını. rodostan el sallayan cin bir ağaçtın
    belli belirsiz,
    onlara görünmeden gelmiştin belli, korkuyordun,
    kapıyı açar açmaz sarıldın bana
    hıçkırıyordun galiba, sevgime ve sevişmeye
    ve dövüşmeye açtın..

    ah şule
    eksik bıraktığım sözcüklerdeki harfler gibiydi mimiklerin
    esrik bıraktığım yollarda bıçaklanmış katırlar gibi
    kalçaların. parmaklarıma çakılı nalçalarla kanattım
    omuzlarını. dilin kıvrıldı, yağlı ve iri bir yılan
    ağzımın içinde kendine
    sonu mutlu biten bir masal aradı..

    — kaç diye haykırdın, kaç git buralardan,
    yine yasak zamirlerle yazmışsın şiirlerini
    polis bugün telefonla seni aradı.
    komiserin, emniyet müdürünün, mürdüm eriklerinin
    ve cinayetin ve işkencenin ve beyaz gecelerin
    sana çok çok selamı var!

    ağzına sıçayım ki seviyorum ben
    böyle en erken, epönce genç ayrılmayı
    ve kudretimi ve hürriyeti
    rakıyı, karıları ve oğlanları — ki hepsi de sahipsizdiler
    ozanları seviyorum..

    panait istrati’yi hep okumadan sevmiştim
    denizi görmeden seyretmeyi, türküyü işitmeden söylemeyi
    hayatı yaşamadan ölmeyi sevmiştim ben hep..
    onurla el kol hareketleriyle, dilsiz alfabesiyle anlaşabilmek
    bir entellektüel caniyle oturup kumkapı’da dertleşebilmek
    enflasyon konusunda
    ve en kalabalık bebek otobüsünde kavga çıkarmak
    yalnızlık hususunda..

    hayatını
    yükleyip şiirinin sırtına
    taşımayı
    belki de en iyi rilke bilir
    ama rilke’nin ölüsünü
    kim bilir kaç kişi sırtlayıp da taşıdı ha
    sorarım, bunu kim bilebilir?

    ve
    şiirse
    gerekirse
    her an hayatı sırtından
    çekinmeden bir vahşi at gibi
    silkip atabilir!

    madem öyle, polis diyorsun
    çabuk
    bu ana bir taze istanbul sığdırmalıyız alelacele
    bu ana özgün bir ecel, haç biçiminde bir özel bir
    ızdırap sığdırmalıyız.
    bu ana bir anne, bir çocuk; bir anne: topal, bir çocuk:
    ruhsuz
    bu ana bir samurai görkemi, bu ana rahmin ana dilini
    karakterlerimizin dinini sığdırmalıyız..
    sığ bir vücudun hep arzulandığı halde dokunulmamış
    bir yerinin öksüz tenini sığdırmalıyız
    çabuk ol, hadi, yaşanmamış yılların terini sığdırmalıyız bu
    ana
    yaşanmamış yılların gözyaşını, kahkahasını ve
    mutluluğunu..
    unutmak insan bazen
    ne kadar soylu geçinip ne kadar soysuz bir erguvan
    olduğunu..
    henüz dinlenmemiş kasetlerimiz, henüz gidilmemiş
    tiyatrolar
    sinemalar, cafeler ve henüz okunmamış kitaplarımız
    henüz yazılmamış şiirlerimiz
    henüz döllenmemiş bebeklerimiz var bizim.,
    ikimizin bir ordusu var hayretlere, hayaletlere karşı

    ve tanrım
    ne kadar umarsızız şu dakika sevgimize karşı
    farkında mısın
    kapının zili, sirenler onlar, korkutmaktan anlar
    bir gün sinerler..
    son kez öpeyim bari senin o hep beni
    kahreden kaderinin üstünden
    pek vaktimiz kalmadı sanırım artık
    hadi sen önden çık, önden sen çık sevgilim
    şiirin, bu anın içinden!.

    bu şehir benimle
    aynı fotoromanda oynadı asırlarca
    üstüste sigara yakan tiryakiler gibi
    sirtakiler beğendik beyoğlu vitrinlerinde
    gecenin bir yarısı öte yarısına benzemedi
    elmalar, kilise sıralarında bulunmuş
    üstünde ısırık çiçekleri bitmiş elmalar
    gece olmak nasıl bir şeydir
    pek bilmezler o halde!
    o halde bu oyuncuların hepsi
    yağmurla geldiler. yani, yağmurdandılar..
    mağazalarda 38 numara yılan derisi kadın papuçlarını
    kutularından teker teker çıkarıp çıkarıp deneyen
    deneysel istiklal caddesinin ta kendisi gibi
    bir yalnızlıktı. yalnız adamı oynayan çocuklar — birden —
    — ki matematiği, ki yalanı, ki aldatılmayı
    sevmeyen o çocukları delilerce sevmiştim ben —
    toplumsal bir dille homurdandılar.
    imla hatası yaptık savaşırken. oysa onlar
    o caddelerde vuruşmuş, sanki hararetle eski iskeletleriyle
    buluşmuş
    ölü yiyen profesör kadınlar gibi çekingen ve zekiydiler
    bizzat, evet bizzat, ben kendim şahidim
    güçleri yettikçe kendi kendine büyüyen o çocuklar ki
    bağırırdım çatlayan misketlerini yapıştırırken, peşlerinden:
    — bekleyin!
    nereye!
    ben en çok sizinle yetinmiştim!.

    mektuplar yazacağım şubelerden şule’ye:
    kız! sen hiç komünist bir kedi gördün mü?
    manastır koridorlarındaki mağaralarda
    kuyruğunu sıkıştırıp bacaklarının arasına
    en çok can verilen hastalığın adıyla çağrılan bir sevdayla
    düşünüp hani bir de bazı dönemlerde
    düşünüp: istanbul artık feminizmle çıkıyormuş.. diye
    mırıldanıp tırnaklarını bileyip seni bilip
    bile bile
    uyuklayan... bir kedi... sen, hiç! ben görmedim..
    ben en çok sizinle yetinmiştim.
    güz, başaşağı bir piramitte lahtini arayan bir firavun gibi
    kavunsuz bir muhabbette devirmişti votka şişelerini
    birbiri ardına
    masamızda..
    sanatçılarla oturmuş siyaset makamı bir taksim’i
    konuşmuştuk!
    edip abi’nin kucağında mor bir kurbağa vardı
    bize devamlı yakup’u soruyordu: o, yani yusuf, yusuf mu
    dedim?
    `hayır, yakup
    bazen karıştırıyorum`.. gelmedi mi?
    kurbağamın ağzına kaşıkla rakı, çatalla peynir veriyordu
    çişim geliyordu, kalkamıyordum, imsak sakallı bir derviş
    gibiydi
    ece abi. devlet dersinde öldürülen oğlunun ardından içen
    bir baba gibi, şizofren arifelere sahur davuluyla kalkın
    diyordu. teraviyi kaçıracağız! hangi camii alır ki bizi abi?
    diyordum. hangi duamız tutar ki? gülümsüyordu.
    dudaklarının kenarından salya gibi bir dağ geçidi akıyordu.
    ahmet süha başını öne eğmiş
    eğridir gölünde yüzen bir kuğunun
    sudaki kırık elyazısına bakıyordu. anadolu’da eşkiya
    kurtlanır beyim ahmet beyim. biliriz biz de
    “özlemin eski tadı yok”.. velakin
    sivas kongresi ve cumhuriyet vişnesi
    üzerine yeminler edildi. bektaşi fıkralarının
    sözleriyle söylendi geceler uykusuz koymuşan beni’ler
    haydar’lar, odam kireçtir benim’ler. utanıldı hep beraber.
    hep beraber küsüldü. sonra
    hasret için bir dakika saygı duruşuna geçildi.
    kafalar bulanınca ahmet erhan bir mit, biz birer rum
    tanrı
    arasıra vurulmayı, vuruşmayı seviyorum. arızaları..

