• evin boş kalmasını istemeyen anne modelidir. sürekli biri girip çıkar eve. ev, ziyaret gibi olmuştur, kafayı yersin belli bir süre sonra.**
  • bir dönem kapıyı açmaktan yorulduğum için "anne sineklik taktıralım, git-gel, kapıyı aç faslından kurtuluruz hiç değilse" dememe sebep olmuştur.

    ps : küçüğüm tabi o dönem.
  • bu böyle olur, değil mi?
    eve misafir gelecek olur, öncesinde ve hatta sonrasında bile, kızılca kıyametler kopar evin içinde, ufak tefek.
    her şey zamanında, hazır, mükemmel olmalıdır.
    kimi zaman ayakaltında dolaşmaması, gelecek bey ve hanımların başlarını ağrıtmaması lazım gelir çocukların, kimi zaman ise birçoğu önceden ezberletilmiş repliklerle karşı tarafı etkilemeleri beklenir.
    gelen misafirlerin çocukları ise, her ne halt ederlerse etsinler, dokunulmazdır, katiyen karışılmaz onlara, ortalığa öylece salınıverirler, ne yapsalar “lafı mı olur”, ne etseler “onlar daha küçük”tür…
    anne babasının da gönülleri mutlaka alınır: “siz yabancı mısınız, aşk olsun, canınız sağ olsun, sizden önemli mi?”
    (…)
    ben her zaman için merak etmişimdir; ne için biz onlara iade-i ziyarette bulunduğumuzda ben de bir kerecik olsun nasiplenememişimdir bu misafirperverlikten, bu sevecenlikten, bu pek yüksek anlayış ve samimiyet kotasından?..
    neden annemin zamanında dağınıklığına bayıla bayıla göz yumduğu bir ev sahibesi, bizim evimizde de öncesinde kılı kırk yararcasına büyük çapta bir temizlik yapılmadan hiç karşılanmamıştır, annemin kılını kıpırdatacak hâlinin olmamasına karşın, yine de misafir ağırlamayı kabul etme özverisini gösterdiği günlerde bile?..

    (…)

    asıl mesele, asıl soru işareti, asıl bilinmeyen hep annem oldu benim için.
    onun hareketlerine anlam veremediğim, mantıklı gerekçeler bulamadığım zaman; boşlukla, beyhudelikle, “öylesine” yaşayıp gitmekle itham eder, küçük görürdüm onu hep.
    hâlâ da sebepsiz, manasız, hatta rastgele hareket ettiğine ve hayatı boyunca, hiçbir zaman, ne kendinin, ne başkalarının, ne de başka herhangi bir şeyin hiç farkında olmadığını, tamamen ilkel içgüdülerin ve sonradan öğrenilmiş akılların, ikinci el tecrübelerin yönlendirmesiyle; doğal olarak yanlış yönlere savrulup durarak bir ömür, en sonunda kendini uçurumdan aşağıya fırlatıverdiğine inanırken bulurum kendimi, sıklıkla.
    aksi takdirde -söyler misin- onu nasıl affedebilirim?..
    onu olduğu gibi kabul ederek mi?
    hah! aferin, doğrusu iyi aklıma getirdin!
    annemin en beceriksiz olduğu konu tam olarak buydu işte:
    beni ve başka birtakım şeyleri, olduğu gibi kabul etmek…
    kendisi kabul etmemekle de kalmazdı, değişimi kabul ettirmeye çalışırdı beğenmediklerine. neden sonra bir gün de kalkar, nihayet “yegâne” hedefine ulaştığını; muvaffak olduğunu ilan ederdi. bir şeyleri sahiden de değiştirebilmiş olduğu “gerçeğini” kabul ettirmeye çalışırdı bizlere.
    oysaki ben değişmedim.
