• bu mevsimden nefret ediyorum. mevsimleri aylara ayıran coğrafya kitaplarının anlattığının aksine, ne sonbahar olabilmiş ne de yazda kalabilmiş bir ay bu. ince giyimin sizi üşüttüğü, kalın giyimin ise bunalttığı lanet hava.

    yanıma aldığım "ne olur ne olmaz" paltosunu elimde taşımayı daha zor bulduğumdan sırtıma geçirdim. güneş de tam tepemde; sınavda sıranın başında kağıda bakarak durup psikolojik baskı unsuru oluşturan öğretmen gibi dikiliyor ve havayı daha da çekilmez bir hale sokuyor. her şey inanılmaz derecede katlanılmaz. bilhassa başımdaki sicimle çevrelenmiş şapkaya insanların yönelttikleri bakışlar... sorsak günlük hayatlarında hepsi hoşgörüsüzlükten yakınırlar ama kendi algılarını aşan her farklılığa ucube muamelesi gösterirler.

    tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de kızılay'a kadar otobüs yolculuğu çekmem gerekecek. son on yıldır hemen her günün yaklaşık bir saatini metroda geçirmiş biri olarak birkaç aydır yeraltına inmemeyi tercih ediyorum. o kutu içinde oturma hissi bende klostrofobi yaratacak düzeye geldi. hele yaklaşık 15 yıldır herhangi bir kazanın meydana gelmemesi hepten canımı sıkıyor. bu mutlak güvenlik hissi içinde seyahat etmek ölümsüz olmak kadar tekdüze ve çekilmez. ben de türlü kazaya, kavgaya, laf dalaşına ve hava muhalefetine gebe otobüsleri tercih ediyorum.

    içimden inanmadığım bir tanrıya "lütfen ikarus otobüs gelmesin" diye dua ederken yanından siyah dumanlar çıkaran kırmızı otobüs ufukta belirdi. yalnızca başındaki "s" harfini sesli bir şekilde tısladığım bir küfür savurdum. sevgili ve bir o kadar da sayın başkanımıza fazla oyun çıkmadığı bölgelerin eski otobüslerle cezalandırılması iyice canımı sıkmaya başlamıştı. aslında tekli koltuklar boşken ikarus iyidir hatta hoştur ama ayakta seyahat etmek tam bir işkence. özellikle de otobüs kalabalıksa.

    her şey bu kadar ters giderken otobüsün tenha olması beklenemezdi. öğle vaktinin dışarıdaki tenhalığının acısının toplu taşıma araçlarından çıktığı muhakkaktı. her zaman bu saatte bomboş gelen otobüs nedense tıklım tıklımdı. güç bela otobüse kendimi atıp "arkalar boş, biraz ilerleyebilir miyiz lütfen?" korosuna eşlik ederek ben de otobüsün arka sahanlığına doğru yol aldım. belki sırtımı yaslayacak bir köşe bulabilirdim. basamaktaki son yolcu da yarı yarıya bindikten sonra otobüs hırıltılar ve sallantılar eşliğinde hareket etti.

    otobüs şöförümüz vin diesel'i kendine idol edinmiş olduğundan, her hendekte ve çukurda iç organlarımız birbirleriyle iyice kaynaşıyordu. bu organ trafiğinden dolayı sırtıma inen darbelerin farkına geç varabildim. arkamdaki 50-60 yaşlarında bir adam sürekli dirseğiyle sırtımı dürtüyordu. ilk başta bunun hendeğe girince oluşan sarsıntıdan kaynaklandığını düşünerek sesimi çıkarmadım ama birkaç darbenin ardından beni öldürmek üzere tutulmuş bir kiralık katil olduğundan emin hale geldim. ya da dolmuşlarda para uzatmadan önce omuz çürüten teyze prototipinin erkek muadillerinden biriydi.

