• pierre louys'un lezbiyen ask temasini isledigi kitabinin ismi.

    '' ben, bilitis, kaynaklarin denizden fiskirdigi, irmaklarin tas yataklarda aktigi ülkede dogdum...safak gibi hüzünlü byblos sarkilarini annemden ögrendim...kypre'de astarte'ye taptim. lesbos'da psappha'yi tanidim. hep sevdalarimin sarkilarini söyledim. yolcu, iyi yasamamissam kizina söyle...''
  • kitabin girisinde pierre louys bilitis'in hayatini söyle anlatir:

    bilitis, milattan önce altıncı yüzyılın başında, pamphylia’nın doğusunda, melas kıyılarında bir dağ köyünde doğdu. toroslar’ın muazzam kitlesi altında uzanan, derin ormanlarla kaplı bu ülkenin ağır, hüzünlü bir havası vardır; kayalardan taşlaştırıcı sular fışkırır, yukarılarda büyük tuzlu göller durur, vadiler sessizlik doludur.
    grek bir babanın ve fenikeli bir annenin kızıydı. babasını tanımamış olmalı, çünkü çocukluk anılarında hiç söz etmiyor. herhalde babası doğmadan öldü. yoksa annesi nasıl ona bir fenikeli adı versin?
    bu neredeyse ıssız ülkede, annesi ve kız kardeşleriyle sakin bir hayat yaşıyordu. yakınlarda oturan, arkadaşlık ettiği başka genç kızlar da vardı. toroslar’ın ağaçlarla kaplı yamaçlarından çobanlar sürülerini geçirirdi.
    sabahları horoz öter ötmez kalkar, ağıla gider, hayvanları suya götürür, sütlerini sağardı. günleri, hava yağmurluysa, kadın evinde kalıp yün eğirmekle geçerdi. hava güzelse kırlara koşar, arkadaşlarıyla bize de anlattığı bin bir çeşit oyun oynardı.
    bilitis’in nymphealara olan inancı pek ateşliydi. adaklarının hemen hepsi onların pınarına sunulmak içindi. hatta sık sık onlara seslenirdi; ama, bir gün onları görüveren bir ihtiyarın anılarını nasıl hayranlıkla aktardığına bakılırsa, kendisi hiç görmemiş olmalı.
    hayatının doğayla iç içe geçen bu döneminin son günleri, uzun uzun anlatmasına rağmen hakkında çok az şey bildiğimiz bir aşkla hüzünlendi. bu aşk mutsuz bir aşk olduğu anda onun şarkısını söylemeyi bıraktı. doğurduğu çocuğu terk etti, bilinmeyen nedenlerle pamphylia’dan ayrıldı, bir daha da doğduğu yeri görmedi.
    ona, daha sonra, güzel asya kıyıları boyunca ilerleyerek deniz yoluyla geldiği mytilene’de rastlıyoruz. pittakos’un ölümüyle ilgili bir mısradan yola çıkarak bilitis’in hayatındaki bazı tarihleri doğru tespit edebilen m.heim’ın tahminine göre on altı yaşında ancak vardı.
    lesbos o zamanlar dünyanın merkeziydi. güzel attika ile gösterişli lidya’nın arasında yarı yolda, atina’dan daha aydın, sardes’ten daha kokuşmuş bir başkent’e sahipti; asya kıyılarına bakan bir yarımada üzerine kurulu mytilene. mavi deniz şehri çepçevre sarıyordu. tapınakların yüksekliğinden bakıldığında bergama’nın limanı atarne ufukta beyaz bir çizgi olarak seçiliyordu.
    dar ve kalabalık sokaklar alacalı kumaşlarla, lal ve yementaşı rengi tüniklerle, saydam ipek siklaslarla, sarı pabuçların tozunda sürünen basaraslarla doluydu. kadınların kulaklarında ham incilerle kaplı büyük altın halkalar, kollarında kabaca oyulmuş masif gümüş bilezikler vardı. erkeklerin bile saçları az bulunan hoş kokulu yağlarla parlıyordu. grek kadınların çıplak ayak bileklerinde periselis denen açık renk büyük madeni yılanlar çınlıyordu; asyalı kadınlar ise renkli, yumuşak potinler giyiyordu. önlerinde insanların biriktiği dükkanlarda, sadece lüks mallar satılıyordu: bazı semtlerde koyu renk halılar, bazılarında altın nakışlı örtüler, bazılarında da amber ve fildişi mücevherler. mytilene’nin canlılığı gün battıktan sonra da sürüyordu; geç saatlerde bile açık kapılardan neşeli çalgı sesleri, kadın çığlıkları, dans gürültüleri geliyordu. pittakos bu durmak bilmeyen sefahate biraz olsun çeki düzen vermek için çok küçük kızların gece eğlencelerinde flüt çalmasını yasaklayan bir yasa çıkarmıştı; ama bu yasa, hayatın doğal akışını değiştirmeyi amaçlayan bütün yasalar gibi, gizlilik içinde ihlal ediliyordu.
    erkeklerin, geceleri şarapla ve dansözlerle bu kadar meşgul olduğu bir toplumda, kadınların yakınlaşması ve yalnızlıklarının tesellisini birbirlerinde bulması kaçınılmazdı. işte bu yüzden, antik dünyanın daha o zamandan adını koyduğu, erkekler ne düşünürse düşünsün, günahkar arayışlardan çok gerçek tutkulara dayanan o ince aşka düştüler.
    o zamanlar sappho hala güzeldi. bilitis onu tanıdı; bize ondan lesbos’daki adıyla psapphadiye söz eder. küçük pamphylialı kıza uyumlu cümlelerle şarkı söylemeyi, sevdiklerinin anısını kendinden sonra da sürdürmeyi öğretenin, bu hayranlık verici kadın olduğuna şüphe yok. ne yazık ki bilitis bugün hakkında çok az şey bildiğimiz bu kişiyle ilgili pek ayrıntı vermiyor; yazık, çünkü büyük esinleyici’ye ilişkin en küçük bilgi bile altın değerinde olurdu. buna karşılık, otuz kadar mersiyesinde, mnasidika adlı yaşıtı bir genç kızla yaşadığı aşkın öyküsünü anlatıyor. bu genç kızın adını, sappho’nun onun güzelliğini öven bir mısrasından zaten biliyorduk; ama bu adın kendisi bile şüphe vericiydi, hatta bergk onun adının sadece mnais olduğunu düşünme eğilimindeydi. daha ileride yer alan şarkılar bu varsayımdan vazgeçilmesi gerektiğini kanıtlıyor. herhalde mnasidika çok tatlı, çok masum bir küçük kızdı, hani şu tek varoluş nedenleri sevilmek olan, sevgiyi hak etmek için ne kadar az şey yaparlarsa o kadar üstlerine düşülen, sevimli yaratıklardan biri. en uzun aşkla nedensiz aşklardır: bu altı yıl sürmüş. bilitis’in hiçbir kaçamağa izin vermeyen aşırı kıskançlığı yüzünden nasıl bittiğini göreceğiz.
    acı anılar dışında kendisini mytilene’de tutacak hiçbir şey kalmadığını hissedince, bilitis ikinci bir yolculuğa çıktı; pamphylia gibi bir grek ve fenike adası olan ve ona sık sık doğduğu ülkeyi hatırlatmış olması gereken kıbrıs’a gitti.
    bilitis orada üçüncü defa yeni bir hayat başladı; ama, antik halkların aşka nasıl kutsal bir şey olarak baktıklarını bir kere daha hatırlamazsak, bu hayat tarzını kabul etmek güç olabilir. amathonte fahişeleri bizdeki gibi saygın toplumdan dışlanmış, düşkün yaratıklar değildi; şehrin en iyi ailelerinin kızlarıydı. aphrodite onlara güzellik vermişti, onlar da güzelliklerini tapınağına sunarak tanrıçaya teşekkür ediyorlardı. kıbrıs’ta olduğu gibi, fahişe bakımından zengin bir tapınağa sahip bütün şehirler, bu kadınlara aynı saygılı özeni gösterirdi.
    phryne’nin athenaeus tarafından aktarılan benzersiz öyküsü bu konuda bir fikir verebilir. yargıçlar kurulu’nu yumuşatmak için hyperides’in onu çırılçıplak soyduğu doğru değildir, oysa suçu büyüktü: insan öldürmüştü. hatip onun tüniğinin sadece üst kısmını kaldırdı ve yalnız göğüslerini açığa çıkardı. sonra yargıçlara ‘’ aphrodite’nin bu esin dolu rahibesini ölüme götürmemeleri için’’ yalvardı. – phryne, vücutlarının bütün hatlarını gösteren saydam siklaslar giyerek sokağa çıkan diğer fahişelerin tersine, saçlarını bile, tanagre figürlerinin güzelliklerini bugüne taşıdığı o büyük, kıvrımlı giysilerden biriyle örterdi. dostları dışında hiç kimse ne kollarını ne de omuzlarını görmüştü, halka açık hamamlara da gitmezdi. ama günün birinde olağanüstü bir şey oldu. eleusis bayramıydı; grek ülkesinin dört bucağından gelmiş yirmi bin kişinin toplandığı deniz kıyısında, phryne dalgalara doğru yürüdü; giysisini çıkardı, kemerini çözdü, iç tüniğini bile çıkardı, ‘’saçlarını tümüyle serbest bıraktı ve denize girdi ’’. kalabalığın arasında bulunan praxiteles bu canlı tanrıçadan yola çıkarak knidos aphrodite’sini çizdi; apelles de anadyomene’sinin biçimini onda gördü. çıplak güzelliğe, gülmeden, sahtekarca utanmadan bakabilen, ne hayranlık verici halkmış!
    ben bu öykü bilitis’in olsun isterdim, çünkü şarkılarını çevirdikçe mnasidika’nın sevgilisini sevmeye başladım. onun da harika bir hayat yaşadığına şüphe yok. tek üzüntüm daha çok sözünün edilmemesi; eski yazarların, en azından bugüne kalmış olanların, onun hakkında bu kadar az bilgi sahibi olması. ondan iki kere intihal yapan philodemus, adını anmaz. anlatılacak güzel anekdotlar bulunmadığına göre, okurun, fahişelik hayatına ilişkin kendisinin verdiği ayrıntılarla yetinmesini rica ediyorum. fahişelik yaptı, bu inkar edilemez; üstelik son şarkıları mesleğinin erdemlerine olduğu kadar en berbat zayıflıklarına da sahip olduğunu kanıtlıyor. ama ben onun yalnız erdemli yanlarını bilmek istiyorum. dini bütündü. aphrodite’nin en saf mümini olarak, tanrıça gençliğini uzattığı sürece tapınağa sadık kaldı. kendi deyişiyle, artık sevilmediği gün yazmayı bıraktı. bununla birlikte, pamphylia şarkılarının yaşandıkları dönemde yazılmış olduklarını kabul etmek güçtür. dağlarda yaşayan küçük bir çoban kızı, mısralarını eolyen geleneğinin güç vezinlerine göre tartılmamayı nasıl öğrenmiş olabilir? yaşlanan bilitis’in, uzaklarda kalmış çocukluk anılarının şarkısını sırf kendi zevki için söylediğini kabul etmek daha akla yatkın. hayatının bu son dönemine ilişkin hiçbir şey bilmiyoruz. kaç yaşında öldüğünü bile.
    mezarı m.g.heim tarafından palaeo-limisso’da, amathone harabelerine yakın bir antik yolun kenarında bulundu. bu harabeler son otuz yıla hemen hemen yok oldu, belki bilitis’in yaşadımış olduğu evin taşlarıysa bugün port-said rıhtımlarına döşeli. ama mezar fenike adetlerine uygun olarak yerin altındaymış ve define avcıları bile ona ilişememiş.
    heim oraya toprak dolu dar bir kuyudan inmiş. kuyunun dibinde örülü bir kapıyla karşılaşmış yıkmışlar. geniş ve alçak tavanlı, tabanı kireç taşı döşeli mezar odasının dört duvarı siyah amfibolit plakalarla kaplıymış. lahiti süsleyen üç yazıt dışında, okuyacağınız bütün şarkılar, primitif büyük harfle bu plakalara kazılıymış.
    mnasidika’nın sevgilisi işte burada, pişmiş topraktan büyük bir tabutta yatıyormuş. tabutun kapağında, incelik sahibi bir heykeltıraşın elinden çıkma, kilden bir heykeli varmış: saçları siyaha boyalıymış, gözleri canlı gibi yarı kapalı ve sürmeliymiş, dudaklarının kenarından yanaklarını hafifçe geren küçük bir tebessüm doğuyor gibiymiş. bu, hem pürüzsüz hem dolgun, hem yumuşak hem ince, birbiriyle birleşmiş, birbirine değmekten adeta sarhoş olmuş dudakların gerçekte nasıl olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
    mezar açıldığında, yirmi dört yüzyıl önce dindar eller nasıl bıraktıysa öyle durduğu görülmüş bilitis’in. toprak kavilalardan parfüm şişeleri sarkıyormuş; bir tanesi onca yıl sonra hala kokuyormuş. bilitis’in kendisine baktığı cilalı gümüş ayna, gözkapaklarına mavi far sürdüğü stiletto yerli yerindeymiş. sonsuza kadar değerli kalacak bir çıplak astarte heykelciği, bütün altın mücevherleri üzerinde olan ve karla kaplı bir dal gibi bembeyaz duran iskeleti hala koruyormuş. ama öyle ince, öyle kırılganmış ki bu iskelet, dokunulduğu anda toza dönüşmüş.

    pierre louys
    constantine, ağustos 1894
  • marc almond'in tenement symphony albümünde bu şarkilardan esinlenilmiş trois chansons de bilitis isimli bir parça vardir.
  • claude debussy'nin, yakin dostu sair pierre louys'nin ayni isimli siir kitabindan esinlenerek yazdigi oda muzigi eseri. 2 flut, 2 arp ve celesta icindir. louys'nin siirleriyle inanilmaz bicimde ozdeslesen tuyler urpertici muzik, sairin siirlerini okuyan bir kadin sesine eslik eder.
    bolumleri;
    1-chant pastoral
    2-les comparaisons
    3-les contes
    4-chanson
    5-la partie d'osselets
    6-bilitis
    7-le tombeau sans nom
    8-les courtisanes egyptiennes
    9-l'eau pure du bassin
    10-la danseuse aux crotales
    11-le souuvenir de mnasidika
    12-la pluie au matin
  • (bkz: bitlis'te beş minare)

    les chansons de bitlis diye okudum, aklıma bu geldi, sonra ne alaka lan deyip tekrar okudum başlığı, bilitis diyormuş...
hesabın var mı? giriş yap