    işte şule, ben bir beykoz vapuruyum
    ben bir kamu iktisadi teşkilatıyım
    ve ben mayıs günleri arasına yerleştirilmiş
    tanıdık mayınlardanım. günlerden de
    yalnız başına içki içip küfrettiğim
    garip ama muhteşem uluslararası bir pazar!

    ne yazar! sen sevmemişsin..
    belki doğmamışsın sen daha, serpilmemişsin daha belki
    dişi hormonlarıyla beslenen bir göğüs gibisin
    çatlamaya hazır bir pazu gibi arkası yarın’sın..
    aşure yerken içinde karşılaştığım
    o zamana kadar hiç görmediğim farklı bir yemişsin
    yanımdayken tam, düşlerimdeyken
    belinden kırılmış, üzgün ve yarımsın..

    bazen karımsın, bazen metresim, bazen kilometrem
    bazen fersahım, bazen sadrazamım, bazen faşizmimsin!
    anlasana be, bazen orospum, bazen sana hiç deymeden de
    bir tek benimsin!

    işte şule
    tutuklanıyorum
    sanma ki âmâ dilenciye dilendiği için sadaka verirdim
    ona ben bazı şeyleri göremediği için acıdığımdan
    bazı şeyleri göremediği için sevindiğimden para verirdim
    hem nasıl anlarsın sen bir kekeme konuşmadığında
    onun kekeme olduğunu
    saçmalama şule, yalvarırım, insan bir kere sever de
    gözleri bakarken kekelemez olur mu?!.

    2. şule büyüyünce orospu olacak..

    şule
    bu ana bir film sığdırmalıyız alelacele
    karanlıkta yerimizi bulup oturmalıyız hemen
    yergöstericinin fenerinde bir yaşlı balina ölüsü olmalı
    hatta
    yergöstericinin o seramik yüzü sana
    müzelerden çalınmış bir goya tablosunu anımsatmak
    bileti sen kere katlayıp cebime koymalıyım
    milyar opustan meydana gelmiş hasretimi ve ihaneti
    katlayıp susup katlayıp susup cebime koymalıyım..
    patlamış mısır ve işgal edilmiş bir devlet almalıyım sana
    ve sana kaçırmalıyım o ülkenin sınırından
    toplatılmış bütün kitaplarımı, bütün dudaklarımı
    geçmişe iltica eden bir ricayla
    yanımızdaki koltuğun sahibi bin cüce geçmeli aramızdan
    aramızdan konçertolar geçmeli yüzlerce
    yüzlerce konçerto — ki bestecileri zaman olan..
    ayaklarımıza, hayatlarımıza, yüzgeçlerimize,
    solungaçlarımıza
    basmalılar
    kulağınla boynun arasına bir şezlong atıp uzanmalıyım
    can çekişen ozanların şiirlerini uzatmalıyım doyasıya
    dünyanın bütün minarelerinden, bütün çan kulelerinden
    seni itiraf etmeliyim hey şule, ey ruhunu, özür dile!
    ben senin adet kanamalarındaki son alyuvar
    sen senin şehrinde boşaltılan ilk bulvar, yıkılan ilk duvar
    katledilen son sonat, üstüne kusmuklu postalla basılan ilk
    zemin

    dur şule!
    çamurlu sevgimi kanlı kireçle boyadığın
    savaşçı yanaklarına sürmeliyim..

    telefon rehberi gibi ayrılıklar bildim ben
    alfabetik sırayla yaşanmış
    çok sır gizledim, sırla oksitledim bedenimi adeta
    sen duymadın, dokunmadın: vurdular arkadaşlarımı,
    stereo düştü şehre kış..
    mancınıktan aralık aylarında martılarımın
    kaşık kaşık çıkardılar gözlerini: o maviydi onlar
    o kahverengi
    o siyahtı, o yeşildi onlar
    anlatılır gibi değildi
    hırsım,
    bazı gecelerde
    kendim kendinden çalan
    hırsız gibi
    arsızlandım, huysuzlandım
    ağladım şule, çok ağladım!
    yaş mıydı akan yoksa ateş mi
    yumruk muydu o,
    tomurcuk mu
    piç miydim ben sanki
    yoksa bir yosmanın lades
    tutuştuğu
    firketesi, kepek çilli
    tokası..
    kaptığım gibi makası
    cenazelerde gökte
    kaburgalanan
    kasırgaları, kadırgaları
    kestim sanki
    parmak eklemlerimi
    kemirdim
    denklemler çözdüm
    sabahlara kadar
    kurallar ne derse desin
    şule
    ölüm yalnızca
    insan bu dünyada oldukça var!
    biri vardı; bir buket çiçekle, bir şişe limon kolonyasıyla
    yanında şaşkınlığı ve bir de şaşı ve habersiz halasıyla
    mezarlığa gelmişti: ali demişti, teklemişti, hastaneye
    yetişemedim..
    ben bunların hiçbirini hkketmedim şule
    haketmedim..

    çabuk!
    bu ana bir film sığdırmalıyız alelacele:
    elindeki porselen umudu düşürünce türkan
    altyazıdaki harflerin üstüne
    sözcükler kırıldılar ve cüneyt saçlarını savurarak
    atıverdi kendini aniden
    kadına doğru hızla gelen tarihin önüne
    yıllar tek tek rakkamlarına ayrılıp
    öyle birer birer saplandılar cüneyt’in yeteneğine!

    çıkalım istersen..

