• bari$ mustecaplioglunun perg uclemesinin ikinci kitabi.** llden alinmi$ kisa bir bolum ise:

    merderan’in sirri

    giriş

    güvercin, kanatlarını gerip taş duvara doğru hızla süzüldü. uzun bir yolculuktan sonra yorgun bir halde, dinlenmekten başka amacı olmaksızın, surların üzerine konuverdi. önce birkaç minik ve ürkek adımla bu yabancı yeri kontrol etti. güvenli olduğuna kanaat getirince rahatlayarak oturdu. hafif esen rüzgâr tüylerini nazikçe okşarken halinden olabildiğine memnundu.
    kendi şehrinden fazla uzaklaştığını çok geç anlamıştı. vahşi hayvanlarla dolu ormanda bir yere tünemekten korktuğu için durup dinlenmeden saatlerce uçmuştu. şimdi burada, yuvasına benzeyen surlarda, bıraksalar tatlı ve huzurlu bir uykuya dalabilirdi. ama birdenbire ortaya çıkan yaşlı adam yüzünden paniğe kapılıp telaşla havalandı.
    bernak, kuşu kısa bir süre gözleriyle takip ettikten sonra içini çekti. zavallı hayvanı ürküttüğü için önce üzüldü. ardından, birazdan olacaklara şahit olmayacağı için onun kendisinden daha şanslı olduğunu düşündü.
    başını çevirerek şehrini üzüntülü gözlerle uzun uzun süzdü. bakışları sarayı çevreleyen yüksek binalardan pazar yerlerinin ardında kalan yoksul mahallelere kaydı. bu sokaklarda kimsesiz, çelimsiz, geleceği olmayan bir çocuk olarak sürttüğü günlerin üzerinden neredeyse altmış yıl geçmişti. baş büyücü farsaten tarafından yetenekleri keşfedilmese, gençlik çağını bile görebilmesi zordu. ya açlıktan ya da gücünü kanıtlamak isteyen bir serserinin ellerinde can vereceği kesin gibiydi. ama işler ne onun ne de onu tanıyanların beklediği gibi gelişmiş, bir anda kendini büyücü konseyinin himayesinde bulmuştu. farsaten, onun çok özel olduğunu düşünüyordu. bir rüyada yüzünü görmüş ve tüm sokakları arşınlayıp onu bulmuştu. o, şehrin koruyucusu olmak üzere yetiştirilmeli, her türlü imkâna kavuşmalıydı. bir gün artek tehlikeye düşecek ve bernak onu kurtaracaktı. şimdiye kadar konseyi hiç yanıltmayan kehanetleri arasında en çok inandığı buydu. büyücü lordları ikna olduktan sonra, halktan kimse itiraz etmeye kalkışmamıştı. bilakis, bernak’ı sevgi ve hayranlıkla bağırlarına basmışlar, hayal bile edemeyeceği koşullarda yaşamasını sağlamışlardı. bu sokak çocuğunun farsaten’in yasak aşkının meyvesi olduğunu iddia eden soylular çıkmamış değildi. güya yaşlı büyücü onu bu yüzden kolluyordu. bu densizler, saray ihtişamını halktan biriyle paylaşmaktan rahatsızlık duymuş olacaklardı. süslü koridorlarda onunla karşılaştıklarında birbirlerinin kulağına eğilip fısıldaşıyor, uzaklaştığı zaman gürültüyle gülüyorlardı. ama konseyin saraydaki ağırlığını hesaba katmadıkları da bir gerçekti. aralarından birkaçı dilini celladın kılıcına teslim edince, söylentiler birden kesilivermişti.
    bu yeni hayat karşılığında ondan beklenen tek şey, büyük bir büyücü olmak için azimle çalışmasıydı. doğrusu o da buna dünden razıydı. tüm vaktini yeni sözler öğrenerek ve odasında öğrendiklerini deneyerek geçiriyordu. bir rüzgâr yarattığında ya da kuşlara ilk kez sözünü dinlettiğinde, saray neşeli kahkahalarıyla inliyordu. içinde saklı bir güç olduğu tartışılmazdı. konsey üyeleri eğitimiyle yakından ilgilendikleri için kısa sürede benzersiz bir büyücü olup çıkmıştı. farsaten onu geri gelmemek üzere terk ettiğinde, artık kimsenin himayesine ihtiyaç duymayacak kadar güçlüydü.
    o çevrede kendisiyle başa çıkabilecek bir rakibi yoktu. her türlü şeytansı yaratığa ve doğal afete karşı koyabilirdi. hastaları iyileştirebilir, kuraklığa çare bulabilir, çorak topraklara can verebilirdi. yine de mutlu olduğu söylenemezdi. çünkü zengin ve güçlü şehri, yeteneklerine pek az ihtiyaç duyuyordu. güçleri en çok törenlerde, halka ve saray efradına heyecanlı dakikalar yaşatmaya yarıyordu.
