*

  • "man's search for himself". türkçe'ye "kendini arayan insan" olarak çevrilmiş rollo maykitabı. kuraldışı yayıncılıktan çıkmış olması gibi bence iç açıcı olmayan kaderine rağmen birey olmak üzerine yazılmış güzel kitaplardan biridir.
  • "günümüz modern insanı toplu şizofreni, toplu nevroz yaşıyor. bu nevrozun ürettigi endişe duygusunu da ilaçlarla, uyuşturucularla, alkolle, tv ile, sahte ilişkilerle uyutmaya calisiyor.daha fazlasına sahip olursa endişeden kurtulcagini saniyor.ama icindeki boşlugu bir türlü dolduramıyor.kendini tekrar ederek bu kez farklı bir sonuc alacagi yanılsamasından bir türlü kurtulamıyor.modern insan mutsuz, doyumsuz ve korku dolu" seklinde bir giri$e sahip faidali bilgiler ve carpici örneklerle bezenmi$ hoş bir kitap.
  • okuyanus yayınevi tarafından basılan herkesin mutlaka okuması gerken çarpıcı rollo may eseridir
  • "bizi üzerinde durduğumuz boşluk hissi kaynağını bireyin yaşamıyla ilgili hiçbir şey yapamayacak kadar kendisini güçsüz bulmasından alır. ruhsal boşluk dediğimiz şey bir birikimin sonucudur. birey kendine karşı şartlanır; kendi geleceğini yönlendiremeyeceğine inanır öncelikle. ne başkalarının davranışları, ne etrafındaki dünya ne de kendi hayatı kontrolü dahilindedir onun kafasında. yani boşluk, bir anlamda, şartlanma birikimlerinden elimize kalandır. en sonunda isteklerinin ve arzularının önemi kalmaz ve her şeyden bir anda vazgeçer. kayıtsızlık ve duygusuzluk aslında endişelere karşı oluşturulmuş bir savunma mekanizmasıdır. eğer birey devamlı aşamayacağı problemlerle yüz yüze geliyorsa, deneyeceği son savunma metodu, yaklaştığını fark ettiğinde bile tehlikeyi umursamamak olacaktır."
  • "yalnızlığı saf dışı bıraktığı için olsa gerek, toplumda sevilmek ve kabul görmek beraberinde inanılmaz bir gücü getirir. sosyal grupların içinde yerini almış birey rahattır; ana karnındaymışçasına güvende hisseder kendini. özde bağımsız olmayı dileyen benliğinden vazgeçmek pahasına da olsa, geçici bir süre için yalnızlığını bertaraf edebilmiş ama yalnızlık krizlerinde tek gerçek kurtarıcısı olacak 'iç gücünü' yine reddetmiştir. 'içleri doldurulmuş insanlar' ne kadar 'birbirlerine yaslanırsa yaslansınlar' hep yalnız olmaya mahkumdurlar. çünkü 'içi boş' insanların onlara sevmeyi öğretebilecek bir dayanakları yoktur."
  • aynaya bakmayı seven insanlar için yazıldığını düşündüğüm rollo may eseri. modern çağ insanlarının yalnızlığı ve yaşadığı kaygıyı tanımlayarak başlamış çalışmasına ve işi bir adım daha ileri götürerek bu çağı endişe çağı olarak isimlendirmiş.

    kavramları açıklama işini kaygı çağı düşünürlerinin eserleri ışığında yapmaya çalışmış. kierkegaard, kafka, camus ve eserleri çokça zikrediliyor. gregor samsa'yı insanlıktan çıkaranın ne olduğunu, meursault'nin kendine ve insanlara yabancılaşma sürecini ve daha birçok klasiğin alt metnini bir de rollo may'den okuyarak anımsamak, bazı şeyleri yeniden tanımlamak faydalı oldu kendi adıma. anlatı yunan mitleriyle de zenginleştirilmiş, kavramlar daha görünür hale getirilmiş.

    kişinin var olma mücadelesi, özgürlük, istenç, güç, cesaret, yaratma gibi kavramları rollo may'in başka çalışmalarından okuma şansım olmuştu. bu anlamda bu çalışma hepsinin özeti mahiyetinde duruyor. rollo may'i tanımak isteyen insanların bu çalışmayı okuyarak başlaması isabetli olur gibi duruyor.

    (bkz: yaratma cesareti)
    (bkz: güç ve masumiyet)
    (bkz: özgürlük ve kader)

    bu arada benim okuduğum baskı okuyan us yayınlarındandı. o nasıl iğrenç bir kapak tasarımıdır öyle. kitabı gören ucuz bit aşk romanı sanır, yolunu değiştirir. yapmayın böyle şeyler!
  • benim için birçok farkındalığı beraberinde getiren canım kitap, her şey onunla başladı.