    şule be! sevdim be!
    sen.. kemanlarla piyanolar arasında sıkışmış bir cenabetlik
    sen.. yarım kalmış bir ölüm, yarım kalmış kambur bir
    alfabe..
    bakmıyor yüzüme general rütbeli istiklaller, anlamıyorlar
    beni
    oysa onurla başlıyor gün, yine onunla bitiyor
    onu bana soruyor her şey — her yer yine bana onu
    anımsatıyor
    aynı ben biriyle karşılaşıyorum her gece odamda
    zorla bana kendi hayatımı satıyor..
    şule
    sigara tablasında siperlenmiş iki kırık sperm gibiyiz seninle
    aynı lunaparkı aydınlatan iki ayrı sistemin iki ayrı ayı gibi
    aynı gözdeki iki ayrı renk gibiyiz
    arkasından birlikte seslendiğimiz
    o sevinçler, o denizciler, o menevişler nerede?
    olası ki haritası kafatası olan bir yerde ya da
    atardamarlarında bas-bariton bir temmuzun..

    şule!
    sen ağlıyorsun?!
    — oysa sirkeci’de bir edatsız otel yanıyor
    sen bunu bile daha bir türlü kabullenemiyorsun!
    haydarpaşa’daki trenleri
    raylarından çıkaran da benim
    bilmiyor, bilmek de bilmiyorsun..

    ayrılırsak bir daha tanışamayacağız asla
    ayrılık yabancılaşmanın mat rengidir
    zevksiz bir gökkuşağını beline dolayıp
    sokağa çıkmış
    kaşarlanmış bir orospu gibidir..

    ayrılırsak bir daha tanışamayacağız asla
    nasılsınız.. diye ince bir tülle örteceğiz
    camlarımızı. gazete kağıtlarıyla kaplayacağız
    ellerimizi. eskiyeceğiz sevgilim. ekşiyeceğiz!
    albinoni’nin adagio’sunu dinleyeceğiz farklı
    farklı yatak odalarında, farklı, farklı hazlarda
    görüyorsun kerem
    gün geliyor bütün sevdalar kirleniyor
    bütün gökler, bütün balerinler, bütün nilüferler
    hatta beyazlar da..

    bırak peşimi, lütfen, peşin hükümleri.. bırak!
    kerem, kuşlar kadar özgür ve güzel olsak da
    göğe bak sevgilim! göğe bak! görüyorsun, şu mavi
    ve hayat bizi içine alamayacak kadar ufak..

    kalbimdeki kazığı sökebilirse eğer beklemek
    yeniden dirileceğim senin dudaklarında
    bir ibadet olacak hasret

    ve senin dudaklarında patlayan
    kanlı kaynakta yıkanacağım
    beni saran bu karanlık rahimden kurtulunca
    ve karışıp suya
    mezopotamyada
    altın bir çeşmeye döküleceğim şırıl şırıl
    kim bilir ne hoştur
    kim bilir ne kadar sarhoştur toprak oralarda
    anason kokar, sonsuzluk kokar, emek ve inanç
    ve direnç kokar. oysa, kokusuzdur sonbahar!.

    çift başlı bir kertenkele yavrusu gibi
    bir dağın eteklerinde
    sosyal demokrat develer güneşlenir
    kerem, esrar içen esmer oğlanlar aralarında
    hint yağı gibi gülüşür
    o gülüşü imzalayan dişler ne de muhteşemdir..

    o ne muhteşem imzadır
    beyaz mürekkep kırmızı kâğıda
    otuz küsur kez damlamış
    ya da mühür basmış pembe bir ezanla
    kutsal bir oyuğun ortasına tanrı
    çevresine beyaz cüppeli müminler toplanmış..
    işte ben sarp sert bir damağa döküleceğim
    sesim bir tambur sesi, sesim bir kambur ensesi
    ve gölgeliklerde, göl suretlerinde
    birbirini okşayan tatlı kızların kıllı kollarında
    çelebi bir örümcek sürüsü eşliğinde akacağım..
    inan, ardından bakacağım!.
    — basra körfezindeki delikanlıların
    kabız kahkahaları olacaktır sende kalan
    serin fotoğraflarım.. onlar
    tüysüz göğüslerini rüzgâra karşı gerip
    ve orada hapsettikleri piranha yürekleriyle
    bazen aşka ve allaha karşı gelip
    hiç edilmemiş küfürler edecekler.
    olaya bak kerem! bu vahiy bir sitem!
    anlıyorsundur umarım, ben, debisi devrim olan
    milattan önce sensizlikte kurumuş bir ırmağım!
    ardından bakacağım!
    — libya’da taşa, kurda
    sütannelik edeceğim. ak memelerime
    tutunup sallanan doktrinler ve pazar yerleri
    “bana bir kilo allegro, bir kilo kuvvet
    bir kilo marmara, bir kilo da güç ve adalet”
    nihayet kerem
    barlarda cin-tonik ısmarlamaya kalkışan
    doktorlar — hepsi de solcu ve
    ağızları istikrar kokuyor olacak..
    anason kokuyor, sonsuzluk kokuyor, emek ve
    inanç
    ve direnç kokuyor olacak..
    — sevişebilir miyiz? diye soran
    ürkek, karaşın ve militan lise öğrencileri
    önce arkadaşım, sonra teker teker kocam olacak!
    portföyümü çalacak ara sokaklarda
    hüzzamdan çıldırmış hüsranımın zencileri
    ateş başlarına birikip türkü söyleyeceğiz ilkin
    sarımsak imal edilen evlere gideceğiz peşinden
    sarı imsak vakti.

    soyunacaklar, on beş yaşındaki erkekler
    sarılıp sarılıp kulak memelerimi ısıracaklar
    cılız kollarıyla korur gibi beni
    iştahla, güvenle sarılacaklar. kemikleri batacak
    güneş yerine
    akşamüstleri gözlerimde gözlerime..
    liğme liğme bırakacaklar beni paramparça
    darmadağın, darmadağın, paramparça, liğme
    liğme!
    görmemek için ayrılığı
    gölgemi dipsiz kuyulara, dipsiz uykulara attım
    ben de ağladım kerem, ben de ağladım!
    ne yazık ki, umarsız, şehvetin etli atına binip
    bu gece — son kere
    vahşetin satırlarında dağılacağız!
    ayrılacağız kerem, mümkünü yok!
    ayrılacağız!
    şule!
    unutma!
    yaşadığımız şu şey
    hayatın bize armağan ettiği çiçek dürbünüdür,
    ve yine unutma ki yarın yalnızca
    `güzel çocukların ve sabredenlerin ve
    sevenlerinmutluluğa yeniden kabul günüdür!3. şule’nin haminnesi parti kuruyor..`

    rivayet şudur ki şule’nin haminnesi halide hanım artık
    bunamıştır. renk renk sutyenleri ve hiç gitmediği
    okyanusları vardır. aşağıdakiler, şule’nin ona derdini açtığı
    bir akşamüstü, tavanarasından indirttiği ceviz kaplama
    sandıktan çıkardığı dosyalardan alınmıştır. bunlar bir
    olasılık halide hanım’ın ayrılık fantazileri üzerine m. ö.
    kurmaya kalkıştığı bîsütün partisi’nin içtüzüğündendirler:

    “mazoşistler cehenneme gitmek için sevap işler!”

