• kuş yapısı ikametgah.
  • katmerli şerbetli inşa edilmiş bir tatlı türü.
    (bkz: bülbül yuvası)
  • (bkz: pekin olimpiyat stadi)da sekli itibariyla bir "kus yuvasi" olarak anilir.
  • (bkz: aşiyan)
  • (bkz: birdcage)
  • dişi kuşun kendi çabalarıyla ağaçlara kurduğu örnekler çalı çırpı ile örülmüş yapıya sahiptir.şans eseri böyle bir yuva balkonunuza kurulduysa,bekleyin zamanı gelince aile evi terk edecek sizede doğal,el yapımı harika bir aksesuar kalacaktır.
  • murat uyurkulak ın çok güzel bir öyküsü böyle pür i pak derler ya. yan etkisi ağlatmak ama neden bilmiyorum.

    http://www.afilifilintalar.com/…ndex.php/kus-yuvasi

    fikri aslı ilgın kopuz’a, ‘zikri’ naçizane bana ait olan bu hikaye, 2007'de berlinverlag adlı bir alman yayınevinin siparişi üzerine yazıldı. 2008'de de “istanbul hikayeleri” namlı derleme bir kitapta, almanca tercümesi yayınlandı. dedim ki türkçesi niye yayınlanmasın? sonra yani işte velhasıl böyle oldu…

    istanbul’daki taksim meydanı hayattır. türkiye’nin neşeli, kederli, cani balinasıdır. ağzından su, sırtından kan, kıçından rakı fışkırtır. her daim taksilerin kuşatmasındadır ve taksiciler meydanı ağızlarındaki okkalı sigaralarla süzerlerken ekmek, memleket ve meşk hayalleri kurarlar…

    tahir onlardan biriydi. o da ekmek ve aşk peşindeydi, o da özlüyordu memleketini çok. ama bir farkı vardı meslektaşlarından. tahir erkek değildi. tahir erkeğe benziyordu adam akıllı; sert bir görünüşü vardı, saçları kısacıktı, kasketi kabadayıca yana eğikti, elinde otuz üçlük tespih, ağzında her daim sigara ve küfür vardı. her şey tamam gibiydi yani. ama tamam değildi, zira tahir’in önünde okkalı bir aleti yoktu…

    üç yıl önce, hamamböcekleri ve farelerin cirit attığı bir fırında, temiz yüzünden, dürüstlüğünden ve toplama-çıkarma yapabilmesinden dolayı hamurculuktan alınıp kasaya konmuştu. memnundu halinden, çünkü işçilerle aynı yerde, kabarık göğüsleriyle kabarık olmayan önünü fark ettirmeden giyinip soyunma derdinden kurtulmuştu. hangi pantolon-gömlekle işe geliyorsa, aynısıyla evine dönebiliyordu artık.

    izah etmesi gereken tek mesele, her zaman olduğu gibi, sarı ayva tüyleriyle kaplı suratıydı. “köseyim” diyordu, yirmi beş yaşına basıp da niye o kadar “beybi feys” olduğunu soranlara. erkekte surat kılsızlığını bir türlü içine sindiremeyen ve taştan pos bıyık, mermerden gür sakal çıkarmaya kadir kocakarı ilaçları önermeye girişen bazı ‘yiğitseverleri’, “hepsini denedim, olmadı” diyerek başından savıyordu.

    zaten bir müddet sonra herkes alıştı ‘köse tahir’e. fırının tezgahında para alıp üst veren ‘nur yüzlü’ delikanlıydı o. bilardoyu sıkı oynuyor, milli maç zaferlerinde sokaklara dökülüp en önde bayrak sallıyor, iki sokak aşağıdaki birahanede karı kız muhabbeti yapan akranlarını sessiz, lakin bu işten anladığını belli eden olgun ve alaycı gülümsemelerle dinlemeyi ihmal etmiyordu…

    türkiye’de fırın demek, muhitin yediden yetmişe tüm fertlerinin mutlaka kapısından girdiği bir tür mabet demektir. türkiye’de insanların çoğu camiye gider, ama daha da çoğu ekmekle doyar. tahir’in çalıştığı fırın da bu nedenle mahalle imamını kıskandıracak kadar revaçta bir yerdi. her gün güneşin daha yeni gerindiği alaca ve ayaz sabah vakitlerinden, ‘güle güle’ diyerek el salladığı gri akşam vakitlerine kadar, her çeşit insan tahir’le en az bir kez yüz yüze gelirdi.