    yabancılarla takışmak zorunda kaldığım durumlarda her zaman olduğu gibi, kulaklarım başta olmak üzere başımın genelinde bir sıcaklık hissettim. ihtiyara dönüp söyleyebileceğim sözleri ve ondan gelecek muhtemel yanıtları içeren kısa metrajlı bir filmi kafamda oynattıktan sonra dönüp "sürekli kolunuz çarpıyor, biraz yana ilerler misiniz?" dedim. ben yumuşak konuştuğumdan ve cümlenin sonuna soru işaretinden çok ünlem işaretinin uygun düşeceğinden dolayı hayıflanırken ihtiyar adam suratında müstehzi bir sırıtışla ellerini iki yana açıp omuz silkti. sanki sadece tepkimi ölçmek veya arbede çıkarmak için beni rahatsız ediyordu. yaşlı bir tyler durden... müşterilerin ve yaşlıların her durumda haklı olacağı doktriniyle büyütülmüş çevredeki insanlar ise "cık cık"larını yaşlı adamın dirseklerine değil benim ses dalgalarıma yöneltmişti.

    o anda adamın yüzü bana tanıdık göründü. ortaokuldaki edebiyat hocamdı bu. sırıtışının nedeninin, onun da beni tanımış olması olabileceğini düşündüm. öğrencilerin öğretmenleri hatırlamasını anlarım, ama öğretmenlerin öğrencilerini hatırlamasını hiçbir zaman anlamam. acaba benim de her sene yüzlerce öğretmenim olsa ben de onları hatırlayabilir miydim diye düşündüm.

    bu sırada bir koltuğun boşaldığını görünce normalde yapacağım gibi otobüste yaşlı insanlar aramak yerine, bu otobüsteki kimsenin oraya oturmayı hak etmediği düşüncesiyle gidip kendim oturdum. en nihayetinde ben oturmasam beni bir kum torbası olarak hatırlayan eski edebiyat öğretmenim oturacaktı. darbelerinden anladığım kadarıyla onun da ayakta duramayacak kadar güçsüz olma gibi bir sorunu yoktu zaten.

    evrendeki antropiyi bana hatırlatırcasına her seferinde kabloları birbirine dolaşan kulaklığımı güç bela taktıktan sonra mp3'ümün şarjının bitmiş olduğunu fark ettim. aleti paltomun iç cebine attıktan sonra çantamın küçük gözünden kitabımı çektim. kızılay'e en az 20 dakika vardı ve bu da otobüsün sallanma durumuna göre 10-15 sayfa demekti.

    o ana kadar yaşadığım sıkıntıların önceden haber vermiş olduğu üzere yine bir sorunla karşı karşıyaydım. ihsan oktay anar'ın suskunlar'ı sanarak raftan çekip çantama attığım kitap gökdemir ihsan'ın kurmaca alıştırmaları'ymış. göz ucum ve çoğunu cep telefonuna verdiğim yarım dikkatim kitabın kalınlığını ve rengini seçmişti ama yazıları seçememişti.

    hemen her konuda bir saplantısı olan biri olarak birincisi heves ettiğim bir şeyi yapamamaktan, ikincisi bir kitabı bitirmeden diğerine başlamaktan hoşlanmazdım. tek istediğim suskunlar'a kaldığım yerden devam etmekti. ama şimdi ya hiçbir şey yapmadan oturacak (ki otobüste hiçbir şey yapmadan oturmayı beni zamanın göreceliğine inandıracak kadar sıkıcı bulurum) ya da yeni bir kitaba başlayacaktım. insanların aynı anda birden fazla kitap okumasını hiçbir zaman anlayamamışımdır. 2-3 filmi 15'er dakika boyunca sırayla izlemekten veya şarkıları ortasında bölerek karışık dinlemekten farksızdı benim için. ama kitabın kısa öykülerden oluştuğunu görünce prensiplerimi bir kez olsun ihlal etmeye karar verdim.