    — tülbentten taç beyitlerin altına düşen bayat şehitler
    şahittirler sirozlu şehrin canverişine..
    kısraklar da kıskıvrak kişneyerek sevişeceklerdir
    kalbi yağ tutacak denizin, aort kalacak adı kız adalarının
    patlayacak bir tan vakti tam vaktinde
    apandisitleri mızıkçı akşamın ve
    asid fışkıracak yeniçeri saçlarına erkeklerin
    ve erkeklerin o dişi, o diri seslenişlerine...

    — bütün adet günlerim delikanlıdır benim
    — diyecek sağ majör mor kurbağa
    taklar kurulur bataklıklarına ensemin
    ve en sevmediğim karabataklar
    yataklarında vurulur..

    “ölümü kim yarattıysa, ölüm bir tek yine ona layıktır!”
    — zaten o alışıktır hem ölüme, hem de yalnızlığa
    bir küfreder bir küfreder bir küfreder.....
    kumarbaz bir küfre dönüşür mor kurbağa!.

    — neyse, aylardan aralıktır. ezelden beri kalabalıktır
    tabutum

    huyum bu benim, öc birikir kızım şule! bak, bir bak!
    ölüm birikir şu haminneciğinin cücüğüne..

    — hasreti kim yarattıysa mezarım o olsun
    hey gidi halide hanım, sen bir su ve orospu çocuğusun
    — gibi söylenirim bazen kendi kendime —
    hasreti kim yarattıysa, ihanetlerin suçu da ona aittir

    — velhasıl, baharlar, pekâlâ da kapitalisttir!
    — onlar ki osmanlıca kemale ermişlerdir
    mustafa kemal derler susarlar
    susadık dememeye sadıktırlar...........

    — halide hanım’ın geniş omuzlu ela gözleri
    şöyle bir sarsıldığında
    tıpkı karasinekli bir eylül ezanı ikindisi gibidir
    hey babam be! o sıra balkon harbi çatlak vermiş
    başına başına eşarp bağlamış küçük fahişeler
    cemre sarhoş olmuş, sinelere düşmüş bu defa
    emirgan korusu ebruli başını öne eğmiş..

    tabii, orası muşmuş çünkü
    miş’li geçmiş zamandan birkaç adet afet kuş
    gelip halide’nin megoşlarının ucu ucuna konmuş
    evvel azmin içinde, kalbur orgazmın içinde.
    tabii, halide seks eroinmanı bir herifin koynunda
    ve şehvet doğanın soluk alışını duymak olmuş
    “işler yolunda caanaanım!” diye diye
    halide’nin bacakarasında yoğrulup yamulup
    ve hatta unutulup kalmış umut!

    — ayrılıyoruz demiş kocası sonra
    — ayrılıyoruz demiş kocası sonra
    ayrılıyoruz, ayrılacağız halide!
    hadi, n’olur, evet ya da hayır de!
    — hayırdır demiş halide, hayırdır yusuf!
    şimdi, halide hanım üçüncü derece dul yanığıdır
    galiba aslen ağrılı, suret-i nüfustan canciğer istanbulludur..

    derler ki:
    nihayet, havalanıvermiş
    ucuca tutuşup elelesinde durdukları megoşlardan
    kuşlar
    ve bir sağanağın bir öteki rengi bir başka pazartesi öğlesi
    halide hanım’la yusuf efendi
    kalamışta ağlaşarak kopmuşlar!

    ulan sultanahmet! ulan sultanahmet!
    hepsi senin yüzünden
    sökülmedi ya cesetler birer birer çakıldıkları
    bu hemcinsim yeryüzünden
    intihar etmenin sıfatı gibi bir şey oldu.. heyhat!..
    artık yaşamak!

    derler ki:
    o günden sonra
    hep mastar halinde kalmış kalamış..

    4. kerem’in dedesi tevfik fikret miymiş?!

    deden diyor ki: ihanet nefur mahlûkların, yalnız
    şahidbazîlerin* payıdır! ey güzel çocuk, dinle;
    fakat sen bu üzüntünle
    neler terkediyorsun, hatırlar mısın?.. neler?..
    hayat, farzımuhal, istiklalin elinde engüşt-i ner
    ve ufukta, mihraptan kayalıklara bindirdiğin zaman
    bitmesi mecbur bir sefer
    ve hayat bazen fünun, bazen füsun.. biliyorsun; manasız,
    merhametsiz, ne kadar büyük âşıklar şimdi
    senin yüzünden arzın altındaki hayali vahalgâha indi
    çıkar o kalbi artık, sevdiğin yetişir;
    çıkar biraz da şu öküzler taksın göğüslerine onu
    biraz tiksinsinler, biraz titresinler
    cesaretten kızıllaşan o etin altında, piyale olsun o
    yudumlamak için rû-yi zerd-i ihaneti.. evet cesarettir
    malum, hayatın tek neferi, tek zaferi, tek katliamı
    lâkin; senin cesaretinle
    sevinemiyor âlem, ağlıyor... kerem, dinle!

    nefur: korkak
    şahidbazî: oğlancıl
    engüşt-i ner: başparmak
    füsun: büyü
    vahalgâh: bataklık
    piyale: şarap kadehi
    rû-yi zerd-i ihanet: ihanetin sararmış yüzü

    5. kerem diyemedi ki..

    eczalı ayışıkları taşımıştı beş esrarengiz küçük adam
    aksaray meydanının aksi eyaletlerinden
    laleli yokuşunun haleli yokoluşuna kadar..
    gözleri ecnebi artizlerinkiler gibi sivri ve saydam
    gözleri romen rakamları gibi keskin ve gaddar
    kerem vardı, mehmet, alper, tahsin bir de abdülhâk hamid
    duvarlarda yazıyı icad edeceklerdi, öyle icâp edecekti
    dilleri birdenbire
    tetanoslu küfre ve it sloganlara müsait
    bir yerde indim ben
    galiba
    esinledi — simledi o gece şahmerdan bir rüzgâr ve şarap
    had tarafıma — ama her tarafımı —
    arap atları kaldırdı sürdü
    saltanatımı..
    sanatımı
    hayal vitraylar altında kalan hayatıma!

    hepsinde aristokrat bir simetri
    herkeste bir halk edebiyatı yorgunluğu deyu deyu
    her şeyde terbiyeli, uslu bir isyan
    her şeyde bir kölelik ve teokrasi soyluluğu
    ve yine her yerde ihanete, ihtirasa uygun bir yan
    ve istanbul bu! başlıbaşına yakışıklı
    başlıbaşına devrimci bir heyecan!