    (değiştiysem de gizledim bunu, belli etmedim. bir de zafer zevkini mi tattıracaktım ona? boyun eğdiğimi mi gösterecektim; kolay lokmalar gibi öylece yola geldiğimi?.. daha neler! olumlu yönde dahi olsa izin veremezdim, kendimi bir zamanlar olduğumdan daha farklı birisine evrilmeye -hem de evet, yine başkaları için- zorladığımı öğrenmelerine; benim de kendimi pek çok defa yetersiz, fena bulduğumu bilmelerine; hakkımda yaptıkları sınırsız eleştiri ve yorumlarda bazen “bayağı” haklı olduklarını fark etmelerine… olmazdı!)
    annem başaramamıştı işte, istediği olmamıştı: “benden adam olmamıştı.”
    en azından bunu böyle bilsindi…
    çizdiğim imaj kötüydü belki de hakkımdaki bu beyanla, ama olsundu; maksat kendi yolumu çizmiş olmaktı, burun kıvıranlara, yüz çevirenlere inat…
    (şimdi düşününce, belki de annem ergenlik dönemim sırasında -ve sonrasında- hayatımda olsaydı, bendeki yeri daha bir farklı olurdu… ama bunlar şimdi artık kimin umurunda?..)
    ben daima kendi bildiğini okuyan, kendi kaderini yazıp çizen, aykırı tip olarak tanınmak istedim -aslında öyle ol-a-mamış olsam dahi…
    bunun böyle olduğunu ve de böyle kalacağını da bilmiyorum kaç bin kez haykırdım suratlarına, ortada beni tutan, karşıma çıkan bir şey olmadığı zamanlarda bile, yalnızca bakışlarında, ses tonlarında, bana karşı bir tepki, bir saldırı sezinledim diye…
    ama o -annem- denemekten, hiç olmazsa inanmaktan, umut etmekten hiç vazgeçmedi.
    bir an olsun elindekiyle yetinmeyi, önündekine şükretmeyi bilemedi.
    bana dayatmayı, önlerinde boynumu eğdirtmeyi bir türlü başaramadığı fikirlerle kendine bir gerçeklik inşa etti.
    önce kendisi bu kurgularına -hem de bayıla bayıla- inandı, sonra da çevremizdeki diğer insanları inandırdı -en azından denedi…
    ideal oğlan çocuğu gibi lanse edildim hep ikamet ettiğimiz civarda.
    öyle övüldüm…
    övgüler sorun değildi tabii, işin aslında.
    sorun, sahip olmadığım -ancak belli ki aslında olmam gereken, olmam beklenen- özelliklere alkış tutulmasıydı. tek bir yanım bile yok muydu, merak ediyordum; üstüne abartı eklere, hatta yalanlara falan gerek kalmaksızın beni insanların gözlerinde yüceltecek, hiç olmazsa “özel” kılacak…
    yalnızca “biz bize” iken, iki lafında bir beni eleştiren, hiçbir söylediğime katılmayan, hiçbir hareketimi beğenmeyen annem… arkadaşlarının ve tabii arkadaşlarımın yanında, bana adeta tapınırdı.
    canı, ciğeri, bir tanecik oğluşu olurdum o zamanlar. tanrı vergisi bir hediye… annemin dünyasına doğan bir güneş… bir gün dünyaya ve hatta güneşe bile üstün gelebileceği kesin bir büyük aydın adayı… annemle babamın mütevazı hayatlarını kurtaran bir mucize… bir zarafet ve asalet abidesi… milletin kurtarıcısı… evlatların en güzeli ve en hayırlısı… annemlerin gelmiş geçmiş en büyük şansı…
    ve daha neler, neler…
    ben biliyordum annemin bu bitmek bilmeyen meth ve iltifatlarında öyle çok da samimi olmadığını, yalnızca şu dünyadaki naçizane annelik vazifesini hakkıyla ve başarıyla yerine getirmiş olduğunu -kendi başta olmak üzere- bütün insanlığa da ispatlamak isteğiyle yanıp tutuştuğunu ve aslında, bir süre sonra belki de kendi doğaçlamalarına sahiden inanmaya bile başladığını, kusurlarımı görmeyi bıraktığını, hayalindeki oğlan çocuğunu hep benim yerime koyup da öyle zoraki bir huzura kavuştuğunu…
    hoş, şikâyetleri her ne olursa olsun son bulmuyordu. ancak bana hayal kırıklığıyla ve endişe ile bakmıyordu artık en azından, beni olduğumdan farklı görmeye başladı başlayalı.