    beşinci öyküdeyken otobüsün içinde normalden fazla bir kıpırtı hissettiğimde son durağa geldiğimizi anladım. 10 dakika sonra unutmak üzere kaldığım sayfaya bakıp kitabı çantama attım. arkadaşımla dost kitabevi'nin önünde 1 saat sonra buluşacaktım. bu da bana bir şeyler atıştırmak ve birkaç kitapçı gezmek için yeterli zaman veriyordu. ama girdiğim kafede gözüm duvardaki saate kayınca babamın bir akşam önce "saatini bu gece geri almayı unutma" dediğini hatırladım. bu da fazladan bir saat boyunca amaçsızca dolaşmak demekti. ayrıca otobüsteki alışılmadık kalabalığı da açıklıyordu. yemek sırasında kitaptan birkaç bölüm daha okudum ama mekanların ve olanların aynılığı beni çabuk sıktı. çıkıp dışarıda gezinmeyi tercih ettim.

    öğle ezanı okunurken dost kitabevinin önündeki yerimi aldım. azıcık destek çıkılsa sistemi değiştirebilecek kadar azimli olan dost önü gençliği yine tüm azmini abukluğa ve subukluğa kanalize etmişti. mendilci çocuk geldiği anda kendimi içeri atmak üzere kapının yanında her zamanki yerimi aldım ve beklemeye başladım. dost önünde bekleyip tanıdık biriyle karşılaşmamak olmazdı. ausozluk'ten bir arkadaşı elinde poşetlerle dışarı çıkarken gördüm. aynı anda o da beni görüp yanıma geldi. nasılsın iyi misin muhabbetini geçtikten sonra "gitme zamanı" sessizliği ikimizin de başını ileri geri sallamasına neden oldu. tam yanakları değdirmek vasıtasıyla öpüşürken elini klapalarımın üzerine doğru götürdü ve "ketçap dökülmüş galiba" dedi.

    bu tesadüf (pekala profesör, tesadüf diye bir şey yoktur, amenna) ilgimin tekrar kitaba yönelmesine neden oldu. en az sistem karşıtı bir dost önü metalcisi kadar kıvrak bir hareketle yere oturup bağdaş kurdum ve kitaba kaldığım yerden devam ettim.
  • insan ne tuhaf canlı arkadaş. neyse şimdi ona girmeyim. ismi kadar afili bir kitap var karşımızda. kitap hakkında yazılmış çok güzel bi yazı var hemi de ali teoman tarafından kaleme alınmış. kitabı içselleştirdikten sonra daha derin şeyler yazmayı umuyorum hakkında.

    http://www.radikal.com.tr/…rdetay&articleid=1026566
  • özet geçiyorum; herhangi bir adam belirli bir kıyafetle belirli bir duraktan belirli bir otobüse biniyor, sonra bi şeyler bi şeyler... sıradan görünen bir olay ama detaylar hep aynı. sicimli şapka, mont, otobüsteki ihtiyar da hep aynı. yazar bu olayı 33 farklı üslup ve nedenle anlatıyor. yani kitap 33 farklı hikayeden değil, 33 aynı hikayeden ama farklı üslup ve farklı nedenlerden oluşuyor. farklı nedenler arasında desmond bratha'ya, george w. bush'a, kuklalara rastlıyoruz.

    bu özeti kitabı almak üzere olup buraya bakanlar için geçtim. ben çok beğendim, roman değil, romancının elinden çıkma değil. hikaye durumunu da anlattım, işte böyle bir kitap. eğlenceli, komik. dediklerim ilginizi çektiyse okuyun, beğenirsiniz.
  • çıktığı vakitler, rahmetli ali teoman'ın da takdirini kazanmış olan kitap.
  • ilk baskısı 2010 yılında sel yayıncılık 'tan çıkan kitap. 7 yıl aradan sonra yapılan ikinci baskısı ise dergah yayınları 'ndan çıkmış.*

    ali teoman 'ın bu kitap için yazdığı bir yazı...*

    edit: ali teoman'ın yazısını yeni baskının girişine koymuşlar. çok iyi olmuş çok da güzel olmuş. *
hesabın var mı? giriş yap