    göz göze gelenler de oluyordu haliyle. tahir tezgahın arkasında geçirdiği on saat boyunca, o gözleri umursamazlıkla karşılamaya dikkat ediyor, oğlansever ağabey ve amcalarla, hayatı magazin sayfalarındaki tüyleri özenle alınmış meşhurlardan bilen genç kızların baygın bakışlarıyla tezgahın üzerine döşediği arzu mayınları arasında, cambaz misali dans etmeye çalışıyordu…

    halbuki kimseye muhtaç olmadan karnını doyurmaktan, mesaisi bitip de gecenin hükmü hayata dadandığında tek göz evine çekilmekten ve uzun uzun kendisini düşünmekten başka hiçbir şey istemiyordu tahir.

    düşünmek düşünmek düşünmek, düşündükçe anlamak istiyordu:

    köyün kırlıklarında niye güzel kokulu lezzetli otlar yetiştiğini, o otları toplamaya neden anne-babaların değil de küçük kızların gönderildiğini anlamak istiyordu. ot toplayan küçük kızların neden otların yanında açan rengarenk çiçeklere dalıp gittiğini, otların yanında biten rengarenk çiçeklere dalıp giden küçük kızların yanında neden kocaman adamların bittiğini… küçük kızların elinden tutan büyük adamların gözlerinin neden kuytu yerler arandığını, o otların bol bulunduğu kırlıklarda neden kuytu yerlerin de bol bulunduğunu… o kuytu yerlerde gizli toz toprağın küçük kızların giysilerini nasıl olup da kirlettiğini, kirli giysilerin sıyrılıp hoyratça açılan bacakların arasında nasıl öylesine kıyıcı bir acının hissedilebildiğini…

    tahir adamların yüzlerinde korku, kokularında kusma arzusu, seslerinde tehlike hissede hissede kendisinin de nasıl bir adama dönüşebildiğini, adama dönüştükten sonra evinden, köyünden, memleketinden kaçma cesaretini nasıl bulabildiğini de soruyordu kendine. ve onca badirenin ardından vardığı bu tek göz evde, cılız ve beyaz gövdesine dokunurken kendisini nasıl algıladığını anlamak istiyordu…

    kimdi o? erkek miydi kadın mıydı? sözgelimi genç bir kızın kolunda minicik, şirin, yavruağzı bir çanta gördüğünde neden cıvıltıyla gülüvermek istiyordu da, mahallenin kolpalarından biri belinden çıkardığı sustalıyı gözünün önünde gururla şaka şuka sallarken niye heyecan ve zevkten boğulacak gibi oluyordu?

    ekmek sarılan gazetelerin birinde gördüğü afet misali mankene sırtında ürpermelerle dalıp giderken, nasıl olup da hemen yanındaki haberde pazu gösteren aygıra hazla kabaran tükürük bezlerini kontrol edemeden, ağzı aralık bakabiliyordu?

    nasıl olup da evinde ağır ağır kazak örerken izlediği maçta ‘bizimkiler’ gol attığında aniden şişleri atıp en ‘kalın’ tezahüratları saydırabiliyordu? fırıncı ustasının elindeki ince uzun kürek nasıl olup da ona hem bir arzu hem bir korku nesnesi gibi görünebiliyordu?

    işte sonra bütün bu sorulardan, o dayanılmaz anlama isteğinden, cinsiyet köprüsünün bir o yakasına bir bu yakasına koşup durmaktan yorgun düşüp uyuyakalıyordu tahir. ertesi gün en azından aynı somunlara, aynı liralara, aynı bakışlara yuvarlanacak olmanın rahatlığıyla…

    *

    tahir’in tereddütünü, öyle olmakla böyle olmak arasındaki gelgitlerini, adeta doğu ile batı arasında ılımlı bir köprü olmak misali sergilediği gayretleri elbette ki aşk sona erdirecekti. her tür acının hem başlangıcı hem bitişi aşktan değil midir zaten? aşk değil midir, nihai ismimizi koyup bizi kendimize hamile bırakan, kendi kendimizi doğurmamızı sağlayan ve ortaya çıkan bebeği önce mucize sonra hilkati garip, veya tam tersi kılan?