    bütününde bir tavır, insan utanır-dercesine
    ve acı böylesi sağcıyken
    felsefî eseflerle dansedercesine
    gergin delikanlı adaleleri — hey bak!
    sokak aralarına savrulan ve elbet oralarda vurulan
    sevda ve umut ameleleri!

    anlamalısın şule! kıskanç ve alçak
    dul durdu acılarım bunca yıl
    nasıl —
    nasıl anlatabilirim ki — dudaklarıma konan
    ölü sinekler ve
    sinek papazları ki — siyasi bakımdan
    bakımsız
    aptesler alındı önce hücrelerdekilerin gözyaşlarıyla
    emek namazları kılındı avare!

    bir evren ki lacivert dikdörtgen
    bir göz ki çimen çember
    bir aşk ki bu, alelade görünüp de
    içinde ebruli bir coşku gizlenen kare!

    dinlemelisin: öğrenci hareketleri: felç inmiş bacaklarıyla
    yürümeye.. yükselmeye.. ne demeye kahvehaneleri
    tarayan
    dişsiz taraklarıyla «kıllı çocuklarımız! ve ateş ve heves ve
    hız
    ve psikanaliz ve freud ve otlar üstüne yan yana yatırılan kan
    yan yana yatırılan
    paramparça insan eti

    biliyor musun şule, onları onurlandıran tek şey
    on altısında katil olmanın azameti!
    belki, on dokuzunda ölmenin zahmeti
    veya, yanlış bakışların hakikati ya da
    yirmisinde geberip
    unutulmanın şahane ehemmiyeti!
    örnek al, seni sevdiğim cumartesi
    parkamın iç cebinde cumhuriyet gazetesi, nâzım hikmet ve
    nietzsche
    kısa.. kısa.. kısacık sözcüklerle latince
    başımda yeşil kasketim, hasretim tüm sırtlarımda
    içten kırılmış bir kürek kemiği gibi darmadağın!
    dağılın ulan, dağılın!
    diye bağırdığım saatler
    beyazıt kaldırımlarında!

    doğrusu: yitirdiğimizi bilmenin demagojisi
    seni özlemenin burjuvazisi
    gün gelecek, bütün sahte yüzler katledilecektir
    ve yüzün.. üzgün bir ceylan gibi dönüp ardına gidecektir
    ama onlar /..... / silahlarıyla, allahlarıyla,
    duaları — kurşun dökmeleri ve inançlarıyla
    bizi yenmeye çoktaan yenilmişlerdir!

    sakın ha senin kafanda, kafkanda, kavganda
    çatlayan tek cam, karanlığa gömülen tek şehir
    ağlarken susan tek çocuk, yarım kalan tek sözcük
    uyuyan tek nöbetçi, kurşunu biten tek savaşçı
    mat edilebilecek tek satrançcı olmasın!

    benim
    kendinin
    onların
    onun ve bizimdir yarın..
    yarının morsla yazılı adını
    heceleri yeni sökmeye başlayan yavru gibi
    zorlanarak okumalısın!

    gerekirse, gerekiyorsa ayrılırız şule, böyleymiş deriz
    güleriz
    şüphesiz! yalnız
    sen, beni bırak, insanlığa — aydınlığa ve gönence dönersen
    arkanı
    yaratılana sığınıp kanlı kanlı darben
    usta çırak cinayetin olurum senin!

    `seni
    harcarım şule`!
    beni bilirsin. `hem de
    iyi bilirsin`!
    kız! kendi ellerimle toprağa gömerim
    topluma gömerim seni.. bilesin!

    `6. şule kerem ’i kimsesiz kimselere bırakıyor:`

    ağzı burnu raptiye dolu bir okulun
    bütün karatahtalarında sözlüye kalkarım..
    eşim olur bir gece yarısı sözlükler
    osmanlıcadan ıstıranca dağlarına,
    ızdırap arpleri çalan
    hınca hınç korkunç delikanlılardan
    deli anemik gözlerle aşağılanan annelere
    ilahi sözcükler getiren sözlükler
    eşim / gücüm / dışım olurlar bir gece yansı..
    ey bunalımlarımın alımlı kadısı: karanlık!
    ısırılmış elmalar gibi kalıverir gece
    alelacele
    terli vücutların terliksi güvertelerinde!
    müjde ar barış pirhasan’ın lazerli kaleminde
    frapan bir doktora tutulur. ay tutulur ele güne
    güneş tutulur da tutulmaz olur mu sanki hiç yemin
    yılgı, algılarının yetersizliğinde yıkılmış bir kişinin
    kininli tırnaklarıyla tırmalaması gibi bir şey aynaları
    hayat, ölmek gibi bir şey — sevişmek nefret gibi bir şey
    ve ihanet kendi bedenine devralmak zaman zaman..

    gecenin lacivert alnına kara çalarak
    uzak bir mezarlığa giden trenlerdedir odam..
    yatağındayımdır. kan içindedir içim. kan reyhandır
    kan ceylandır saçlarım. istanbul çocuksudur o vakit
    sevdamla abluka altındadır. daralır
    daralır / daraldıkça darılıp darılıp gider trenler
    daraldıkça darılır gider minik sözlerle söylenen o şarkı
    daraldıkça darılıp gider ruhumun hurafesi
    ayrılığımız, aşkı küçümseyememenin
    başkayı yaşatamamanın, sanata başkaldırmanın şık
    ıatife’si!

    yatağımdayımdır. yastıkkılıfının içinde
    yastık kılığında bir avuç gerilla yunus balığı
    yararaktan bir bayrak dalgalanırken, diken diken kalabalığı
    o kutsanmış toplumsal cehenneme: rahmime, haminnemin
    gözyaşlarıyla ıslanmış el tülbentine
    senin türbemsi pespembe dudaklarına, rahmete ve
    mücadeleye doğru
    yüzmektedir. daraldıkça darılıp giden trenlerden
    bir aç çocuk — ki öksüzdür, ayakkabı boyar, piçtir —
    sarkmış pencerelerden
    ayrılığımızın aleni aşina çehresini süzmektedir.

    raylar, makaslar ve sinyalizasyon ve nobrium hapları
    insanların gelir-gider ve kahpece çıkar hesapları!,
    bu savaş, bilinçaltımdaki altın ormanın soylu sesiyledir
    ses, evet bir ses: ilk adetkanaması kadar ürkütücü, itici ve
    özgün
    ses, evet bir ses: ciğerlerin gerginliğinde patlayan şen
    anafor
    bak! bak! daraldıkça darılıp darılıp gider trenler
    yüzün üçüncü mevkiden emekli bir koltuk
    yüzün partisinden kopmuş bir kol
    tanrım!
    yüz metrede menzilimdedir yüzün!
    ağzı burnu raptiye dolu bir okulun
    bütün karatahtalarında
    hararetinden — bedeninden
    huzurundan — mutluluktan sözlüye kalkarım. susarım
    hemen
    susarım kerem! eğelerim başımı dimdik duran başının
    altmda
    sıfır! sıfır! diye bağırır suretin
    takma bacağında kurt yürüyen
    bir kurtkadın olur birdenbire hayaletim!
    yumuşak bir ge’ye benzer gecenin boğumlu kalın
    kuyruğuna
    nişan yüzüğünü, zarif ve kibar bir nisan hüznünü takarım,
    çürüyoruzdur kahroluyoruzdur. anlarım!

