• mitosla anlamak da anlamlanmak da ihtiyaç olarak kendini gösteriyor; çünkü insan çağla birlikte değişirken, aslında değişemeyeceğinin de bilincinde oluyor. bu yüzden achilles'i anlamak ve achilles'in anlamlanması gibi modern insan da aynı çabayı hak etmiş oluyor. o halde tanımımızı yapalım: mitosla anlamak ve anlamlanmak ihtiyacı, uygarlaşmış ve insanlaşmış mitosların gerektirdiği müşterek bir değer olarak kendini gösteriyor.

    yunan tragedyasının üç temel unsuru vardır: katharsis: acıma ve dehşet duygularıyla fışkıran ihtiras. hamartia: kahramanın, kaybına neden olacak süreci başlatan akt'ı. hybris: uyarılara karşın, kahramanın yineleyen ve ısrarından vazgeçmeyen inatçı gururu [1].

    bu üçleme trajik olanın yani çözümsüzlüğün oluşumunu sağlar. hep verdiğimiz örnekte de olduğu gibi orestes'in hem babasının intikamını alması ve kız kardeşi elektra'yı kurtarması bakımından doğru; hem de beri yandan anne katili olması bakımından yanlış iş yapan kahramanlıktaki uyumsuzluk bir hudut belirlenmiş olduğunu gösterir. insana "şunları şunları yapabilir; şunları şunları yapamazsın" denmiş olur. burada etkin rol haliyle pagan dünyasındaki şiirsel ve eklemeli bir karaktere sahip olan dindedir. ibrahim'in dininde benzer trajik altyapının oluşmamasının nedeni, eklemeci ve şiirsel niteliğin ortadan kaldırılmış olması; iyinin ve kötünün iki farklı niteliğe (amor dei ve satanas) paylaştırılmış olması böylece yolun sonunda ışık olup olmadığının kesin bir şekilde belirli kılınmasıdır. tabi ki ibrahim'in dininden evvel de kimi hudutlar vardı; zaten din kurallar bütünüdür yani sonunda ödüllerin ve cezaların olduğu bir sistemdir; ilksel babaerkil despotizmin başından beri ne kadar da etkili bir düzen ortaya koymuş olduğunu herbert marcuse'un freud incelemesinde de görürüz [2]. evet, başından beri babaerkil despotizmin etkisinde ama öyle ama böyle bir kurallar silsilesi insanı mengeneden dışarı çıkartmamıştır. ancak temel farklılıkların iyi görülmesi gerek. tragedya yaşamını terk etmiş; hayatında ne bedel öderse ödesin (genelde aradığı da şudur: rasyonel dunyada en az bedelle en fazla mutluluk) hiçbir çözümsüzlüğü olmayan; her şeyi çözmüş, her şeyi yanıtlamış, her şeyden nemalanabilir olmuş; zira gelmiş geçmiş tüm kuşaklar içinde en akıllısı olarak gelmişini geçmişini rasyonalize edip konforlu bir yaşamı, her defasında yedikçe acıkırcasına arzulayan kafa eline geçen her fırsatta tıpkı eski günlerde olduğu gibi:

    a. katharsis'ine yenik düşmüş
    b. hangi nedenle olursa olsun hamartia'sını yığınlara aktarıp taraftar toplayabilmiş
    c. hybris'ten kaçamayıp, bir şekilde daha evvelden olmayan yeni bir karakteri suni de olsa gömlek gibi giyinmiş