    “ona henüz bir isim bulamadılar,
    saatlerin, asırların, her şeyin ötesine gitmeye,
    zaman içerisindeki her şey olmaya
    içimde bulduğum o mükemmelliği nasıl anlatabilirim
    rengi olmayan ama billur gibi parlayan;
    bal değil ama gerçek mutluluk
    arzu değil ama tatmin olma,
    tutku değil ama huzur.”
  • modern insanın yalnızlığından, iç çatışmalarına doğru şekillenen 3 ana bölümden oluşan gayet akıcı ve başarılı bir rollo may eseri.

    kafese kapatılan adam diye bir bölüm var kitapta...

    kralın biri her gün işine aynı saatlerde gidip evine dönen bir adam görüyor camdan ve adamın hayatını düşlüyor, sabah işe gidişini akşam her gün aynı saatlerde eve gelişini, yemek yemesini, çocuklara bakmasını, yatmasını belki karısıyla sevişmesini, uyumasını sabah tekrar işe gitmesini. sonra bu adamı kafese koysak ne olur diye düşünüyor ve gerçekten o adamı alıp kafese koyuyorlar. sonra bir psikolog gelip her gün adamı kontrol ediyor. ilk günlerde işe gitmesi gerektiğini kafeste tutulamayacağını söyleyip haykıran adama her gün durumunun iyi olduğu, kralın ona her türlü yemeği sunduğunu ve dışarda da olsa kaderini yaşayacağı telkin ediliyor. gün geçtikçe adam daha az hırçınlık yapmaya kralı gördüğü zamanlar şükran duygusunu ifade etmeye ve en sonunda kaderim bu deyip kabul etmeye başlıyor. son evrede ise ben kelimesini asla kullanmayan, yüzünde standart bir ifade olan donuk, baksa da görmeyen bir canlıya dönüşüyor.

    özgürlüğün gerçek bir madde gibi insanın elinden alınıp, bu durumun bile iyi olduğuna inandırılmasını anlatan müthiş bir özetti. adamın yaşadığı hayatın da daha büyük bir kafes olduğunu da unutmamak lazım bence.

    bağımlılıklarla ilgili de çok yerinde tespitleri var.
    "kişi nevrotik bir stratejiyi, bir bağımlılığı, bir alışkanlığı öldürmeyi seçebilir ve sonrasında daha özgür bir insan olarak yaşamayı seçebileceğini görebilir."

    galiba o an dışında bize iyi hissettirmeyen her şey bir tür bağımlılık ama kabul edip kurtulamıyoruz. kurtulmayı da bir tür "ölmenin" ardından hayata yeni bir farkındalıkla geri dönmek olarak tanımlamış.

    bir de önsözüne "böylesine parçalanmış bir dünyada içsel bütünlük nasıl sağlanabilir? yada: ne geçmiş ne gelecek açısından hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dönemde kendini gerçekleştirmeye giden o uzun gerçekleştirme sürecine nasıl girişilebilir?"
    yazmış rollo may 1953'de. galiba dünyanın sonuna kadar hiçbir şey değişmeyecek.

    okyanus yayınları syf 139-142, 164
  • "jigolo ve saray soytarısının tavırlarının özünde değerin davranışla değil de pasiflikle orantılı olması yatar." rollo may - man's search for himself

    "modern sanat ve modern müzikte de yine iletişim kurmayan bir dil buluruz."

    "yalnızca içimizdeki boşluk değil endişemiz de doğayla kurduğumuz ilişkiyi yok etme eğilimindedir."

    "dünyada bir büyü bozumu yaşandı ve bunun sonucunda yalnızca doğayla değil kendimizle de bağımızı yitirdik."

    "doğanın kişidışılığına rağmen insan kendi kimliğini olumlayabilmeli ve doğanın sessizliklerini kendi içsel canlılığıyla doldurabilmelidir."

    "yani bir birey olarak kendi kimliğimiz hakkında meditasyon yapmak bile benlik bilincine sahip olduğumuzun bir işaretidir."

    "benlik bireyin içindeki düzenleyicidir ve insanın bir diğeriyle ilişki kurmasını sağlama işlevi görür."

    ["enerji sonsuz hazdır" demiştir william blake; "arzulayıp da eylemeyen hastalık üretir".]

    "neşe, güçlerimizi kullandığımızda ortaya çıkan duygudur. hayatın amacı mutluluktan ziyade neşedir, çünkü insan olarak doğamızın gereklerini yerine getirmenin sonucunda neşeleniriz."

    "dolayısıyla kişinin kendi kendine yönelttiği suçlamaların çoğu küstahlıklarının üstünü örtmeye yarar."

    "hissetme ve istemeye dair tüm doğrudan ve anlık deneyimler kendiliğinden ve biriciktir."

    "ergenlikte (muhtemelen diğer evrelerde de) ebeveynin temsil ettiği şeylere karşı isyanın gücü çoğu zaman aşırıdır, çünkü bu genç kimse aslında kendi dünyaya adım atma endişesiyle mücadele etmektedir."

    "dolayısıyla özgürlük hayatın deterministik gerçeklikleriyle nasıl ilişki kurduğumuzla alakalıdır."

    "ve ölüm gibi acımasız bir gerçekle nasıl bir ilişki kurduğu kendisi için ölüm gerçeğinden daha önemli olabilir."

    "ne de olsa otoriterlik (yani otoritenin nevrotik hali) bireyin kendi sorunlarıyla yüzleşme sorumluluğundan kaçındığı ölçüde çoğalacaktır."

    "sonsuzluk zamanın niteliksel anlamıdır." rollo may - man's search for himself
  • --- spoiler ---

    "bir zen ustasının cenaze töreninde tabutun ardından binlerce mürit yaşlı gözlerle yürüyormuş. bir başka zen ustası, bu manzaraya bakarak şöyle demiş: 'bir canlı ölünün ardından ne kadar da çok yaşayan ölü gidiyor.'"