    ta ki o adam, dev kuşunun sırtında surların üzerinde kendini gösterene kadar...
    onu daha önce kimse görmemişti. adını bilen yoktu. binaların üzerinde birkaç tur attıktan sonra surların dışına inmiş, demir kapıya yürüyerek yaklaşmış ve şehrin yönetimini almak üzere geldiğini söylemişti. nöbetçiler dev kuştan etkilenmiş olsalar da bu beklenmedik isteğe alay etmek dışında bir karşılık vermemişlerdi. birkaçı bu deli adamın lordlarına iyi bir soytarı olacağını düşünüp onu yakalamak için dışarı çıkmıştı. kendilerinden emin bir tavırla yürürlerken, kılıçlarını çekmeye bile gerek görmemişlerdi. adama yaklaştıklarında taşa dönüşmeleri ise diğer nöbetçilerin ilk defa gerçek bir korku duymalarına sebep olmuştu.
    “üç gün mühlet veriyorum,” demişti yabancı. “üç güneş doğduktan sonra şehrin anahtarlarını almak için geri döneceğim. sizleri hayranlık uyandıracak bir çağa hazırlamak için geldim. bu benim olduğu kadar sizin de kaderiniz. karşı koymanız sadece acı doğuracaktır.”
    sonra kuşunun sırtına bindiği gibi uçup gitmişti.
    konsey üyeleri, lordlarını bunun çok önemli bir durum olmadığına ikna etmeye çalışmışlardı. insanları taşa çevirmek gösterişli bir şeytanlıktı, ama bernak daha korkunç tehlikelere karşı yetiştirilmişti. eğer bu yabancı dediği gibi geri gelirse, onu kötü bir sürpriz bekliyor olacaktı. bernak’ın şehri kurtaracağına dair kehanete güvenmek en doğrusuydu. farsaten şimdiye kadar asla yanılmamıştı. aslında lord kurm, şehrini bir yabancıya teslim etmekten hoşlanacak değildi elbette. artek yüzyıllardır onun kanından insanlar tarafından yönetiliyordu. atalarının hepsi bu topraklara gömülüydü. ama taşa dönüşmüş bir lordun da halkına fazla bir yararı olmazdı. sonunda bernak’a yabancıyı durdurması için bir şans tanımaya karar verdi. eğer başarılı olamazsa, bu şeytanın sözünü dinlemekten başka çıkar yol kalmayacak gibi görünüyordu. hemen her yıl savaştığı, her fırsatta kuyularını kazdığı komşularından yardım alamayacağını iyi biliyordu.
    işte o gün, yabancının tanıdığı mühletin dolduğu gündü.
    dev kuş artek şehrin semalarında göründüğünde, herkes gibi bernak da soluğunu tuttu. onu endişelendiren tek şey neyle karşı karşıya olduğunu bilmemesiydi. bu mesafeden bile yabancının kanatlı bineğinde ölümcül yaralar açabilirdi. küçük bir yıldırım ya da birkaç büyük alev dalgası, yeter de artardı. ama onun planı biraz daha sabrederek düşmanının gücünü tartmak, uygun saldırı tarzına ancak bundan sonra karar vermekti.
    bir kartalın çizgilerine sahip olan kuş, görkemli kanatlarını gererek hızla süzüldü ve surların yüz metre uzağında yere kondu. iri pençelerini altına alıp sakince oturdu. bernak, hayvanın kocaman, parlak gözlerinde tamamen bilinçsiz olamayacak kadar anlamlı bakışlar fark ettiğinde gerçekten şaşırmıştı. ince, kızıl bir cübbe giymiş olan yabancı, kanatların birinden kayarak toprağa ulaştı. sonra sanki kuşla konuşuyormuş gibi hareketler yapıp küçük, rahat, kendinden emin adımlarla şehre doğru yürümeye başladı.
    surların üzerindeki nöbetçiler, taşa dönüşen arkadaşlarıyla aynı akıbeti paylaşmak istemediklerinden, onu dışarıda karşılamak için bir harekette bulunmadılar. sadece yeterince yaklaşmasını beklediler ve sonra hızla yaylarını doğrultup oklarını fırlattılar. yüzlerce ok havayı yararak yabancının üzerine uçarken, bernak olacakları merakla bekliyordu. böyle bir saldırı karşısında birkaç büyü hareketi ve sözüyle etrafında bir koruma halesi yaratabilir, böylece ölümcül uçlardan sakınabilirdi. elbette bunun başka yolları da vardı, ama eğer düşmanı gerçekten iyi bir büyücüyse, yapacağı en akıllıca savunma bu olurdu. aslında bu ok saldırısının rakibini durduracağına pek ihtimal vermiyordu. insanları taşa çeviren biri için el yapımı silahlar ciddi bir tehdit sayılmazdı. bu planı yaparken daha çok düşmanının gücünü tam olarak keşfedebilmeyi ummuştu.