    çakılıverir aklıma aniden şilili bir genç şair
    yaşadığını itirafa hazırdır. lâkin, varsa yoksa lorca’dır
    ve varsa yoksa aragon ve varsa yoksa
    varoluşumuz — yokoluşumuz. kargalar hüznümüzün
    ritmiyle
    bir o yana bir bu yana salınır. sahi
    amip bir ayıptır istanbul’da ayrılık.
    kerem!
    bir aralık
    açılıp saçılır hüsran
    ve insan
    birahane midyeleri gibi yanmış, yanlış bir tatta taranta
    babu hepsi
    garipsenmiş yumruklarda, garip olan da senmişsin gibi,
    hani
    bir haini sevmişsin, beklemişsin, özlemişsin gibi, hani!
    sahi, hani, hepsi de hiç doğmamış, hiç ölmemiş
    kahramanların katili!

    onlar sevgilim onlar
    faşizmin sahte birer al karanfili!
    sonra., sonra ateşler taşırsın ağzınla
    ağzı burnu raptiye dolu bir okulun
    o ağızsız ağıtlı solcu kızlarına. dikkat et hızlarına
    onlar saniyesinde devrim yapar, ciddi olurlar saniyesinde
    saniyesinde memleketi adam eder, adamı bereket ederler
    saniyesinde
    emek, önce emeklemek demektir oysa
    onlar olsa olsa yalnızca düşünmenin cahili! o sıra
    öğretmenler, müdürler, muavinler haykırır, devinirler:
    hay omuz omuza verip dibine vurduğumuz
    rakı şişesi şeklindeki halk ve hak çocukları
    orospu çocukları, sizler, türk çocukları, tüp çocukları
    uslanın! yo! yo! hayır! us’lanın!
    her ulanın ulandığı dudakta ve o şahane meydanların
    sulandığı
    simli kanda
    önümde — arkamda — nazlı yaramazlığımda
    gerilimlerimde — ellerimde — ve hatta hatalı
    aldırmazlığımda
    bir mikroorganizma gibi orgazmı hayatın!

    ve hayatımın oryantal istiklali
    sürer sürünür sürer
    kıp-kıpkısa caddelerde ezilen
    up-upuzun köpekler misali.. benim ruhum
    bir hayatkadınıdır kerem! durma! yat istersen!
    genelevlerde tek sıkıyönetim
    intihardır.
    ve intihar
    yıkılmaması gereken tek duvardır!
    — şule!
    giyinik girmek yasaktır
    bu davanın kapısından içeri..
    kerem! umut
    mavi gözlü dev’in emaneti.
    bizler onun öz çocukları. gördük ve daha da göreceğiz
    mutlaka
    o güzel ve fevkalade aydınlık günleri..
    ama bir şartla ancak
    elini kolunu sallaya sallaya dolaşmayacak hürriyet
    bu memlekette / oturup şiir yazacak kerem, şiir yazacak!

    sen! bilir misin ki:
    beceriksiz bir renkle boyalı şehrimde
    beşiktaş denen bal balerin bir ibne vardır ve
    iner geceleri kasıklarına kadar
    bir ortaköylü şehidin
    eyvallahtan bozma tüm eyvahları..
    ve arkadaştan — ki matematiği, beden eğitimini, paris’i
    bembeyaz kaprisi ve hapsi ve sindirim yollarında
    biraz da sivil polisliği severlerdi bir heves —
    mezartaşlarına sıçtılar herhangisiydi bir mayıs öğlesi
    şöylesi ki: böylesi daha da müsait bir basittir
    ve hatta böylesi daha da asi ve teatrik bir asittir — ki
    has .iktirin sistematiklerden haydi! has .iktirin! lütfen!
    hay bir de hamlet’in salon-salamanje sosyalist-şantörleri
    için
    söylenen: her bilakis, allahallahları
    ne kadar da hayırlı olacak şahlanan inşallahları!

    bak sevgilim: onlar
    idealizmin iktidarsız, açgözlü, puşt padişahları!.

    `keremin yutkunduğudur
    keremin bir çözüm bulup da
    o an uydurduğudur`:
    sen tenimdeydin, terimdeydin, benimdin. sen şule
    sen! ben küçükken koynuma girip saçlarımı okşayan
    anneöcü, sen: melankolikliğimin, alkolikliğimin kadını
    tamam! merak etme!
    ayrılığın omurlarından bir onur yapacağım kendime
    ve inan olsun
    inadma
    materyalizm koyacağım bu anlamsız pinokyonun adını!.

    7. kerem’in kardeşini vurdular!.