    "bu şahıslar sıklıkla toplumun daha duyarlı ve daha yetenekli üyeleridirler. yardıma muhtaçtırlar çünkü olayları rasyonel olarak değerlendirmek söz konusu olunca, tüm iç çatışmalarım her şeye adapte olarak yenmiş olan sıradan vatandaşa oranla pek başarılı olamamışlardır"

    "boşlukta yaşayan bireyler hayatın monotonluğuna ancak nadiren yapabildikleri çılgınlıklarla katlanabilirler ya da en azından başkalarının çılgınlıklarında kendilerini bulurlar."

    "newyork'taki lise öğrencileri arasında uyuşturucu bağımlılarının sayısının hızla artması, kesinlikle, ergenlik çağma gelmiş gençlerin orduya katılmak ya da belirsiz bir ekonomik düzen dışında başka bir gelecek beklentileri olmayışından kaynaklanmaktadır. üstelik bu gençlerin hayatlarıyla ilgili hiçbir olumlu ve yapıcı amacı yoktur. birey kendini anlamsız, sıradan ve boş hissetmeye çok uzun bir süre dayanamaz. eğer herhangi bir aktiviteye doğru kaymaya başlamamışsa, kısa zamanda ruhsal devinimi korkunç boyutta yavaşlar; var olan potansiyel yerini boş vermişlik ve umutsuzluğa bırakır. durum böyle olunca da yıkmaya ve yok etmeye dayalı davranışlar kaçınılmaz sonu oluşturur."

    "eğer birey devamlı aşamayacağı problemlerle yüz yüze geliyorsa, deneyeceği son savunma metodu, yaklaştığını fark ettiğinde bile tehlikeyi umursamamak olacaktır."

    "ölüm, en mutlak ayrılık, en sonsuz yalnızlık ve en kesin dışlanmadır."

    "bireyin kendi varlığı ile ilgili olarak edindiği izlenimler, başkalarının onun için düşündükleri ve söylediklerinin bir sonucudur."

    "faşizm ve nazizmin güç kazanmalarının tek nedeni mussolini ve hitler'in iktidar hırsı değildir. bir ulus ekonomik yokluğa yenik düşmüşse ve psikolojik olarak da boşluğun ve bunalımların eşiğindeyse, totaliter rejimler her zaman boşluğu doldurmak için harekete geçerler. insanlar artık dayanamadıkları endişelerden kurtulmak uğruna özgürlüklerinden vazgeçmeye dünden razıdırlar."

    "shakespeare'in dediği gibi, 'gelecekte olabileceklere oranla günümüz tehlikeleri daha az korkutucudur.'
    kimileri kurtarılıp kurtarılmayacaklarını bilmemenin verdiği belirsizliğe ve şüpheye dayanamadıklarından, filikadan atlayıp boğulmayı tercih eder."

    "bizim endişelerimizin büyük kısmı benliğimize yönelik bir tehlikeyle karşılaştığımız zaman ortaya çıkar. tamamen stres, endişe ve korkularının bir sonucu olarak midesinde bir delik açılan torn adlı genç adam, psikosomatik etkilerin gücüne mükemmel bir örnektir. torn, hastanede bulunduğu süre içerisinde ailesinin geçimini sağlama konusunda hala kaygılar taşımaktaydı. işini kaybetme korkusunun had safhaya ulaştığı bir anda şöyle haykırdı: 'eğer ailemi geçindiremeyeceksem, kendimi denize atarım daha iyi!' örnekte de gördüğümüz gibi var oluş sebebini ailesini geçindirmekle özdeşleştirmiş bir işçi olan torn, toplumlunuzdaki birçok insan gibi var oluş nedeninin ortadan kalkması halinde ölümü tercih edebilmektedir."

    "nörotik endişeyle baş edebilmenin yolu, sorunu yaratan olayı açığa çıkartmak ve olağan bir endişeymiş gibi atlatılmasını sağlamaktır. kronik nörotik endişe vakalarında yapılacak en akıllıca davranış profesyonel bir psikoterapiste başvurmaktır."

    "ateş devam ettiği sürece bir verem hastası için hala ümit vardır ancak hastalığın son evrelerinde ateş kesilir yani vücut direnmeyi bırakır ve hasta ölür. bizler için de son umut, endişeye ve hissizliğe teslim olduğumuz zaman ortadan kalkacaktır.
    o halde üzerimize düşen, benlik bilincimizi güçlendirmek ve bunalım anlarında içimizde sığınabileceğimiz bir dayanak yaratmaktır."

    "kreisler'in çaldığı bir konçerto sonrasında izleyicilere dinledikleri için teşekkür ettiğini hayal etsenize! radyodaki sunucunun kullandığı bu ifadeyle esas olarak ima ettiği şey, her türlü şaklabanlığı yaptığı yetmiyormuş gibi majestelerine de izlediği için sonsuz şükranlarını sunmak zorunda olan soytarılardır."

    "picasso gibi bir dev bile hayatı boyunca batı toplumunu anlatmak istercesine dört kez stilini baştan aşağı değiştirebiliyor. sizi bilmem ama bu olay bana okyanusun ortasında ulaşabileceği bir dalga boyu yakalamak umuduyla sürekli radyosunu kurcalayan bir kazazedeyi çağrıştırıyor. gerçekten de ruhsal açıdan denizin ortasında yapayalnız kalmış gibiyiz ve yalnızlığın yarattığı boşluğu anlaşabildiğimiz tek dilde konuşarak, yani en son haberlerden, iş konularından ve televizyon dizilerinden bahsederek dolduruyoruz. ruhumuzun derinliklerinde yaşadıklarımız giderek daha bir köşeye itiliyor ve daha yalnız, daha çok boşlukta hissediyoruz kendimizi."