    (tabii belki de haksızlık ediyorum ona: belki de beni elinden geldiğince kabullenmiş hâliydi benim bir zamanlar maruz kaldığım. kim bilir?..)
    ancak sonuçta, bu tutarsızlık, sürekli memnuniyetsizlik, tatmin olmazlık hâli beni yıpratıyor, afallatıyordu.
    annemin yalnızca benimle ilgili sürekli değişim hâlinde birtakım his ve düşüncelere sahip olmasından ziyade; babam ile bana muamelelerindeki zıtlık benim kafamı allak bullak ediyordu.
    babamın diğer insanlara ayıp etmemek adına başvurduğu yegâne yöntemi, her zaman için onları birinci sırada tutmak olmuştu.
    onlara hep öncelik vermiş, onlar için yerli yersiz fedakârlıklarda bulunmuş, bu şekilde hem kendini pek çok kez zora sokmuş, hem de annemin ve benim kalplerimizi sayısız defa kırmaktan, bizi öylece yok saymaktan ve de aile içinde huzurumuzu, düzenimizi bozmaktan, ödünler verip durmaktan bir an olsun çekinmemişti.
    savunulmaya en çok ihtiyaç duyduğum, ziyaretimize getirilen büyük çocuklar tarafından açıkça “ezildiğim” anlarda bile; birçok babanın üzerine bir an bile düşünmeksizin yapacağı gibi bana “kendimi savunmayı”, “hakkımı aramayı”, “adam gibi karşı koymayı” falan öğreteceği, hiç olmazsa bana eziyet edenlere bir “dur” diyeceği, bizi toplayıp da etrafına, başımızdaki yetişkin bir otorite ve ayrıca içinde malum konukların ağırlandığı evin de sahibi olarak aslında buna epey bir hakkı da olduğu hâlde, ağzını açıp da zorbalara bir-iki çift laf edeceği yerde, o gelir ve kendi dostlarının gözünden bittabi uzak olmasına karşın benim yeni “arkadaşlarımın” tam önüne denk gelecek bir yerde beni bir güzel pataklar, bana uslu durmamı emreder, yoksa beni cezalandırmakla tehdit ederdi.
    buydu babamın taktiği: varlıklarına yalnızca birkaç saat için uyum sağlanması gereken canlıları, herhangi bir rezalete hiçbir şekilde ortak etmemek adına, nasıl olsa bir ömür kendileriyle beraber olacağı ve dolayısıyla kendilerinde yol açtığı hasarları daha sonra onarmak için bolca vaktin de bulunacağı aile üyelerini, gerektiğinde tereddütsüz ortaya sürmek suretiyle dikkatleri gözüne çarpan yüz kızartıcı noktalardan başka taraflara çekmek.
    bundan kurtulmanın yolu da belliydi: kaçınmak.
    soruna yol açmamalı, pürüz çıkartmamalıydık annemle. kendimize hâkim olmalı ve her şeyi yolunda, kontrol altında tutmalıydık. böylece babam da durumları toparlamak uğruna biz ikimizi dağıtmazdı…
    basit!
    oysa annemin, çok daha kompleks takıntı ve metotları vardı:
    annem, insanların “onunla tanıştıklarına memnun olmalarının”, evimize “hoş gelmelerinin”, bizi ve birkaç saatliğine dâhil olacakları evimizi ve yaşantımızı “hoş bulmalarının” tek yolunun gösterişten -ve sınırsız hizmetten- geçtiğini zannederdi.
    bu nedenle de, babam her bir grup insanı bir gün gelip de bizimle “oturmaya” davet ettiğinde, annemin bu -neredeyse her gün tekrarlanan- durum karşısında eli ayağına dolanır, ne yapacağını, -ziyaret gününe daha belki de haftalar olmasına rağmen- yemeği, temizliği nasıl yetiştireceğini bilemez hâle gelirdi, kafayı yerdi, gözlerinden uyku akardı, beli ve tüm eklemleri çok feci ağrırlardı, yorgunluktan her an düşüp bayılabilecekmiş gibi görünürdü ancak o ulvi gün gelip de misafirler kapıya dayanıncaya, eşikten girip de önceden belirlenmiş yerlerine oturuncaya kadar, mümkün değil, yerinde duramazdı.
    o zaman anneme nasıl da hayret ederdim!
    her karşılaşmalarından önce büyük bir endişe ile telaşeye, amansız bir koşuşturmaya sokmalarına rağmen onu, konukları geldiklerinde onları ta kapıda, hem de büyük bir heyecanla karşılardı. artık kırk yaşlarına dayanmış olmalarına rağmen, üstlerine başlarına hâlâ yemek dökebilecek avanaklıktaki birtakım embesillere bile resmen aşk dolu gözlerle bakardı, sanki daha o gün, evin her bir köşesini, bilmem kaç milyarıncı kez silip, cilalamakla uğraşan kendisi değilmiş gibi.