    o an olanlardan sonra, bu gücün aslında tahmin edebileceğinden çok daha büyük olduğunu dehşetle anlayacaktı.
    oklar hedeflerine varmalarına sadece birkaç metre kala birden yön değiştirdiler. bir yelpaze gibi açıldıktan sonra dönüp geldikleri yere doğru uçmaya başladılar. nöbetçiler, önce birkaç saniye şaşkınlıktan ne yapacaklarını bilemediler. sonra panik içinde surlardan aşağıya doğru kaçmaya başladılar. okların sanki akıllı yaratıklarmış gibi surların üzerinden aşıp peşlerine düşmesi gerçekten hiçbirinin tahmin edemeyeceği bir şeydi. pek çoğu yeterince hızlı davranamadığı için ölümcül yaralarla toprağa düştü. iyi bir siper bulan birkaç askerin ise bu korkunç kovalamacadan sonra bir kez daha şanslarını deneyecek cesaretinin kalmadığı belliydi.
    bernak durduğu taşın üzerinde titredi. bu, hayatı boyunca gördüğü en olağanüstü büyüydü. onca bilgeliğine rağmen, nasıl yapılabileceği konusunda hiçbir fikri yoktu. yaklaşan savaşın düşündüğünden daha zorlu geçeceği belli olmuştu. onu hayretten öte sarsan şey ise, rakibinin bunu yapabilmek için tek bir el hareketine bile ihtiyaç duymamış olmasıydı. üstelik yapacağı büyüye yoğunlaşmak için birkaç saniyeliğine de olsa yürüyüşüne ara vermemişti. işte bunu anlaması mümkün değildi.
    yeşil duvarlar gerildi, bir balon gibi şişti ve patladı. her yana insan başı büyüklüğünde taş, tuğla ve demir parçaları yağmaya başladı. bernak’ın sadece birkaç adım uzağında duran bir pazar arabası, üzerine inen koca bir kayayla binlerce parçaya ayrıldı. son anda bir duvarın ardına gizlenmemiş olsaydı, üzerine uçan keskin tahtalardan onu kimse kurtaramazdı. ölümcül yağmur dindiğinde, surlarda bir filin geçebileceği kadar geniş bir delik açılmıştı. askerler, bu şeytanla savaşma işini şehrin koruyucusuna bırakıp çil yavrusu gibi dağıldılar. yabancı, kendisine açtığı geçitten şehre girdiğinde, onu tek başına karşısına dikilen yaşlı büyücüden başka kimse karşılamamıştı.
    “ne kadar da genç,” diye yeniden hayrete düşerek mırıldandı bernak. “bu yaşta bir cübbe sahibi olması bile şaşırtıcı. büyüde derinleşmek için en fazla birkaç senesi olmuştur. peki bu lanet olası gücü nereden buluyor?”
    genç adam ona doğru birkaç adım attıktan sonra durdu ve olanlardan dolayı özür dilercesine başını eğdi.
    “böyle olması gerekmiyordu,” dedi yumuşak bir sesle. “ama gerekirse önüme çıkan herkesi, sen dahil, yokluğun karanlıklarına gömmekten kaçınmam. benimle savaşamazsınız. bana karşı koyamazsınız. kadim güçler adına, erdem ve iyilikle kuşatmam için, şehrinizi bana teslim etmenizi istiyorum.”
    bernak baştan ayağa sarsıldı. kim olursa olsun, bu yabancının sevgili şehrini bir bardak su ister gibi rahat istemesi tahammül edilemez bir küstahlıktı. o, artek’in ve arteklilerin koruyucusuydu. bütün hayatı boyunca bu an için yetiştirilmişti. son nefesini vermeden önce şehri teslim ederse tüm yaşamı, mücadelesi, ona yeni bir hayat sunan insanlarının fedakârlıkları bir avuç toz kadar değersizleşirdi. farsaten’in kehaneti gülünç bir masala dönüşürdü.
    “ölümden korkmayacak kadar yaşlıyım evlat,” dedi alaycı bir ifadeyle. “köşeme çekilsem bile kaçınılmazı geciktiremem. sadece senin kadar genç birini öldürmek zorunda kalacağım için acı duyuyorum. ama sanırım bana çok fazla seçenek bırakmıyorsun.”
    sonra bir adım gerileyerek ellerini birleştirdi ve gökyüzüne doğru uzattı. sadece birkaç saniye, kendini perg’den soyutlamasına ve içinde uyuyan bütün gücü ayaklandırmasına yetecekti. büyülü sözler dudaklarından dökülmeye başladığı an kollarını iki yana açtı ve tüm gücüyle kükredi. gözleri neredeyse alev saçacak kadar delice bakıyordu.