    kahramanlar yaratıyor ya da bu şekilde yaratılmış kahramanları, tıpkı eski günlerde olduğu gibi kutluyor; hiç de trajik bir çözümsüzlüğü olmayan yaşamının suni bir heyecanı kılıyor. bundan mutlu olduğunu bildiği için eylemsizleşiyor. bunun bilincinde olsun veya olmasın, kahramanlarının trajik görünen durumlarına artı ya da eksi yönde taraf oluyor. çünkü eylemsizliği ona eski günlerdeki seyirciliğini anımsatıyor. yunan tiyatrosuna amazonları, barbarları medea karakteri nezdinde yuhalamaya, lanetlemeye gelen seyirciler gibi; bir sonraki eylemsizliğine kadar en azından rahatlamış oluyor. oysa isa'nın çilesi veyahut muhammed'in yolu gibi iki seçenekte eylemsizlik rafa kaldırılır. ta başından beri isa "çarmıhını yüklenip ardımdan gelmeyen bana layık değildir" (matta 10.38) diyordu; bana kalırsa buradaki theologia, tragedyaya karşın philosophia'nın yanında konumlanır. çünkü burada achilles'in "şan ve şöhret" uğruna seçmiş olduğu çileli yaşam değil, "kendinden vazgeçmek" eyleminin bizzat eylemsizliğin köküne kibriti çaktığı bir çileli yaşama algısı vardır. bana kalırsa yunanlık meselesini tarihte en iyi irdeleyip "gören" adamlardan biriydi nietzsche. "yunanların trajik çağında felsefe"de "homeros yarışı" mevzusu üzerinden atina ve sparta'nın, themistokles'in ve alkibiades'in yaptığı gibi perslere teslim oluşu, yunan'a özgü temel tüşüncenin yani "yarış" düşüncesinin sona erdirilmesi anlamına geliyordu [3]. olimpiyatlara hem kendi şöhreti hem de içinden kopup geldiği kavmin şanı için katılan sporcularla manastırda derin tefekkür yaşamı kapsamında kendini yaşarken çarmıha gerenleri karşılaştırın. yunanlık işte burada, en başından beri "monstrum in animo monstrum in fronte" olan yani "görünüşçe ve ruhça canavar olan" sokrates'in elinde yok oluyordu. nietzsche'nin ciddiyetle üç philosophia babasının yani sokrates, platon ve aristoteles'in, üç tragedya babasının yani sophokles, aiskhylos ve euripides'in yerine geçişine ağıt yakmasını düşünün. kahraman algısı değiştikçe, kahramana bakan yığınlar da değişmiş oluyor haliyle. çünkü algı, onların algısı.

    yunan mitosundaki o eski kahramanın dirildiğini düşünüyorum. elbette çok ama çok başka yönleri var; ancak saatler öncesinden tribünlerde yerini alan yığınlar yine hem kendi şöhreti hem de içinden çıkıp geldiği kavmin şanı için topu tekmeleyecek adamların müsabakasını izleyip, eve rahatlamış dönmek istiyor. yunan'daki olimpiyat seyircisi ile tiyatro seyircisine ne benzer bu yönde, görebilene tabi. örneğin david beckham endüstriyel camianın bir markası olmaktan öte, bedensel açıdan bir yunan heykelinden farksız. michael jordan, kulvarındaki rakiplerinin çok ötesinde bir estetik zekanın ve becerinin sembolü. tartışmasız yarı tanrı. zidane, hiç olmadık bir anda başarıyı elinin tersiyle itebilecek kadar erdem ve onur timsali; daha büyük bir kahramanlık var mı? bir kahramandan ne beklersiniz? verilebilecek daha birçok örnek, bu sportif kahramanların milyonlarca kişi için mitosvari anlamlandırmalar olduğunu ortaya koyar. tribünlerden, televizyonları veyahut internetleri başından seyirciler modern dünyanın savaşçılarını, avcılarını, gözü pek kimselerini (dare devil) izlemiş oluyorlar; dahası bütün bu taraftarı olunan mitosvari kişilikler, "doğal niteliklere sahipler"; savaştıkları yani hünerlerini gösterdikleri arenalar da forumları andırıyor[4]; modern kahramanlar öyle allanıp pullanıyor ki; sonunda bu taraftar kitlelerinin yedikçe acıkırcasına, daha fazla efsaneye şahit olma arzularını tetikliyor. bunun sonucunda yeni kahramanlar, kahramanlar arasında karşılaştırmalar ve kahramanların kırılan rekorları; hayatı boyunca eylemsiz kalmış bireylerin öncelikli gündem maddesi olarak kaldığından; homeros yarışı düşüncesi taptazeliğini korumuş oluyor. eylemsiz seyirciler tıpkı olimpiyatlardaki, amfi-tiyatrolardaki yunan seyircileri gibi; show sona erdiğinde yeni showların ardına düşüyor. bu sonu gelmez açlık korkunç bir kıskançlıktan besleniyor. herkes bir diğerinin tuttuğu tarafın en büyük kıskananı oluyor. nietzsche yine yunanlar'ın trajik çağında felsefe'de "yunan insanı kıskançtı" diyor ve ekliyordu "bu olumsuz değil, hayırlı bir tanrının etkisiydi"[5]; gelinen bu nokta, nietzsche'nin gurur duyacağı bir tablo olsa gerek. başka bir çağda, günümüzde olduğu kadar antik çağ kahramanıyla bu denli yakınlaşan kahramanlar üretildiğini, en azından bu ihtiyacın bu denli belirgin olduğunu sanmıyorum.