    en zevzek konuşmacıları bile can kulağıyla dinler, suratlarının kenarına sıçrattıkları çorbayı olsun temizlemekten aciz pisboğazlara bile gözleri parlayarak, otuz iki diş gülerek kafasını sallardı, söylediklerine, yaptıklarına sonuna kadar katılıyormuş gibi.
    nihayet saat artık gece yarısını geçip de, işgalciler artık kendilerine müsaade istemeleri gerektiğini akıl ettiklerinde, annemin üzerine tuhaf ama gerçek bir hüzün çökerdi.
    gücü yetse, başlangıçta yalnızca karşılıklı birkaç fincan çay içmeye diye davet edilmiş olmalarına karşın günün üç öğününde de, hem de ara atıştırmalıkları da bir kerecik olsun geri çevirmeden bizimle birlikte geçiren konuklara “daha yeni geldiklerini” söylerdi…
    ya da belki, mevcut mevsim kış dahi olsa, “daha karpuz keseceğimizi”…
    ha-ha!..
    konukların kalkıp gitmek için aldıkları izne, hiç istemeyerek de olsa boyun eğer, ayrılık acısını da şimdilik bağrına gömer, yolculara tam da hak ettikleri mahiyette bir vedalaşma olsun sunabilmek niyetiyle yerinden kalkar, peşlerinden kapıya kadar giderdi. girişte çıkartmalarını rica ederken pek bir mahcup olduğu ayakkabılarını özenle kaldırdığı yerlerden alır, dışarı dizerdi, sonra sahiplerine dönerdi, hepsini sırayla, sımsıkı kucaklayıp, haklarında güzel temennilerde bulunur, sonra bir adım geri çekilir, “o fikrini falan değiştirmeden, bir an önce gitmelerini rica edercesine” onları eliyle dışarıya “buyur” ederdi. sonra dayanamaz ve onlarla beraber o da dışarı çıkar, sokağın sonunda bir yerde, sislerin ortasındaki siluetleri gözlerimizin önünden tamamen silininceye kadar, onlara iki elini birden kaldırır ve sallardı, hepsinin arkalarının dönük ve etrafın da zifiri karanlık olmasına aldırış etmeksizin.
    son kişi de köşeyi döndüğünde nihayet, “yine bekleriz…” diye iç geçirirdi, sanki bunu onlara daha kapının önündeyken, defalarca kez hatırlatmamış gibi.
    ardından, bunun kendisine müthiş bir külfet olduğunu babama da, bana da her şekilde fazlasıyla belli ederek kapıdan içeri geri girer ve sırtı -eğer dışarıya gereğinden fazla uzun bakarsa bir daha bu eve mümkün değil dönemeyeceğini söylermiş gibi- kapıya dönük şekilde, ellerini arkasına götürüp, kapıyı öyle kapatırdı. sonra da sırtını iyice kamburlaştırır, ikimizin de suratına bakmamaya gayret ederek ve bir yandan da oflayıp puflayarak kendini kenara, köşeye çekilmiş bir sandalyenin üzerine bırakırdı, ya da elini yüzünü yıkamak için lavaboya doğru yol alırdı.
    gerçekten de bir yakınını kaybetmiş de onu son yolculuğuna uğrarmış gibi görünürdü.
    ben hiç anlam veremezdim bu duruma. hoş, hâlâ da tam olarak çözebilmiş değilim…
    yalnızca üzüldüğümü hatırlıyorum. üzüldüğümü ve şaşırdığımı…
    merak ediyordum.
    annem neden misafirler varken mutlu oluyordu, gerçekten mutlu oluyor muydu, yoksa yalnızca öyle mi görünüyordu, öyle mi davranması icap ediyordu, yani işte, ayıp olmasın falan diye?