    funda fırına girdiği gün, âlemleri rahmetten usandıracak kadar şevkle yağıyordu yağmur. tahir funda’ya ilk baktığında, başına yapışmış sırılsıklam beresinin altında bir çift yeşil göz gördü önce. öyle dalgalı gözlerdi ki bunlar, adeta bütün o yağmur damlaları daha denize varmadan önce minik bir havuzda oynaşmakta karar kılmış, dinlenmek için mola verip funda’nın gözlerine birikmişti. dünyanın bütün denizleri, ovaları ve dahi dağları o gözlerde kederli, ama vaatkâr bir özet halinde duruyordu.

    tahir sırtında bir ürperme, kasıklarında bir kamaşma, gözlerinin altında bir karıncalanma hissetti funda’ya bakarken. funda da tahir’i, ondan binlerce ekmek satın alıp o ana dek bir kez olsun bakılmamış olmanın çapkın sitemiyle süzdü.

    hiç konuşmadılar, sadece birbirlerine baktılar, dışarıdaki yağmurun bin perdeden duyulan sesi tekinsiz bir şenliğe dönüşmekteydi ve fırın ustası tuvaletten dönüp küreği gürültüyle kavramasa belki sonsuza dek öylece durup birbirlerine bakacaklardı…

    “iki ekmek” dedi funda, iki ne güzel bir sayıydı. “bir lira” dedi tahir, bir ne güzel bir sayıydı. beş lira uzattı funda, lira ne güzel bir paraydı. kasadaki hazneleri karıştıra karıştıra dört lira bulup uzattı tahir, kasa ne güzel bir aygıttı. “teşekkür ederim” dedi funda, teşekkür ne güzel bir kelimeydi. “rica ederim” dedi tahir, etmek ne güzel bir fiildi…

    ilk buluşmaları, haliyle tahir’in mahalle hudutlarının birkaç sokak dışındaki tek göz evinde gerçekleşti. sabahın körüydü. tahir fırına hasta olduğunu söylemişti, funda ise annesine açıköğretim lisesi sınavlarına gireceğini. tahir yalan söylemişti, funda ise doğru. o yüzden tahir sadece bir günlük yevmiye, funda ise lise diplomasını kaybetti…

    tek odada, odadaki tek yatakta yan yana oturur oturmaz, funda başındaki bereyi sıyırıp kirden siyaha çalan halının üzerine fırlatıverdi. tahir funda’nın beresini bu kadar çabuk çıkarmasına şaşırmış, hatta biraz da içerlemişti. o da vaktiyle bir tür bereliydi ne de olsa ve berelerin o kadar çabuk çıkarılmaması gerektiğini hatırlıyordu…

    lakin tahir’in asıl tedirginliğiyle kıyaslandığında, kirli halıya pike yapan bir avuç organize yün ipliğin zerre önemi olamazdı. “üstümü çıkarırım sadece, ama sen altını da çıkarabilirsin istersen” deyiverdi funda, tahir’in endişesini tavana vurdurmak istercesine. tahir funda’nın dediklerini işitir işitmez, daha ‘istersen’ kelimesini duyar duymaz, işte o saniyede, tam o anda, hayatının en riskli kararını verdi ve pantolonunun kemerini çözüp altında ne varsa bir çırpıda sıyırarak kendisini anlatmaya yeltendi…

    funda ürktü önce, bu aceleyi fazla kaba buldu, bir soğukluk zerk oldu içine, değme mankende bulunmayacak taştan göğüslerini ilk kez açmaya karar bozmasına vesile olan bu süt gibi güzel oğlanın zavallı iştahına küsüverdi ve gitmek üzere çantasına uzandı. ama tahir de uzanıp funda’nın elini yavaşça tuttu ve orasına götürdü…

    funda’nın parmaklarının tanık olduğu boşluk, ikisine bir yıla mal oldu. funda’nın gözyaşları eşliğinde tek göz evi terk ettiği sabahtan sonra, birbirlerinden ayrı, her zamanki sıkıcı ve zor hayatlarını yaşadılar…

    lakin o sabahtan tam bir yıl sonra funda, kendisini istemeye gelenlerle annesi-babası-ağabeyinden menkul güruha, tükürükle köpürttüğü orta kahveleri ikram edip soğukkanlı bir katil gibi iki-üç parça eşyasını küçük bir çantaya tıktı ve gizlice kapıdan süzüldü…

    artık köyündeki acı otlar yerine funda’nın hayaliyle gecelerini geçiren tahir, kapı zilinin acı acı çalınmasıyla yatağından fırladı ve kapıyı açıp funda’yı karşısında görünce olduğu yere çöktü, hüngür hüngür ağlamaya başladı. funda da başladı hıçkırmaya. ağlaya ağlaya birbirlerine sarıldılar, yatağa nasıl vardıklarını, nasıl soyunduklarını, birbirlerine nasıl dokunduklarını fark etmediler bile. sabah gözlerini açtıklarında, kuşlar pencereleri kırıp eve girmiş, ikisinin kasıklarına konmuş, orada cıvıldıyorlardı…