    — üç yıl önce —

    laf anarşisine karşı sözcükler kısırlaştırıldı. spiral
    takıldı ağızlara. mantıkda olağanüstü hal ilan edildi.
    biri orada kendini hırpalıyordu; elindeki tabancayı sinirli
    sinirli sallıyor, kusarak bağırıyordu:
    — “sevgiler anayasaya aykırı olamaz!”
    gül mevsimiydi. gri bir erguvan kokusu solunuyordu
    oysa. kerem’in on yedi yaşındaki kardeşi ahmet, dizlerinin
    üstündeydi. azrail tetikteydi. bir kenara çekilmiş, kıvançla
    avuçiçlerini kızıştırıyordu, ötede, kraliçe arı kanaviçedeydi.
    karanlık bir bahçedeydi çağ. soldan sağa vişne-votka,
    cola-votka, viski-soda bardaktan, yukardan aşağıya buz,
    iftira ve hiddet vardı. yıldız parkında sevişen bir çift vardı.
    masasının başında şiir yazan bir şair vardı. elleri arkadan
    bağlıydı ahmet’in.. gözlerini de, onlardan birinin
    annesinin başörtüsüyle bağlamışlardı.. kokinalı
    göğüsleriyle yatan cesetleri düşündü ahmet.
    merhametsizdi ölüler ve ahmet’in ataerkil yeşil gözleri
    titreşti için için birden, bir sürü tanrı doluştu yüreğine.
    hiçbiri de anlaşılır gibi değildi. pastel bir canveriş
    olmalıydı onunkisi. rujlarıyla uyakların altını çizen kızları
    özledi. zaman zaman okuduğu red-kit’i çekti canı
    birdenbire. canı kıyıya yakılmış dev bir ateş gibi, bütün
    hayalet gemileri ve cani korsanları çekti bedenine doğru.
    bekledi. koca memeleri sarkaç seksarkadaşlarının traşsız
    koltukaltlarını bile, utancından kıpkırmızı zenci kesilmeyi
    bile, hiçbir şey olmayı bile. eğim kazanmıştı şiddet bir
    kere. çıplaktı çünkü, çırılçıplaktı ahmet, çıplaktı çünkü,
    çırılçıplaktı ahmet!
    en kalın seslisi:
    —“erkek olmuşsun sen be..” diye çıkıştı. “kıçın
    kıllanmış!”
    ağlıyordu ahmet. ağlamıyordu ahmet.
    — “komünist olacak kadar büyüdün demek. ananın
    ..ında mı öğrettiler sana vatan hainliğini ha!”
    — “baban kim lan senin, marx mı, lenin mi, söylesene piç
    kurusu! yoksa rus ordusuyla mı yattı anan senin?”
    gülüşmeler.. sürtüşmeler.. kıvılcımlar.. yıldırımlar..
    atan sigortalar.. yanan teller.. gül mevsimiydi. biri
    omuzlarından itiverdi ahmet’i. hızla, yere çarptı. çenesini
    vurunca taşa, iki dişi kırılıverdi. iki çiçek kırıhverdi. ışık
    kırıtıverdi. umut kınlıverdi. ağlıyordu ahmet.
    ağlamıyordu ahmet.
    — “domal ulan..” dedi en ince seslisi. bir arzu.. bir istek..
    bir davet.. bir fobi.. bir güçsüzlük.. bir gariplik.. bir
    dışlanma.. bir dışkılama biçiminde!
    kollarına, bacaklarına yapıştılar. kollarına bacaklarına
    yapıştı ter ve karşı koyma. biri baldırlarını iki yana doğru
    iteledi. kanı damarlarını iteledi. gerip açtılar.
    bağırsaklarında bir cin bağırıyordu.. hıçkıra hıçkıra
    ağlıyordu ahmet. hıçkıra hıçkıra ağlamıyordu ahmet..
    en kalın seslisi:
    — “biz sana şimdi öğreteceğiz, bak nasıl olurmuş o iş..”
    diye mırıldandı. arkasına geçti. yıllar geçti mecazi.
    tramvaylar geçti arkasına. sonra en ince seslisi, sonra en
    ortanca seslisi, sonra en börülce seslisi, sonra en aç seslisi,
    sonra kekeme olanı, sonra dilsiz olanı..
    — “aç ağzını!”
    açtı ağzını ahmet. açmadı ağzını ahmet. açtı ağzını,
    yumdu gözünü.. damağına bir metal deydi. hangi
    elementti bu? ya da hangi bileşik! belki alaşım..
    “alışırım..” dedi içinden. içi kamaştı. bir yıldız kaydı..
    alnına çarptı.
    — “iyi miydi..” diye sordu birisi, öteki güldü. beriki
    yüzüne tükürdü..
    diğeri tetiği çekti.
    sıçrayarak uyandı kerem. annesini dürttü.
    — “ahmet nerde anne?”
    — “gelmedi!”
    — “nereye gitti peki bu çocuk?!”

    ülkem katliamla abluka altındadır. daralır
    daralır / daraldıkça vurulup vurulup gider ahmet’ler
    daraldıkça vurulup gider senfonik vatan aşkı
    daraldıkça darılıp darılıp gider trenler
    manifestosu olur sözlükler onurun
    gizemli bir gece yarısı!

    ahhh! ne çok azgın kıtanın
    tarihine girdi çıktı umudum!.

    8. konuşma! yeter! şule! sus! yoksa seni vururum!

    ayrılık senfonisi bitmektedir. orkestra şefi — ki
    istanbul’dur, yaşlanmıştır artık. kerem, şule’yi bir gece
    zorla salacak’a götürür. saatlerce kıpırdamadan
    otururlar. martılar vardır. hepsi de budur..

    kerem: yalnız bende değil yalnızlık hali;
    deniz de karanlık, gökyüzü de;
    biracaip, kuşların hali...

    şule: efendim?!

    kerem: orhan veli’den!.

    şule: — susar, büyülü bir rozet takmıştır yakasına —

    kerem: türkçenin o patlak gözlü aptal bakışlı
    sarkık dudaklı sözcükleri
    sümüklerini çekiyor olacak bir kenarda
    biz ayrılırken..

    şule: sen bir şairsin, sen bir insansın
    biraz inançsın kerem, inançsızlığın orta yerinde!
    sonra.. garip bir hırsla saklanansm
    edip cansever’in elinde kurbağayla katledildiği
    meserret oteli’nde!

    kerem: konuşma! yeter! şule! sus! vururum! sus! yeter!
    tanrım! utkuların sahaflar çarşısındayım
    tanrım! bu gerçeküstü bedenimle
    ikilemlerin karşısındayım..
    tanrım! ne kadar iyimserim ne kadar da budala
    şule! yetiş! vuracağım seni! sus! yeter! namusum
    yoksul! ağrım, sonsuz! sen de yoksun artık şule!
    kimse
    yok! yokoluş okullarındayım “belki”den
    beklemeli..

    hayat diyor ki: oğlum, kerem!
    sen önüne dek gidip durmalısın
    ölüm, seni, yanına yaklaşamadan
    acısından küstahlaşarak
    seyretmeli..

    şule: fakat
    bu sakat
    ve hadım ve yalnız adamlar
    — ki sen de onlardansan eğer
    bir gün
    — örneğin
    özgün bir eylül!
    karamsar veya
    karmakarışıkmışsın varsay
    âşıkmışsın ki meğer!.—
    ölgün bir seher
    çarpa çarpa kırıp dağıtırken göğü
    soylu, tozlu bir yolun
    sonuna getirecektir hepimizi
    orada bulacağız boylu boyunca yatan
    toprağın bileklerinde yumru yürekler gibi atan
    o harikulade, kısa öyküyü:
    `fiiller sandılar ki
    büyük cümlelerde`
    yüklemlere girer girmez adam oldular
    oysa onlar çoktaaaan anlamlara ihanetten
    sözlüklerde idam oldular!

    kerem : sen tenimdeydin, terimdeydin, terimlerimdeydin
    şule!
    benimdin, benim olan derinimdir!
    elimdeki bu tabanca —
    ki beni bir tek o
    merhamete boğabilir sanıyorum
    kim bilir —
    sanki bilinçlenmiş, aşka gelmiş dev bir karınca
    gibi
    göğsüne eritilmiş kokinalar taşıyacak birazdan
    çerçevesiz bir güneş yapıştıracak alnına sahici
    coşkulu, uykulu ve çalıntı, hasta bir yazdan!
    sen! beni terketmenin mors alfabesi
    sen! beni, seslerle aldatmanın canlı hevesi
    sen! ağzın kurak bir nisandır
    davranışların “pepino di capri” psikolojisi
    sen! hapishane avlusu omuzlarınla
    sürekli dinçsin. biz, farkındaysan, sürekli güçlüyüz..
    birincisi beklentiler, bir sen, bir de ben! kıpkırmızıyız..
    kımız gözlerimizle hayata gözcü bir üçlüyüz!
    sen! hey! kurşunumun kadını!
    vuracağım seni şule! ah ulan, vuracağım seni bu gidişle
    ve inan olsun — inadına
    parmaklarımı parçalaya parçalaya
    parmak çocukların kaderlerine yazacağım adını!
    otuz iki dişiyle birlikte kıracağım esareti
    ah şule! bir tanem! bin tanem! gitme! kal!
    benimkisi yalnızca
    kafesteki yaşlı aslanın çürük cesareti!