    mutlu olması garip olurdu, ne de olsa misafir demek, yalnızca fazladan iş ve zaman kaybı demekti. rol yapıyor olma ihtimali bu yüzden bence çok daha yüksekti. ama anlamıyordum; el âlem için üretebildiği bu pozitif enerjileri, ne diye başka zamanlarda da etrafa yaymıyordu? neden bizden esirgiyordu, hoş sohbetini ve de güler yüzlülüğünü? fazla samimiyet miydi sorunumuz, insanlık namına yerle bir edilmesi gereken huylarını bile ailesinin yanında olunca törpüleyesi gelmiyor muydu insanın? yoksa normalde öyle neşeli, şen şakrak bir insan değildi de ondan mı devam ettiremiyordu rolünü, yoruluyor muydu? oysa zamanında bizim günler boyu evimizde -hem de sırf emektarın biri bel fıtığından mustarip diye; annemlerin içine çoğu zaman beni bile sokmadıkları yatak odalarında- yatılı kalan sayısız misafirimiz de olmuştu ve bu zamanlarda annem, her sabah yatağın -yoksa salondaki yer yatağı mı demeliyim?- düz tarafından doğrulmuştu…
    yok, biliyordum, kesin bir şey vardı bu işin içinde!
    bu olayların garip ilişkileri vardı; annemin insanlarla garip ilişkileri vardı…
    kendisi mutlu olsun veya olmasın; misafirlerin yanında etrafa durmadan mutluluk saçardı.
    insanları mutlu etmek suretiyle de değil yalnızca, hayır…
    mutluluk kusardı!.. mutluluktan bahsederdi, mutluluğu çok enteresan birtakım tabirlerle veya kendince mutluluk verici eşya ve maddelerle resmetmeye çalışırdı; yaptığı ekmeğin hamurunun bu sefer pek bir güzel tutmuş ve bunun da arkasında yatan temel sebebin, babamın nihayet o yıllardır çok isteyip de bir türlü bulamadıkları dev gibi leğeni anneme alıp getirmesi olduğunu bile sahici bir şenlik havasında anlatırdı. ayrıca hamuru yoğururken artık eskisi gibi, küçücük kabın içerisinde, bütün malzemeyi -dışarı bir gramcık taşırmadan- birbirine yedirmekle falan uğraşması gerekmediğinden, öyle didinirken belini de ağrıtmadığından falan bahsederdi, böylelikle onlarla neşesini, babamla da şükranlarını paylaşırdı…
    mutluluğu… ispatlamaya çalışırdı. göstermeye! ve tabii kendisi de bunu görebilmek için can atardı…
    babamın, yani dünyalar tatlısı kocasının -normalde hiç âdeti olmadığı üzere- hemen dibinde otururdu, onunla -bunun haricinde yalnızca kafası kıyak ve öfkeliyken yaptığı gibi- yumuşak hitaplar kullanarak konuşurdu, arada yapılan bir latifenin üzerine kendinden geçmişçesine güler, bu sırada elini de babamın eline, omzuna götürürdü.
    eski, güzel günlerden laf açardı:
    “hatırlıyor musun, canım?”, derdi… “bir keresinde biz de o karnavalda gezmiş, patlamış mısır ile pamuk şeker yemiştik…”
    evliliklerinin ilk günlerini anardı, evliliklerinin öncesini, nişanlılıklarını, tanışıklıklarının ilk zamanlarını, ilk hislerini, ilk izlenimlerini, ilk temennilerini, birlikte ilk gecelerini…
    öyle kaptırırdı ki kendini, bir süre sonra artık babama bile bakmazdı, hatta konukları bile unutur gibi olur, resmen kendi kendine sayıklardı:
    “sırf bana o çiçekleri getirmek için, gecenin bir yarısı, buz gibi ayazın ortasında, camıma minik taşlar fırlatıp, dakikalarca seni fark etmemi beklemiştin, sonra ben nihayet çıkınca ortaya, soğuktan resmen donmuş olmana rağmen, yine de bana darılmış gibi bakmamıştın, aksine pek bir sıcak gülümsemiştin…”
    gözleri dolardı burada ama yüzünde kederin zerresi bulunmazdı.
    annem misafirlerin yanında gerçekten çok mutluydu; hem o an için, hem yâd ettiği geçmişinde, hem de planladığı gelecekte… bunu böylece görürdünüz, kötü yaşanmışlıklar ve ileride yaşanabilecek aksilikler birden ortadan kaybolurdu.
    gözleri dünyayı, yer ve zaman ayırt etmeksizin, pamuk şekerle kaplı gibi görmeye, öyle saymaya başlardı.
    misafirlerine de kendisini baştan aşağıya kuşatan bu mükemmeliyet yanılgısını tattırmak isterdi. onlar da kendilerini annemin hissettiği gibi muhteşem hissetsinler diye uğraşırdı.
    bu yüzdendir ki; erkek konuklarımıza bile sevecenlikle yaklaşırdı. başka zaman, başka yerde karşılaşsa hiç şüphesiz burun kıvıracağı insan ve tavırlarla, söz konusu misafirler olunca, seve seve haşır neşir olurdu.
    hoşlanmadığı muhabbetleri bile bizzat kendisi uzatırdı, üstelik bundan keyif bile alırdı.