    "eğer potansiyelimizi bir şekilde dolduramayacak olursak, sorunlar başlar. hiç yürümezsek bir gün gelir bacaklarımız bizi taşıyamaz. kaldı ki tek kaybedeceğimiz bacaklarımızın gücü değildir. kanımızın akış hızı, kalbimizin temposu, kısacası tüm bedenimiz yavaşlar, zayıflar. kişiliğimizi bulmada da yapmamız gerekeni yapamazsak hastalanırız. nevroz denilen hastalığın özünde kullanılmamış bir potansiyel yatar.
    çevredeki etkilerle (geçmişte veya şu anda) kişilik potansiyeli açığa çıkamazsa içe döner ve bireyin ruhsal dengesini alt üst etmeye başlar. 'enerji sonsuz bir mutluluktur.' der william blake, 'kim ki bir şeyi çok arzuladığı halde isteklerini eyleme dökemez, ölümü davet etmiş olur.'

    "özetlemek gerekirse ruhumuzdaki var olan gücü kullandığımız oranda yaşama sevincini tadabiliriz. yürümeyi, bir kutuyu yerden kaldırmayı öğrenen çocuk bunu başarana dek defalarca tekrarlar, düşse de yeniden başlar. en sonunda istediği şeyi başardığında mutlulukla gülümser; gücünü arzuladığı bir şey için kullanmıştır. ergenlik çağına girmiş bir genç yeni bir arkadaş kazandığında ise daha da mutlu olur.
    bir yetişkin içindeki gücü yaratmak, sevmek ve gelecek planları yapmak için kullandığını hissederse huzur duyar. sevinç, güçlerimizi eyleme dökmenin üzerimizde bıraktığı etkidir. hayatın amacı mutluluktan çok sevinç duymaktır. sevincin temelinde kendimize duyduğumuz sevgi ve saygı, varlığımızı gerekirse bize dışımızdaki her şeye ve herkese karşı kanıtlamanın haklı gururu vardır. sokrat bu gururu en ideal şekilde taşıyan tarihi bir karakterdir. düşüncelerinden ve inançlarından ötürü ölüme mahkum edildiğinde o, ölümü yenilgi olarak değil, düşüncelerini pazarlık konusu yapmaya karşı bir zafer olarak kabul etmiştir. sevinç salt kahramanların yaşadığı bir his değildir. birey güçlerini dürüstçe ve özgünce dışarı vurduğu sürece sevinç de hazır bekler."

    "itirazlar üzerinde biraz durmalıyız. emin olabilirsiniz ki, kendinize tapmak gibi bir zorunluluğunuz yok. yeri geldiğinde eleştirileri açık yüreklilikle kabul edebiliyorsanız, yeterince olgun ve gerçekçi bir kişiliğiniz var demektir. ama aşırı derecede kibirliyseniz, bunun nedeni benliğinizin farkında olup ona değer vermeniz değildir, aksine kendinizi herkesten aşağı görmenizdir. böbürlenme, kendini beğenmişlik, egoist davranışlar, bunların hepsi kişiliğinden şüphe duymanın ve ruhsal boşluğun dışsal birer göstergesidir. kibirli tavırlar çoğu zaman endişeyi gizlemenin en iyi yolu olmuştur."

    "psikiyatr dostlarımdan biri bir seferinde sürekli büyük günahlar işlediğini sandığı için kendini lanetleyip duran bir hastasından söz etmişti. her seferinde hasta aynı lafları saymaya başlayınca meslektaşımın içinden ona şunları söylemek geliyormuş: 'be adam, sen kim olduğunu sanıyorsun ki böyle büyük günahlardan atıp tutuyorsun?' kendini aşağılamaktan vazgeçmeyen birey, 'tanrı' katında çok önemli biri olmasından ötürü 'tanrı'nın onu cezalandırmakla uğraştığını ispatlamaya çalışır.

    "iç dünyasında değersiz olduğunu hisseden insan, kendini yüceltmek ihtiyacında olan insandır. kendini seven insan ise dostuna karşı nazik ve cömert olmak için gereken temele sahiptir."

    "normal yürüyememe, nefes darlığı çekme, kamburluk gibi vücut fonksiyonlarındaki herhangi bir bozukluk ya da aksamanın sebebi hayat boyu bedene bir makine muamelesi yapmakta aranmalıdır."

    "klinik vakalara dayanarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, hastalığından kendiyle ilgili önemli dersler çıkaran insanlar hastalık sonrasında önceki durumlarına göre kendilerini çok daha yenilenmiş ve tatmin olmuş hissedebilmektedirler."

    "her cins hastalığın bireyi belli bir amaca yönlendirdiği bilinmektedir. fiziksel rahatsızlıklar bir takım nereden kaynaklandığı belirsiz endişeleri unutturabilir çünkü bireyin şimdi endişelenecek elle tutulur bir mazereti vardır.
    inanın ki, var olduğu kesinleşmiş bir hastalıktan dolayı endişelenmek, nedeni belirsiz bir şekilde sürekli endişe ve sıkıntı çekmekten çok daha az acı verir. her ne kadar pek yapıcı bir metot olmasa da, pek çok insan geçirdiği ciddi bir hastalık sonrası yıllardır çektiği suçluluk duygusundan kurtulabilir."