    “derneol adına! hiver adına! yulgarman adına! lanetinle kirlettiğin bu toprakları sükunetle terk etmen için sana son bir şans tanıyorum!”
    yabancı sadece omuzlarını kaldırıp indirdi. yüzünde samimi bir hüzün okunuyordu.

    “tanrılarını boşuna çağırma ihtiyar,” dedi sakin bir sesle. “onlar sesini duyamazlar. hoş, duysalar da aldırmazlardı ya neyse... hem gelecek olsalardı bile, onlardan korkacağımı hiç zannetmiyorum.”
    bu son damla oldu. tanrılara meydan okuyacak kadar pervasız olan bu şeytana haddini bildirmek gerekiyordu. bernak tek bir saldırı şansı olduğunu biliyordu. sıranın ona geçmesine fırsat vermeden bu işi bitirmeliydi. kollarını ileri doğru uzatıp son kelimeyi söyledi. vücudundaki tüm güç, bembeyaz bir ışık sütunu olarak parmak uçlarında yoğunlaştı ve düşmanına doğru uçtu. yaptığı büyü küçük bir orduyu yok edebilecek kadar kuvvetliydi. kurbanının ruhunu eritir, geride cansız bir et ve kemik yığını bırakırdı. perg üzerinde buna karşı koyabilecek hiçbir kalkan ya da zırh bulunmuyordu. ama yarattığı ışık sütununun içinden bakınca, yabancının üzerinden geçen sanki tatlı bir meltemmiş gibi kaygısızca dikildiğini gördü. daha da hiddetlenerek büyünün şiddetini son haddine kadar artırdı. kehanet doğru çıkmalıydı. artek’i kurtarmak onun kaderiydi. sonunda bitkin bir halde dizlerinin üzerine çöktüğünde, dudaklarından yanaklarına iki ince kan nehri süzülüyordu.
    genç adam ise karşısında hiç kıpırdamadan duruyor, ona şefkat ve acıma karışımı bir ifadeyle bakıyordu.
    “kendini fazla zorladın ihtiyar,” dedi yabancı neredeyse üzgün bir sesle. “bu noktadan sonra seni ben bile kurtaramam. kendi haline bırakırsam daha fazla acı çekeceksin. emin olmanı istediğim tek bir şey var. şehrin artık hiçbir zaman olmadığı kadar emin ellerde.”
    bernak savaşı kaybettiğini biliyordu. yine de yüzündeki perişan ifadenin sebebi bu değildi. hayatı boyunca artek’in geleceğinin kendisine bağlı olduğunu düşünmüştü. ama artık, son nefesini vermek üzereyken, farsaten’in kehanetinin bir yalandan ibaret olduğunu anlamıştı. büyücü, onun artek’i büyük bir tehlikeden kurtaracağını söylemişti. ama bernak şehri için sadece bir kez savaşmış ve o savaşı da kaybetmişti. belki o çenesi düşük soylular doğruyu söylüyordu. evet, belki gerçekten yasak bir aşkın meyvesinden ibaretti o. ama bunu öğrenmek istediği söylenemezdi artık. ruhu bedenini terk etmeden önce öğrenmek istediği, düşünebildiği tek şey, tüm inançlarını yerle bir eden bu yabancının kim olduğuydu.
    “kimsin sen?” diye inledi kalan son gücüyle. titrek dudaklarıyla zorlukla konuşuyordu. “tanrılar adına söyle bana... tanrılara inanmıyorsan bile, hayatımı ve şehrimi almanın bedeli olarak söyle... sen bir büyücü değilsin. her ne yapıyorsan bu büyü değil. çok daha büyük, çok daha yüce... kimsin sen?..”
    genç adam içini çekerek yaklaştı. uzun, kızıl cübbesiyle bernak’ı gölgeledi. hüzünlü bir ifadeyle içini çekti. bir elini uzatıp ihtiyar büyücünün terli alnını dostça sıvazladı. bernak, onun dokunuşuyla tüm acılarının dindiğini, gözlerini örten karanlığın ardından bir daha asla acı çekmeyeceğini hissetti.

    sanki yaptığı şey ona büyük acı veriyormuş gibi bir ifadeyle, “eğer bir başka diyarda, bir başka zamanda, omuz omuza verebileceğimiz koşullarda yeniden karşılaşırsak cesur adam,” diye mırıldandı yabancı, “bana dostum merderan demenden onur duyacağım...”
  • güzel başlayan, en az ilk cilt "korkak ve canavar" kadar keyifli olacağını daha ilk dört bölümünden belli eden, bu kadar frp kitabı çokça satarken türk yazarlarına duyulan önyargıdan dolayı hak ettiği kadar satmayan fantastik roman serisinin ikinci halkası.
hesabın var mı? giriş yap