    *

    türkiye’de kasıklarında kuş ötenler, ancak zengin iseler kabul görürler. yoksulların kasıkları kuşlara yasaktır, yoksul kasıklar ancak kasvetle kekeleyebilirler. bunu her buralı genç gibi gayet iyi bilen tahir ve funda, kasıklarındaki kuşları kovalayıp ertesi gün tek göz evi terk ettiler. tahir fırına, funda ailesinin evine uğramadı bir daha. çok uzak bir semtte başka bir tek göz bulup hayatla ve birbirleriyle boğuşmaya koyuldular…

    funda öyle güzel yemek yapıyordu ki, yiyenin başı dönüyordu. kaşığı elinden bırakamıyordu funda’nın yemeklerini yiyen kişi, ağzına sokup çıkardıktan sonra boş kalan çatala üzüntüyle bakıyor, bıçağın o sanat eseri börekleri acımasızca kesebilmesine şaşırıyordu. funda o kadar güzel yemek yapınca, dolmaları art arda yutan tahir’in güzel tüysüz oğlan suratı bir tür apak düğün davuluna benzemeye başlamıştı elbet. takside gececi şoförlüğe başlayan tahir, mesai bitsin de eve gideyim diye dakikaları sayıyordu. bayılıyordu tahir sabaha karşı taksinin anahtarını devredip eve yollanmaya. çünkü evde onu hem funda’nın pamuk memeleri hem sumak dolmaları bekliyordu. lakin daha iki-üç dolmayı gövdeye indirmişken gözlerine sanki kepenk iniyordu tahir’in. funda’nın pamuk memeleri sinirle inip kalkarken, tahir çoktan yellene yellene rüya görmeye başlamış oluyordu. derken günün birinde funda, dolma tenceresini tahir’in kafasına geçirip, ne zamandır konulmamaktan örümcek ağı bağlamış tüneğini gösteriverdi…

    *

    taksim’de bir taksiye el ettim.
    durdu.
    baktım, temiz yüzlü, tıknaz bir adam oturuyor şoför koltuğunda.
    bindim, “şişli” dedim.
    atatürk kültür merkezi’nin önünden geçerken, “sigara içebilir miyim?” diye sordum.
    şoför, “tabii abicim, hatta varsa bana da ver” dedi, kalıbına hiç uymayan incecik bir sesle.
    severim böylelerini, paketi çıkarıp ikram ettim, aldı, yaktı, ben de yaktım bir tane.
    tam harbiye’ye dönerken, sigarasından derin bir nefes alıp, “abicim, sen anlayışlı birine benziyorsun, senden bir ricam olsa…” dedi.
    şaşırdım.
    ne gereği varsa anlayışlı mizacım başkalarının da malumu olduğundan, gayrı ihtiyari başımı salladım.
    on beş dakika sonra, taksim meydanı’na bakan devlet tiyatroları binasının üstündeki seks shop’tan çıkmaktaydım.
    kırmızı ambalaj kağıdına sarılı belden bağlamalı plastik kamışı taksinin penceresinden tahir’e uzatıp arka koltuğa attım kendimi.
    yolda hiç konuşmadık.
    şişli’ye vardık.
    para çıkardım, almadı.
    israr ettim.
    aldırmadı.
    yüzünde tuhaf bir gülümseme hasıl oldu.
    “senin gibi anlayışlı insanlara söylüyorum, söyleyince rahatlıyorum abi” dedi.
    “neyi?” diye sordum.
    “ben kadınım abi” diye yanıtladı.
    bir anlığına bakışıp salak salak gülümsedik.
    ben apartmanın kapısına yöneldim, o yola düzüldü.
    ben ona tahir ismini verdim, o bana bu hikâyeyi verdi.

    27 kasım 2007
    şişli-idealtepe…
  • dublex,full konfor olanları da vardır.bir havuzu eksik ulan yuvanın o derece..
    http://www.facebook.com/…php?v=1393428710396&ref=mf
hesabın var mı? giriş yap