    burada doğal olarak sürekli beslenen eylemsizliğin bir tarafı da kendisinden farklı kahraman tipinin karşısında bir yok edici olarak dikilmesidir. oysa hangi çağda yaşamış olursa olsun insanın "bana ait olan nedir?" sorusunu bir consolatio olması açısından sorduğu aşiakrdır. çünkü insan her şeyden evvel yaşama sürecinin aslında ölme süreci olduğunun bilincinde olma "talihsiz"liğini yaşamaktadır. her ne kadar kendisini, çevresini, çevresinde olmayanı, kısaca her şeyi rasyonalize etse de; yorgan kısa gelmektedir. defectus defector yani "güdük asi"nin "ben ölürken, nasıl bir düşünce yapısında olursam, daha az acı çekerim" sorusunu bilincinde olsa da olmasa da sorar. bu yüzden kendisine ait olan neyse, onu ortaya koyup, kendisine ait olmayanları kaybetmiş olmasıyla üzülmemeye çalışır. bu, onun belki de en büyük kurnazlığıdır.

    kuşkusuz cemil güzey üstadımız kahraman filozof yahoo'ya karşı makalesini yazdığında (felsefelogos, s.16, sf.31-37) kendisinin kahraman filozof olmadığını, hele ki yahoo olmayı seçerek hem kahramanı hem de filozofu kendine karşı kışkırtmayı düşünmüyordu. ben de düşünmüyorum. ancak şu var, hep diyorum ya, insan kendisinin ait olduğunu ve kendisine ait olduğunu hissettiği yeri idealize eder. her idealize etme çabası, rasyonel zeminlerin tutsağı olma anlamına gelmiyor. başlı başına aitlik olgusunun kendisi irrasyonel olsa gerek, bu tartışılabilir. bunu evvelce boethius'un "estne aliquid tibi te ipso pretiosus?" sorusunu incelerken de hissettirmiş olmalıyım. insan salt teselli bulmak adına, yukarıda da dediğim gibi, "sahip olduklarımın ne kadarını yitirirsem acı çekmem" sorununun peşinden gide gide, en nihayetinde "sahip olduğum tek şey, benim, kendimim" deyip; kendini kaybetmediği müddetçe hiçbir şey yitirmemiş olacağından, başkaları kendisinden ne alırsa alsın, aslında kendisinden hiçbir şeyin eksilmemiş olacağını bir bilinç olarak algısına yapıştırmış, adına consolatio yani teselli demiş: aracı da bellidir: felsefe kadın.

    en büyük kahramanlığı o noktada gösterdiğini de bir soruyla taçlandırmış: "sana senden daha yakın ne olabilir ki?"