    “ilahi…”, derdi. “ne alemsiniz, ne hoşsohbetsiniz!..”
    felekten bir gece geçirsinler diye elinden geleni yapardı.
    ve işte, şans eseri; babamla ben de payımızı alırdık bu durumdan.
    annem insanın içini sıkacak, hevesini kıracak kadar kısa bir süre önce gördüğü misafir çocuklarına -hem hâlâ son seferki ile aynı, hem de gayet kötü bir durumda olmalarına rağmen- boylarının, saçlarının uzunlukları, kiloları falan gibi, gayet sıradan ve de önemsiz “özelliklerine” dair övgüler yağdırmaya bir son verdiğinde…
    bu sefer sıra bana gelirdi!
    bir köşeye kendini güç bela atıp da oracıkta kıvrılmış, mahmur gözlerle -bizi ve çok kutsal mahremimizi dışarıdaki gözlerden sakınmaya yarayan- perdelerimizin kıvrımlarını incelerken, annem bir anda beni gözüne kestirir ve bana, bana dair, sonrasında cevabını almak için bile beklemeyeceği basitlikte bir soru yönelterek, dikkatleri başarıyla üzerime çekerdi:
    “benim oğlum da okulda tüm arkadaşlarının beğenisini kazanan ve hatta öğretmeninin de çalışmalarına teşvik amaçlı kendisine yaldızlı bir yapıştırma hediye etmesini sağlayan bir resim yapmıştı geçen, değil mi mikail?..”
    ben daha ne olup bittiğini anlayamadan, o yeniden arkadaşlarına döner ve oğlunun şimdi aklına gelen tüm becerilerinden onlara bir bir bahsederdi.
    “okulla, arkadaşlarıyla zaten çok ilgilidir. öğretmenlerine karşı hiç saygısızlık etmez, sorumluluklarının hepsini özenle yerine getirir… notları, eve getirdiği belgeleri hep iyidir. yalnız bunların yanı sıra, başka şeylerle de ilgilenir. babasına ev eşyalarını tadilatta, bana da mutfakta, yemeklerde yardım eder, ama aynı zamanda kendine de vakit ayırır. böyle işte, bir şeyler yazar, çizer, okur, sonra gelip de bize anlatır… ama yalnız bize! başkalarıyla hiç paylaşmaz böyle cevherlerini, çok çekingendir benim çocuğum. zamanla alışır da anca o zaman gösterir kendini, o zaman bile içinde çok şey tutar… ama annesine dayanamaz. bana her şeyini anlatır, her şeyini gösterir, benimle paylaşır. değil mi, kuzum benim? öyle süt çocuğu falan değildir, arkadaşlarına kolay “ezdirmez” kendini, ama kendisi arıza da çıkartmaz, huzuru sever, sakin bir tabiatı vardır… ben bilirim onu. bazen birden öyle fazla hislendiği olur, ama çok iyi yüreklidir, kimseyi bilerek incitmez, büyük küçük her hatasını mutlaka telafi eder… böyledir işte benim yavrum. ah canım benim… bakın gözleri kapandı kapanacak. çok çalışmış bugün, yorulmuş, belli -yoksa sizin sümüklü çocuklarınızla ne orijinal oyunlar kurardı, kesin… ama şimdi içi geçmiş, tabii biraz da kendisinden hoşça bahsettik diye olduğu yerde küçülmüş, büzülmüş… hiç kaldıramaz benim oğlum böyle yüzüne karşı övülmeyi. oy, annesinin bir tanesi… gel de bir sarılayım bakalım sana, gel hadi…”
    ve sonra, bir anda oturduğu yerden fırlar, yanımda belirir, beni iyice kendine doğru çekip, sımsıkı bir kucaklayıp, başımdan öperdi… saçlarımı okşar, sonra bir elini omzuma atıp, beni kendisine yaslayarak, arkadaşlarının kendilerine katiyen doyum olmayan muhabbetlerine geri dönerdi…
    defalarca yapardı bunu ve benzerlerini. her seferinde, beni bana baştan tanımlardı, her bir şeyimi, herkeslere gururla takdim ederdi…
    muhatabının kim olduğuna, bunları ona daha önce zaten anlatmış olup olmadığına hiç bakmaksızın.