    "bastırılan içgüdüler sonradan birer saplantıya dönüşüp geri gelirler."

    "hatırlatmak isterim ki bizim savunduğumuz aktif (etken) ben'in işten işe koşuşturan, sürekli meşgul bir birey olmakla uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. birçok kimse endişelerini unutmak için kendini işine verir; meşguliyetin sorunlardan kaçmanın bir yolu olduğuna inanır. meşgul olmak önemli bir birey olmanın göstergesiymiş gibi acele işler peşinde koşarak yaşadıklarına dair gerçek olmayan, geçici bir hisse kapılır bu insanlar. chaucer'in canterbury hikayeleri'nde bu konuda çok zeki ve kurnazca bir yorumu yer alır: 'bana öyle geliyor ki olduğundan daha meşgul gözükmeye çalışıyordu.'"

    "yaşamak yeri geldiğinde hiçbir şey yapmama potansiyelini de içine alır. kendini yiyip bitirmeden boş oturmak göründüğünden zor olabilir. robert louis stevenson'un kesin olarak yazdığı üzere: 'tembellik edebilmek için bayağı güçlü bir bireysel kimliğe sahip olmak lazımdır.' benliğin farkına varmak yaşamın daha sakin yanlarını da içerir. örneğin meditasyon yapmak, derin düşüncelere konsantre olmak batılıların kaybettiği sanatlardır ki bu tehlike arz eden bir durumdur. bir şeyler 'yapıyor' olmak yerine bir şeyler 'olmak' ruhumuzda yeni bir tat yaratacaktır. eğer bu tadı yakalayabilirsek, değerli, olduğumuzu ispatlamak uğruna çalışmak zorunda kalmayacağız. çalışarak meydana getirdiklerimiz yaratıcılığımızın, ruhumuzdan gelen ilhamın bir yansıması olacak, hem kendimizle hem de dostlarımızla olan bağı koparmadan."

    "başarılarınızın başkaları tarafından sömürü aracı yapıldığına kanaat getirirseniz, kendinizi savunmanın bir yolu hiç bir şey başarmamaya özen göstermektir, böylece kimsenin sizden bir şey çalamayacağına inanırsınız."

    "'bilin ki bir adamın düşmanları kendi hane halkındandır.'
    isa'nın nefret ve kin tohumları atma amacı gütmediği ortada.
    onun demek istediği, insanın ruhsal gelişiminin ensestten uzak bir yerlerde, yabancıları ve komşuları sevmekle mümkün olabileceğidir. eğer onlara olan bağımlılığından kurtulamazsa, gerçekten de bir adamın en korkulacak düşmanı kendi ailesi olur."

    "nietzsche ve ahlak konularını irdeleyen pek çok fikir insanının belirttiği gibi, kendi potansiyelini dolduran birey kendinden geçme deneyimini yaşar. kendinden geçme, farkındalığının genişlemesi, büyümek, sağlıklı bir birey olmaktır. simone de beauvoir ahlak üzerine yazdığı kitabında şunları der: 'yaşam kendi varlığını devam ettirme ve kendini aşma uğraşısıdır. eğer sadece varlığı korumak söz konusuysa yaşamanın ölümden farkı kalmadığı gibi insan ile bitkiyi ayırmak da imkansızlaşır.'"

    "zarar görmüş birey bir şekilde üzerinde baskı kuranlardan nefret edebiliyorsa, iç potansiyelinden pek de fazla bir şey kaybetmemiş demektir.
    insanlar özgürlüklerini başkalarının ellerine teslim etmeye razı olurlarsa ortaya çıkan senaryo totaliter rejimleri doğurur. bu rejimler o kadar zekice planlanır ki halkın nefret etmesi için her zaman bir yerlerden bir nesne bulup çıkarılır.
    hitler'in almanyasının yahudileri ve 'düşman ulusları' günah keçisi ilan etmesi gibi. '1984' romanında çok net gösterildiği gibi, şayet bir hükümet halkın özgürlüğünü çekip alıyorsa, halkın kendisinden nefret etmesini engellemek amacıyla nefreti ve öfkeyi dışarıya akıtmak zorundadır. aksi takdirde toplu psikoz vakaları kaçınılmaz olur. psikolojik açıdan ölmüş insanların bu tip hükümetlere hiç yarar sağlamayacağı açıktır."

    "artık psikolojide kesin olarak bilinen bir şey varsa o da bastırılan bir duygunun, karşıt bir davranışla telafi edildiğidir.
    hiç hoşlanmadığınız bir insana karşı aşırı nazik davrandığınızı zaman zaman siz de fark edersiniz. eğer endişeden uzak biriyseniz, bunu kendinize itiraf edebilir hatta aziz paul'un vecizesini sık sık tekrarlayabilirsiniz: 'düşmanıma iyi davranıyorsam, başının üzerinde ateş topları biriktirmek içindir.'"