    bu mitosla anlama uğraşısını ekşi sözlük kapsamında ele alalım. burada consolatio yani teselli uğruna aitlik durumunu "kendine kadar indirgeme" (büyük kahramanlar yaratıp, onların nezdinde eylemsizlikle günü geçirmeme), kahramanca bir tutum olarak hem beliriyor hem de belirmiyor sanki. beliriyor; çünkü kendilerinden bahsederken bir hayli kalabalık bir kitle olduklarını unutmamamız gereken diğerlerini yokmuş varsaymak bir tutarsızlığı doğuruyor: yazılanların sadece kendinden taşamayacağını, belli bir zaman sonra hem herkes için hem de kimse için yazman gerektiğini, bu tutarsızlığın da klavyene ağır geldiğini anlamak zorunda kalabilirsin. belirmiyor; çünkü aslında tüm aitliği "kendine kadar indirgeme" muhakeme yeteneğinin bir ürünüdür; kimse başından itibaren kaybettiklerine üzülmez, buna mukabil kaybettiklerinin çok da önemli olmadığına dair bilince de muhakemenin bir sonucu olarak ulaşmaz. bir kırılma noktası vardır; o noktadan itibaren, "kendine kadar indirgeme"yi bir tercih olarak kabullenir. bu bir ilaçtır ve her ilaç, hastalığın üstüne alındığından; henüz hastalanmamış olduğu zamanın bilincini yitirmeden, sonrasının hesabını yapamamış olur. oysa yunan kahramanı, tutarsızlıkların adamıdır, değil mi?

    o, ikili yaşamaya mecbur kılınmıştır: modern versiyonunda, onun için telefon kulübesinden öncesı ve sonrası; antik versiyonunda, troya savaşı'ndaki zaferine bina edilen hybris'inden öncesi ve sonrası; yine modern versiyonunda, yeşil adam olmadan öncesi ve sonrası ya da burada, ekşi sözlük'e loginden öncesi ve sonrası vardır. ne tam olarak biridir ne de diğeri. oysa burada dile gelen kahramanlık başlı başına, hem kahramanlık öncesini hem de sonrasının bir bütün olarak kendisi oluyor. kahramanlık öncesi de kahramanlık'a dahil oluyor; hatta o olmasa, tutarsızlık da ortadan kalkacağından bir nevi onun yokluğu onun varlığı için şart haline geliyor: yazarın login olmadan'lığı, olduktan sonrası'nın bizatihi sağlam duvarını oluşturuyor. hep böyle midir?

    kahramanın her daim bu şekilde tasvir edilip edilmediğine bakmak istediğimizde en temel kaynağımız yunan tragedyaları oluyor yine. kahramanın kahraman olarak görüldüğü andan itibaren, onu öbürlerinden ayıran kimi niteliklerinin açıkça belirmesi gerek. ancak doğaldır ki, her dönemde kahraman aynı kahraman algısıyla ortaya konamıyor. basit; çünkü ihtiyaçlar değişiyor. insan ihtiyaçlarına göre kahraman idolü yaratabilecek ölçüde zeki bir hayvan belki de (farkındayım "zeki"liği fazlasıyla hor kullandım). peki bu hayvanın antik dünyada nasıl bir kahraman yarattığına bakalım. örneğin sophokles'te kahraman, en nihayetinde karar verme hakkı olan yani seçme hakkı olan ancak bu hakkını kullandıktan sonra başına geleceklere de katlanmak zorunda olandır (en baştaki üç niteliği düşünün). sophokles'in kahramanı yaşamın belirsizlik ve acıyla dolu olduğunu bilir [6]. bu, haliyle kahramanların standart ölçüde belli kalıpların içinde kalmasına, yukarıda da dediğim gibi diğerlerinden ayırıcı belirli niteliklere sahip olmasına neden oluyor. "diğerlerinden ayrılmak": bu ne kadar önemli? bu, onu o ettiği ölçüde, çok önemli; onu o ettiğini de söylediğimize göre, yani sıradanlaşmadığı ölçüde ancak var olabileceği açık olduğuna göre; yukarıda söylediğimiz gibi, kahramanlık öncesinde ve sırasındaki ikili tavrından doğan tutarsızlığı da onu o ettiğine göre: o sonuç itibariyle, bu durumun kaçınılmaz sonucudur. ya kahramanlaşarak diğerlerinden ayrılacak, ki bu sureti kabullendiğinde achilles'in önündeki "ya büyük bir şan şöhret getiren acılarla dolu yaşam, ya da herkes gibi, sıradan 'şöhretsiz' yaşam"a dair iki yoldan daha acılı olanı seçmesi gibi, sophoklesçi kahramana bürünecektir.