    (…)
    bir evin bizzat içinde bulunmadan, içeride neler olup bittiğine dair yeterince sahici bir fikre sahip olmanın imkânı yoktur çünkü.
    kapılar her şeyi saklayamaz ve tutamazlar belki arkalarında, ancak çoğu zaman en önemli ve de en büyük parçaları başarıyla gizledikleri kesindir.
    bizim de kapımız misafirlerin ardından kapandığı anda, annem-in yüz ifadesi ve ruh hâli- birden değişir; misal, daha demin yerlere göklere sığdıramadıktan, anlatarak bitiremedikten sonra hemencecik bir alıp getirmemi rica ettiği resim kâğıtlarıma ve hazır ortaya çıkartmışken kendileriyle biraz zaman geçirmek maksadıyla zemine yayıverdiğim boya kalemlerime sıkıntıyla bakardı. benden çabucak gözünün önünden çekmemi, ortalıktan kaldırmamı isterdi, -daha o gün annesiyle bu konuda aralarında koyu bir çekişme geçtiğini bilmesine rağmen-, larissa’nın falan yanındayken, kendilerine hayranlıkla bakmaya doyamadığı şaheserlerimi…
    başkalarının yanında, beni hep destekler, pohpohlardı, bir dediğimi iki etmez, elimi sıcak sudan soğuk suya geçirmez, hiçbir sözüme, tavrıma itiraz etmez, üzerime de katiyen toz kondurmazdı.
    beni herkesin içinde hiç çekinmeden koklar, öper, başımı okşar, yanaklarımı sıkar, tatlı sözleriyle beni severdi…
    birçok evladın da analarından bekledikleri yegâne şeydir zaten bu, değil mi?
    bunu bir elde etseler, mutlu olacaklardır.
    oysa bunlar beni hiç mutlu etmedi, etmezdi.
    yalnızca gururum incinirdi.
    kendimi yetersiz görür, herkesin içinde aşağılanmış hissederdim.
    insanları kandırdığımız düşüncesi geçerdi aklımdan ve bundan da sorumlu olarak başta kendimi tutardım.
    demek ben, öyle rezil, öyle yüz kızartıcı bir karakterim ki ailem sırf bu mahcubiyet ve mağlubiyetlerini gizlemek için, benim orada olmamı falan umursamadan, hakkımda yalanlar ortaya atıp duruyorlar derdim.
    babam benden ümidi tümden kesmiş olmalıydı ki bu alçakça eylemlere kendisi pek sık katılmıyordu. yalnızca çok lazım gelirse, annemin bol keseden attıklarına sessizce başını sallayıp, hakkımdaki iddialarını teyit eder gibi gözükmekle yetiniyordu.
    hâlbuki annem hiç öyle miydi?
    bazen elinden gelse dünya üzerindeki tüm kavimleri sırasıyla evinde ağırlayacak olmasının tek nedeni benmişim gibi gelirdi: böylelikle, tek tek, gezegendeki herkes, benim ailem için nasıl bir düş kırıklığı, nasıl bir yüz karası olduğum fikrinden uzaklaştırılacak ve akabinde beni annemlere daha bir yaraşır bir profilde bilip, tanıyacaklardı.
    ancak öyle günler gelirdi ki, kendi şahsıma daha fazla öfkeyi kaldıramaz, bu sefer yalnızca anneme sinirlenirdim.
    “yahu!”, derdim. “madem başkalarının yanında böyle güzel poz kesiyorsun… madem isteyince, tüm kusurlarımı kolaylıkla görmezden geliyor ve hatta aslında tamamen yalan da sayılmayacak, birçoğu benden sahici birer parça niteliklerimle böylesine kıvanç duyuyorsun… o zaman, söyler misin, be kadın, ne diye benim hatırıma da bunu sürdürüvermiyorsun?..”
hesabın var mı? giriş yap