    "kierkegaard'ın sözleriyle açıklayacak olursak: 'kendini özgürlüğüne adamış birey gerçeklerle savaşarak zaman kaybetmez; bilakis gerçekleri sevmeyi öğrenir.
    insan davranışlarının fevkalade kontrollü olmasını gerektiren bir durumu, örneğin veremli bir hastayı düşünelim. bu hastanın atacağı her adımda sıkı kurallar altında bir sanatoryumda olduğu gerçeği vardır. her gün belirli saat dinlenmelerine izin verilir; günde sadece yaklaşık on beş dakika dışarıda yürüyebilirler vs. fakat farkı yaratan, hastanın verem gerçeğini ne şekilde kabul ettiğidir. kimi hasta, hastalıkla savaşmaktan vazgeçer ve ölümü kendi eliyle davet etmiş olur.
    kimi ne yapması gerekiyorsa onu yapar ama bu hastalığı başına sardığı için 'tanrı'ya veya doğaya sitem etmekten kaçınmaz. yani dıştan kurallara uysa da, içinde hep isyan vardır. bu tip hastalar ölmezler ama iyileştikleri de pek seyrektir. hayatın her alanındaki isyankarlar gibi, devamlı zaman tutarlar.
    diğer hastalar ise hasta olduklarını içtenlikle kabul edip bu gerçeği benliklerine sindirene dek saatlerce yatarak derin düşüncelere dalarlar. geçmişlerinin kaydını tarayıp bu hastalığı doğurmuş olabilecek koşulları ararlar. hastalığı kendini bilmek yolundaki acımasız bir adım olarak algılarlar. bu tip hastalar en doğru seçimleri yapıp, öz disiplinlerini en rahat kurabilenlerdir, böylece hastalığı yenmeleri de büyük ölçüde kolaylaşır. onlar bedensel sağlıklarına kavuşmakla kalmaz, hastalık sonrası ruhsal açıdan zenginleşmiş ve güçlenmiş olarak hastaneden ayrılırlar. belirleyici olayların farkındadırlar ve o olaylara yön verecek özgürlüğe de sahiptirler. iyileşmeyi istemeyen insanların sağlıklı olmaları hiç de olası gözükmüyor. sağlıklı olmayı arzulayanlar ise ciddi bir hastalık geçirmiş olmanın erdemini taşırlarken kendileriyle de bütünleşmiş oluyorlar."

    "ikinci örneğimize gelince: genç bir adam şöhreti yakalayana dek asla mutlu olamayacağını düşünür. hem iddialı hem de yeteneklidir, örneğin üniversitede yardımcı profesördür ama basamakları tırmanmaya başladıkça üst mevkilerde hep birilerinin daha olduğuna, dahası o mevkilere aday bir çok insan bulunduğuna buna rağmen pek azının seçildiğine tanık olur. zaten şöhreti yakalamış, tanınan bireylerin sayısı bir elin parmaklarını geçmemektedir ve büyük ihtimalle onun da sonu sıradan bir öğretim görevlisi olmaktır. aniden bu genç adam bir kum tanesi kadar dahi önemi olmadığı hissine kapılır ve ölümü hayal etmeye başlar. çaresizlik anlarında kafasına intihar fikri saplanır. er ya da geç onu da bir düşünce alır: 'peki, farz edelim yaptım, ya sonra?' bir süre sonra, geri dönebilse meşhur biri olmasa da yapacak pek çok şey bulacağını fark eder. hayatta kalmaya karar verir, şöhret arzusundan da vazgeçer. yani benliğinin şöhret olmadan yaşamayan tarafı intihar etmiştir. şöhret tutkusundan vazgeçmekle, kalıcı mutlulukların, kamuoyu önünde pohpohlanmaktan başka şeylerin de var olabileceğinin bilincine varır. o zaman şunları diyen ernest hemingway'e hak verecektir: 'bir anda parlayacak şöhretin canı cehenneme! ben iyi yazmak istiyorum, hepsi bu.' sonuçta bu kısmi intihar, genç adamın amaçlarını netleştirmiş, potansiyelini tanımasını sağlayarak ona yaşam sevinci vermiştir. şöhrete kölelik etmek yerine kendi doğrusunu ona buldurtmuş, benlik bütünlüğüne yapacaklarıyla nasıl katkıda bulunabileceğini göstermiştir."

    "fakat bizim sorunumuzun boyutu biraz farklı. biz günden güne 'ayak uydurma' yoluna kayıyoruz. radarla yönetiliyormuşçasına, birey, cemiyetin ondan beklediklerini gerçekleştirebilmek için grup standartlarına uyum sağlamaya çabalıyor. ahlak anlayışı da giderek 'boyun eğme'yi karşılar duruma geliyor. yani kilisenin diktasına ya da toplumun otoritesine boyun eğdiğiniz nispette ahlaklı oluyorsunuz. bu düşünceden hareketle adem'in efsanesini yorumlayacak olursak, olayın boyun eğmeyi nasıl mantığa bürüdüğünü fark etmek kolaylaşır. adem 'tanrı'nın kuralına itaat etseydi, cennetten kovulması söz konusu bile olmayacaktı. zora düştüğümüz anlarda, cennetin son derece konforlu, tasasız, endişeden uzak bir yer olması nedeniyle bu mantık bize olduğundan çok daha çekici gelecektir."

    "dostoyevski'nin demek istediği, katolik veya protestan ayrımı yapmaksızın yargıcın tüm dinler adına konuştuğu değildir. onun vermek istediği mesaj, dinin insan hayatının canlılığını köstekleyici yanıdır. dinin içinde öyle bir element vardır ki, bu insanları cansız bir karınca yığınına dönüştürmeyi, köleleştirmeyi ve yığınların bir kap yemek uğruna en değerli şeylerini vermesini beklemektedir."