    oedipus rex'in kahramanlığını düşünün. yukarıda da dile getirdiğimiz gibi, çağların değişen ihtiyacı gereğince artık kahraman vasfını yitirmiş, annesiyle yatmış olan zavallı adam olmuştur. oysa şunu da düşünmek gerekiyor: oedipus'un kendisi mi zavallı, yoksa içine düştüğü durum mu "zavallıca, iç acıtıcı"? o halde şöyle bir problem de ortaya çıkmıyor değil; kahramanı kahraman kılan koşulların uygunluğu, kahramanın kahramanlığında ne kadar önemlidir? seyirciyi tribüne çeken koşulları neden düşünmüyoruz? ya da tefekkür yaşamını tercih eden hıristiyanı ya da muhammed'in yolundan giden müslümanı bu tercihe zorlayan koşulları neden düşünmüyoruz? ekşi sözlük için de geçerli bu. kimsenin yazmadığı şeyleri yazmış olmasıyla kahramanlaşan yazar, bir yerde kahramanlaşmış olmasını diğerlerinin achilles'in aksine sıradanlaşmayı tercih etmiş olmasına borçlu değil midir? "sıradanlaşma" terazinin bir kefesini hafifleten anti-ağırlık gibi. haliyle bir toplum kahramanı olmayan, toplum kahramanı olanın alkışlayıcısı oluyor. kendini seyrettirecek bir vasfı ya da pazarlayabileceği bir yeteneği olmayan, başkasının vasfını ya da yeteneğini tribünden alkışlıyor. işte bu nokta da hem sıradanlaşıyor hem de eylemsizleşiyor. çünkü kendisi gibi olanlardan oluşan sistem, tıpkı bir din gibi kesin kurallarla bu iki kesimi birbirinden ayırıyor. çünkü ihtiyaç sistemin kendisidir.

    kahramanın belirleyici niteliklerinin sıradanlaştığını düşünün: herkes gibi olması yani bir nevi herkes gibi "aitliği" kendine kadar indirgeyen, gökteki sayısız yıldızdan biri olup, gökyüzünün eline kendini bırakan. düşünsel manada zemini olmayan yani ihtiyaçtan doğmayan kahraman olamaz; "kader" ve "zorunluluk" nosyonları aiskhylos, sophokles, euripides gibi tragedya yazarlarının, herodotos gibi bir tarihçinin kaçınılmaz değerleri olduğu için [7], onlardan çıkan kahraman kurguları da bu iki nosyondan mustarip oluyor. hal böyle olunca, her türlü tercih hakkı, muhakeme özgürlüğü yani "libertas arbitrii" de (sözlükte aeternitas mevzusunda incelediğimiz gibi) önemle üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. çünkü bir de bu boyut var: kahraman aslında kahramanlaşmayı ne kadar ister? bir michael jordan fanı için, onun gibi olmak bir hayal olabilir; ama kahramanın kendisi için kahramanlık, yukarıda da dediğimiz gibi tuhaf bir tutarsızlıktan mustarip olmak demektir.

    şunu da ekleyeyim; bu entiriyi ve haliyle başlığı mitoslarin uygarlasma ve insanlasma sureci başlığına eklemlensin diye girdim.

    değerli hocam sanem yazıcıoğlu'nun şu mühim yazısına ayrıca bkz.
    http://jimithekewl.blogspot.com/…aman-yaratmak.html

    notlar:

    1. prof. dr. ismail ersevim, yaratıcılık ve diğer söyleşiler, sf.228, assos yay., 2004.
    2. herbert marcuse, eros ve uygarlık: freud üzerine felsefi bir inceleme, sf.61, idea yay. 1998.
    3. f. nietzsche, yunanlılar'ın trajik çağında felsefe, sf.42, say yay., 2006.
    4. john hughson, david inglis, marcus free, the uses of sport: a critical study, p.31, routledge, 2005.
    5. a.g.e., sf.38.
    6. karsten friis johansen - henrik rosenmeier, a history of ancient philosophy: from the beginnings to augustine, p.92, routledge, 1998.
    7. k. f. johansen, a.g.e., sf.93.
hesabın var mı? giriş yap