    şule : durma! çek tetiği!
    ben kendi kendimi gömerim gerekirse..
    mezarım! taştan! yüreğim! mermer!
    gölgelerin içinden sıyrılıp da gelen
    ruhumdur, icarus’tur..
    vur beni! durma! yoksa küçülürüm!
    yaşantım! bakir! onurum! aşkınla seferber!
    namluların
    uğrunda kaldırılıp da indirildiği insanlar:
    deyyustur!

    kerem : konuşma! yeter! şule! sus! vururum! sus! yeter!
    bir kuş uçar, bir kuş uçar, bir kuş... uçabilir!
    ve bir kuş, isterse, mavinin her tonunda
    yine doyasıya sevinçli ve özgür (anla!)
    şaşmadan, toyca kanat açabilir!.

    şule : kerem
    ayrılmalıyız!
    dön bir an ve hiçbir şey söyleme!.
    “biz kahredilen bir neslin malıyız!”

    kerem : bu hangi komik neden
    bu hangi budanan dudak hangi eflatun yüzden
    sanki hep bir acılanmanın yüzünden, ha?!
    yitirilen eldivenler, atkılar, parkalar; yitirilen anılar
    uzak evlerde bırakılan dostlar, gülüşmeler, kitaplar
    kirli tabaklar, kirli küllükler, kirli fıkralar
    kirli sevgiler, kirli aldatmacalar ve içki şişeleri
    ve vestiyerlerde unutulan bir şemsiye, bir nüfus
    cüzdanı
    unutulan bir başkaldırı. biraz kırsal bir sevda
    biraz kılcal bir anlam. sorarım
    bu hangi iğreti neden, kimden, kahrolasıca!
    fallar mı açtın, burçlar mı söyledi, ne?!
    muzır bir kahkahaya dönüşecek son
    acı
    çığ
    son
    acı
    çığ
    lık!

    şule : `ayrılık:` bir tür isyan-sabırsız!
    bir tür, ihtilal olma tutkusu
    yine, yürümek bir tür ayaksız
    bir tür, ayaksız ayağa kalkma arzusu!
    ayrılık: düşün ki: bir tür, sonbahardır
    düşlerin vardır
    yağmursuz, çamursuz ıslanmak, kirlenmek
    biçiminde!
    yine, bir tür, sinirlenmek
    sevdaların bitiminde
    sıkarken elini uğrunda hayatını verebileceğin
    kişinin
    ve ümit yaşar’dan “ayrılanlar için”
    kıpır kıpırken kulaklarında
    dolaşmak! dolaşmak! dalaşmak kendinle
    kıllı bir kadın memesini andıran istanbul sokaklarında!

    kerem : fantazi takar yakasına kerem
    gece yarısıdır, hece yarısı, yas yarısı,
    “hoşçakal, beni ara, kendine iyi bak”lar
    ortalarından kınlıverir, kanı akar harflerin
    imla kuralları infaz yasası olur, bu az çok da galiba
    faşizmin aşina yarası. sevinç yarısı. haz yarısı,
    mecazdı bizim beyazımızdaki. damlara
    damlayakalan
    ay ışığı ve yarım bırakılmanın alışkanlığı!
    kimliksiz!
    ayrılık mıdır nedir o cinayetlere atılan suç
    ayrılık mıdır nedir, hayırdır, huzursuzluğu utanan
    hernasılsa, ayrılık,
    artık sünnettir, farz değil. kolay değil gözlerin..
    ve gözlerin yeşil ve diri bir dil olur içimde birden
    üçüncü tekil şahıslıktır beni özleyen yarın
    kalkmak için beni bekleyen otobüsler, trenler,
    gemiler!
    velakin yolculuk, şimdilik, pek tekin bir şey değil!
    bir kuş uçar, bir kuş uçar, bir kuş... düşebilir
    yalandır! yalan! yalan ulan, yalandır!
    ben gördüm. kuşlar acemi ve kör olabilir
    ama asla nankör filan değil!

    şule : ayrılık, bir tür isyan-sabırsız!
    düşün ki: bir tür, sonbahardır...

    kerem : matematiği sevmeyen çocuklar sevdim ben
    kimsenin adını bilmediği, kimsenin çözemediği
    geometri problemlerinde..
    gül suyunda yıkanmış, yakasına gül ağacı takmış
    kadınlar sevdim ben!.
    silahını kaldırır) şuleeee!
    şuleeee!

    — kendini vurur!.

    kerem’in iç cebinden bir diş fırçası çıkar. aşağıdaki şiir bu
    diş fırçasına sarılıdır.

    de gülüm
    de gülüm! de ki: ela bir günde geleceğim
    istanbul darmadağın olacak, saçlarım
    darmadağın. hepsi, darmadağın!
    üzülme gülüm! toparlanacağız, birlikte,
    ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm
    hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!

    de gülüm! de ki: bitmiştir umut, bitmiştir
    sevgi, bitmiştir güven!
    güven bana gülüm!
    sana bitmemişliği öğretecek, tattıracaktır
    hasretten — hakikaten — ten değiştiren yüzüm!

    göreceksin gülüm! bekle!
    hırslarımız, acılarımız gitgide ihanetlere
    hainlere, ezilmelere alışacak..
    göreceksin — sevinçten ağlayacaksın gülüm — ki
    işe o vakit bana — doğrudur! —
    şair olmak, seni sevmek pek çok yakışacak!

    bak! şiirler var, mektuplar var, çocuklar var,
    sokaklar var, kediler!
    inan bana gülüm, ölüm yok bir tek! ölüm yok bize!
    ölüm inananlar için sessizce
    kara kaplı kitaplardan çıkartılacak..
    göreceksin gülüm! bekle! göreceksin!
    artık hiçbir insan, hiçbir kavga ve hiçbirimiz
    bu dünyada, yapayalnız, umarsız kalmayacak!.
hesabın var mı? giriş yap