    "duygusal belirsizlikten uzaklaşıp görünene sığınmak için bilim gayet dogmatik bir inanç halini alabilir ama bilim açık fikirli bir beynin mutlak doğruyu algılamasına da yardım edebilir. bilime olan inanç toplumumuzda daha kabul edilebilir görülüp pek fazla sorgulanmadığından, bilim inancı bir şeylerden kaçmak için bilimden daha fazla kullanılıyor."

    "görülüyor ki, insan bir kere kendini 'tanrı'nın sesi ya da ortağı gibi görmeye başlayınca diğer insanlar üzerinde kurduğu hakimiyet engel tanımıyor."

    "dış kaynaklı söylemlere itaatte kusur etmeyenler uzun vadede sorumluluk gerektiren kararlardan kaçınmaya, vicdani duyarlılıklarını yitirmeye başlıyorlar. kulağa garip gelebilir fakat en sonunda bu bireylerin iyiliğe ulaşma ve bunun getireceği sevinci yaşama istekleri yok oluyor. spinoza'nın dediği gibi, erdemin ödülü mutluluk değil bizzat erdemli olmanın kendisidir. ahlak konusundaki oto kontrolü elinden alınmış birisi haliyle erdemli olabilme ve mutluluğu yakalama gücünden de vazgeçmiş sayılır. bundan dolayı her an öfke dolu oluşuna hayret etmemek gerek."

    "dindar bireyler, rahipler veya profesyonel anlamda dinin içinde olanlar paraya dair gerçekçi bakış açısından giderek uzaklaştılar. her tür ödemeden ve maaştan uzak durmaları öğüdünü aldılar. birçok dini çevrede paradan konuşmak bugün bile 'onursuz' bir davranış olarak nitelendiriliyor. ben bunu, tuvalete giderken tuvalete gittiğimi çaktırmamak için uğraşmaya benzetiyorum. aslında ortada, yapılan somut bir faaliyet vardır ama nedense herkes öyle bir şey yokmuşçasına davranır. din görevlileri daha yüksek ücret istemek türünden bir hakları olmadığının farkındalar. onlara bakmakla yükümlü bir kilise var; hemen hemen tüm mağazalarda ve ulaşım araçlarında indirimli statüsünden yararlanıyorlar; ilahiyat okullarının ücreti tüm kolejlerden daha düşük. tüm bunlar din görevlisinin kendine duyduğu ve toplumun ona duyduğu saygıyı kuvvetlendirmek için düşünülmüş şeyler.
    din ile yakından ilgili insanların maddi durumlarını güvenceye almak adına herhangi bir kaygı taşımamaları toplumun başka bir varsayımını daha gözler önüne seriyor: eğer 'iyi' iseniz otomatik olarak her türlü maddi ihtiyacınız karşılanır, yani 'tanrı' size bakmayı garanti eder.
    itaat etmeyi bir yaşam biçimine getirip benlik kontrolünü feda etmiş insanlar eninde sonunda, bırakın mutluluğu, bunun maddi karşılığını da göremezlerse öfkeli ve isyankar olmaları doğaldır. bu öfke de devamlı birisi tarafından bakılma gereksinimini doğurur. kişinin aklından şunlar geçe: 'eğer her şeye boyun eğersem bana bakacaklarına, her ihtiyacımın karşılanacağına söz vermişlerdi. bakın, ne kadar itaatkarım, o halde niye benimle kimse ilgilenmiyor?'"

    "dine dayalı bağımlılığın beslediği başka bir eğilim ise kendini başkalarıyla özdeşleştirerek prestij, güç ve gurur gibi duyguları tatmaktır. kişi genelde kendini hep bir rahibin, hahamın, vaizin, piskoposun ya da hiyerarşide kendisinden yukarıda yer alan, itibar ve güç sahibi birinin yerine koyar.
    bu sadece dinle sınırlı kalan bir eğilim değildir elbette; politikadan iş hayatına sosyal yaşamın her alanında böyle düşünceler yaygındır."

    "tanrı'ya dönmemizin nedeni kendi yalnızlığımızı ve korkularımızı unutmaksa, din bize olgunluğa ve güçlülüğe ulaşmakta yardım edemeyecektir, hatta uzun vadede bir güvence bile sağlamayacaktır. paul tillich dini bakış açısıyla yazdığı makalesinde umutsuzluğun ve endişelerin, birey onlarla cesurca yüzleşmediği takdirde aşılamayacağını vurgular. bu yargı şüphesiz psikolojik anlamda da geçerlidir. olgunlaşma ve yalnızlık hissinden kurtulma, başta yalnız olduğunu kabul etmekle başlar."

    "karakterine yerleşmiş özelliklerin kökünü geçmişinde arayamayan ya da arayıp da bulamayan insan günümüz insanının yakındığı 'bir yere ait olamama' sendromuna katlanmak zorunda kalır."

    "hayatın içinde yaptığımız şeye verdiğimiz değer en çok o işle meşgulken hissedilir; sözcükler onu açıklamada ikinci plandadır."

    "insan-evren ilişkisi en kolay resimlerden çıkarılabilir. dürüst olmayan bir resim asla güzel bir resim değildir. resim samimiyetini ressamın duygularının derinliğinden ve saflığından alır. neden çocukların yaptıkları resimlerin göze güzel gözüktüğünü hiç merak ettiniz mi? çocuklar duygularını dışa vurmada her zaman özgür ve dürüsttürler. armoni, denge ve uyum evrenin ilkeleridir. yıldızların hareketinden atomlara dek her şey, uyumluysa bir güzellik yansıtır. bu uyum insan bedeninde de mevcuttur. çocuk bir kere yetişkinlerin çizgilerini taklit etmeye başladı mı hatları keskinleşir, o özgür havasını kaybeder ve o zarif uyum yok olur."

    "bu yüzden eğer bir insan hayatı boyunca anne-babasının gözlerinde belli bir role uygun yaşamaya çalışmışsa ve bu imajı da sonradan kendi içinde taşıyıp devam ettirmişse; bırakın kendi gücünün ne olduğunu bulup inandıklarını savunmaya çalışmak, neye inandığını bile bilemeyecektir. hareket etmeye başlamasından önce bile onun cesareti bir boşluktur çünkü kendi içinde gerçek bir temeli yoktur."

    "jung, bireyin hayatını yaşayamadığı oranda ölümden korktuğunu söylerken çok haklıydı. yaşlanma korkusunu yenmenin en garantili yolu yaşanılan anın maksimum düzeyde tadını çıkarmaktır."

    "cennette güzel şeyler vaat ederek insanların zihnini ekonomik ve sosyal problemlerden uzaklaştırmaya kimsenin hakkı yoktur. bunu yapan din gerçekten de toplumun afyonu konumuna düşer."

    "mutsuzluk, can sıkıntısı veya amaçsızlık hissedince kafamızı başka yöne kanalize etmek amacıyla hep aynı soruyu sorarız benliğimize: 'olmasını dört gözle beklediğim güzel bir olay var mı? varsa ne?' geleceğe dair beslediğimiz umut, içinde bulunduğumuz anı öldürmemeli, bizi bir afyon gibi uyutmamalıdır. sağlıklı ve yaratıcı anlamda umut ister dini bir amaç için, ister mutlu bir evlilik beklentisi olarak, isterse de mesleki başarıları içeren cinsten olsun gelecekteki mutlu bir olayın sevincini şimdiden tattıran bir enerji kaynağıdır. salt sevincin beklentisi bile şimdiki hal ve tavrımızı olumlu yönde etkiler."

    "'formülüne uygun yazabileceğimi sanıyordum.' diyor yazar kuralların gölgesinden gittiği yılları tarif ederken. 'ama savaş sırasında eserlerimin neden basılmadığının yanıtını buldum... ertesi güne sağ kalamama olasılığının olduğunu anlayınca, yazmak istediğiniz gibi yazmaya başlıyorsunuz.'
    bu yazarın en sonunda stilinin beğenildiğini anlattığımızda herkes bundan başarılı olmaya dair belli bir ders çıkarma eğilimine giriyor: 'yazmak istediğiniz gibi yazarsanız başarılı olursunuz.' oysa bizim vermeyi arzuladığımız ana fikirle bu mesajın ortak pek bir yönü yok. yazarın önceden dış kurallara ve kendine ait olmayan amaçlar ışığında yazması bir yazar olarak olumlu niteliklerinin ve yazma gücünün önüne bir set çekmişti. fakat ölüme yaklaştığı bir anda bu saplantıdan vazgeçmeye karar verdi. eğer yarın ölecekse, standart formüllere uymanın ne anlamı vardı ki? yazarlığın ödülü standart kurallara uygun eserler vermekten geçse bile, eğer o ödül geldiğinde bireyin artık yaşamıyor olma olasılığı mevcutsa bu ödülü beklemenin bir anlamı kalıyor muydu?
    ne zaman geleceği, hatta gelip gelmeyeceği dahi belli olmayan bir başarıyı bekleyip durmaktansa benlikle bütünleşerek yazılmış satırların sevincini tatmak daha iyi olmaz mıydı?
    ölüm olasılığı bize ilelebet yaşamayacağımızı hatırlatır ve bizi zamanın dönüp duran çarkının dışına çıkmaya zorlar.
    bir anlamda bizi şimdiki anı ciddiye almamız konusunda uyarır. bugünün işini yarına bırakmayı mantıklı gösteren bir atasözü 'yarın da kutsal bir gündür.' der ancak bu söz artık rahatlama ya da mazeret gösterme nedeni olamaz çünkü hiç kimsenin sonsuza kadar oturup bekleyemeyeceğinin bilincindeyiz. şimdi yaşıyor olabiliriz ama bu hep böyle sürmeyecek; o zaman neden sahip olduğumuz zamanı ilginç şeyler yaparak değerlendirmiyoruz? eski ahit'in kara mizahçı şairi adını alan ecclesiastes, bu gerçeği 'her şey boştur.' diyerek bir şiirinde dile getirir. ecclesiastes'e göre akıllı birey ödüllerini ve cezalarını bekleyerek ömür geçirmeyendir. 'bileğinizin gücü neye yetiyorsa, bütün gücünüzle o işi yapmaya bakın. mezara giderken yanınızda ne işinizi, ne bilgilerinizi, ne aklınızı ne de mallarınızı götürebilirsiniz.' diye de ecelesiastes'in dizeleri sürer."

    "otuz yaşında ulaşabildiği en yüksek seviyeye ulaşıp kaçınılmaz olarak gelen ölümü kabullenen birey, seksen yaşına geldiği halde hala ölüm döşeğinde gerçeklerden kaçmayı uman bireye göre çok daha olgunlaşmış demektir."
    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap