*

  • toplama ve kolleksiyonculuk, tarih sürecinin çok erken dönemlerine dayanırken, müzecilik ancak ortaçağdan sonra, sanat eserlerini korumak amacıyla ortaya çıkmıştır. 1800’lü yıllardan itibaren müze ve sergi mekanları üzerine yapılan tipolojik incelemede, müzecilik anlayışının ve dolayısıyla müze mimarisinin değişime uğradığı tarih dilimleri ortaya konabilmektedir. tomur atagök ’ün sınıflandırmasına göre rönesans sonrası kolleksiyonlardaki değerli nesne ve sanat yapıtlarının, bulundukları saraylarda halka açılmalarıyla ilk müzeler oluşmuştur. kolleksiyonların büyük sarayların ihtişamlı mekanlarında sergilenmeleri, bu tür yapıların müze binaları olarak kabul edilmelerine neden olmuştur.

    1800’lerin başından itibaren, almanya, amerika ve ingiltere’de neoklasik stilde müze binaları inşaa edilmeye başlamıştır. geleneksel müzecilik olarak anılan ve 1900’lere kadar uzanan bu tip tasarımlarla halk müzelere çekilememiştir. 19. yüzyılda ki en önemli gelişme ise şeffaf ve esnek mekanlı sergi yapılarına öncülük eden joseph paxton ’un tasarladığı kristal saray’ın yapımıdır. bu olay 1900’lerden itibaren müze mimarisini etkilemiştir. modernizmin saf geometrik biçimli, bol açıklıklı, şeffaf ve esnek kullanımı esas alan yapıları müze mimarisinde yeni bir tip olarak yerini almıştır. tipolojik değişimlerde ve mekanlarda iletişim teknolojilerinin etkisinden ise 1970’lerden itibaren bahsedilebilinir.

    bu sebeplerle müzecilik kavramı ve müze mimarisindeki değişim açısından müze yapılarının tarihçesini şu dönemlere ayırmak mümkündür ;

    - rönesans öncesi
    - rönesans ve sonrası
    - 19 . yüzyıl
    - modern müzecilik dönemi (1900-1970)
    - 1970 sonrası çağdaş müzecilik
  • rönesans öncesi

    toplama ve kolleksiyonculuğun tarih sürecinin çok erken dönemlerine kadar dayandığı bilinmektedir. lütfi parlak ’a göre nesnelerin koleksiyon ve toplandıkları yerlerin pinakothek, glayphotek, musaeum, country villa, antiquarium, galeri, müze gibi isimler almadan önceki, insanlığın ilk oluşumundan itibaren olan tarihi sürece bakıldığında ilk çağlarda ve ne amaçla yapılmış olursa olsun, çeşitli hayvan ve eşya resimleri çizili olan mağara duvarlarındaki çeşitli resim ve şekiller yapıt-mekan birlikteliği bağlamında değerlendirilebilir ve rönesans ile ansiklopedik anlamını almaya başlayan galeri ve müze olgusunun başlangıcı olarak kabul edilebilir .

    antikçağda ve ortaçağda insanlar resim ve heykellerini ibadet yerlerinde ve sokaklarda sergilemekle yetinmişlerdir. değerli eserler ise kiliselerin ve tapınakların hazine dairelerinde saklanıyordu. atina’da ünlü ressamların yapıtları “propylai” deki bir salonda toplanmıştı. buraya “pinakotek” adı verilirdi. .

    15. yüzyıla kadar kolleksiyonlar iki farklı amaca hizmet ediyorlardı; dini amaçlar için saklanıp, kutsallığından dolayı korunanlar ya da kişisel zevk ve ilgi alanlarından dolayı saklananlar. brawne’ye göre bu tür toplama veya kolleksiyonculuk daha çok batı kökenli bir oluşumdu. örneğin çok uzun ve önemli bir tarihe sahip çin’de böyle bir oluşum ortaya çıkmamıştır. müze, kolleksiyon ya da benzer bir oluşum oluşturma fikri,sosyal bir topluluk olmaktan çok, bireysel ve ailevi bilincin gelişmiş olduğu bir toplum olan eskimo toplumu gibi toplumlarda ortaya çıkamamıştır. sonuçta medeniyetin toplumsal bilinç oluşturacak kadar geliştiği, saklama ile kolleksiyonculuğun başladığı tüm toplumlarda görülen bu hareketler, müzeciliğin batıdaki oluşumunu hazırlamıştır.
  • rönesans ve sonrası

    onbeşinci yüzyılın başlarında italya’nın floransa kentinde başlayan, kültür ve sanat anlayışını derinden etkileyen ve aynı yüzyılın sonunda tüm italya yarımadasına ve oradan da avrupaya yayılan rönesans olgusu ile birlikte kültür ve sanat ortamını, anlayışını geliştiren ve değiştiren rönesansın etkileri, her alanda olduğu gibi müzecilik alanı içinde bilinçli bir başlangıç olmuştur.

    kilisenin geniş halk kitlelerine görsel imajla ulaşma fikri de müzeciliğin gelişmesine önemli katkıda bulunmuştur. dini koleksiyonculuğun sonucu bunların sergilenebileceği mekanı gerektirmiş, müze binasının oluşumunu sağlamıştır. papa sixtus iv, günümüzdeki anlamına yakın ilk müzeyi, kendi sahip olduğu “capitoline” kolleksiyonu ile 1471 yılında kurmuştur. bu oluşumu hızla, öncellikle italya’da daha sonra tüm avrupa’da, diğerleri takip etmiştir. cesarini müzesi, roma’da 1500 yılında; farnese müzesi 1546 yılında açılmıştır. 1560 yılında vasari’nin devlet büroları için tasarladığı; 1581’de sanat yapıtlarının sergilenmesi için müzeye çevrilen, floransa’daki uffizi sarayı daha sonraları müzecilik ve sergi tasarımına referans olmuştur. uffizi sarayı aynı zamanda ünlü ve etkileyici sergileme mekanlarından biri olan “tribün” e sahiptir. sekizgen planlı, kubbeli ve kısmen tepeden aydınlatılan tribün, antik bir tapınağın iç mekanının aynısıdır. duvarlarının kırmızımsı boyası onsekizinci yüzyıldan sonra ingiltere’de resim galerilerinin iç mekanlarında standart renk olmuştur .

    gelecekte bir çok önemli müze yapısına referans olacak bir yapım tarzı da, 1570’lerde gonzage sarayı ’nda bir galerinin yapımında uygulanan tüneltonoz sistemidir. 1569-71 de bavyeralı v. albrecht’in münih’teki sarayında yaptırdığı antiquarium tünel tonoz tarzında gerçekleştirilmiştir.

    onyedinci yüzyıla gelindiğinde ise barok dönem başlamış ve koleksiyonculuk ve sergileme kavramları avrupa’nın diğer devletlerine doğru yayılmaya başlamıştır. müzede sanat ile bilim ilişkisi bu yıllarda kurulmuştu. alkol içerisinde hayvan saklama, vitrin ve kutularda sergileme, sınıflandırma gibi koleksiyon düşünceleri ve yöntemleri rönesanstan itibaren gelişmeye başlamıştı. ancak ilk bilim müzesi ingiltere’de oxford üniversitesi ’ne bağlı olarak ashmolean müzesiismi altında 1683 yılında açılmıştır . yüzyılın sonlarına doğru louvre sarayı ve atölyeleri resim ve heykel akademisini bünyesinde barındırarak sanat ve sanatçılarla bütünleşmiştir. 1692 yılında akedeminin yıllık sergisi salon carre’de gerçekleştirilmiştir .

    günümüzdeki müzelerin, bir başka deyişle halka açık müzelerin kuruluşu 18.yüzyılda gerçekleşebilmiştir. italya’da 1737 yılında sonuncu medici, toskanya eyaleti’ne uffizi ve pitti müzelerindeki eserlerin önemli kısmını oluşturan aile koleksiyonunu bıraktı. yüzyıl ortalarına doğru görülen bu olay, kişisel koleksiyonların halka açılması yolunda önemli bir adım olmuştur. napoleon 1793’te krallığın kolleksiyonlarını halka açtığında, vasari’nin ilk sergileme mekanı olarak floransa’da medici ailesi için 1581 de gerçekleştirdiği galerinin de etkisiyle, louvre’un salon ve uzun koridorları sergilemeler için en uygun alanlar kabul edildi .

    fransa’da, paris’de bulunan ve 1546 ve 1878 yılları arasında aşama aşama yapılan yapının mimarı pierre lescot‘dur. yıllar boyunca yapılan eklemeleri yöneten mimarlar ise, j.a. du cerceau ii, claude perrault, piramit giriş, 1985 ieoh ming pei dir. kesme taştan yapılmış olan bina fransız rönesansının ana parçalarından biridir. mimar pierre lescot pür klasik fikirleri dile getiren ilk mimarlardandı ve louvre için tasarladığı yeni kanat onun geleceğinide belirledi. her yeni ekle, her yeni hükümdar yönetiminde, bu saraydan bozma müze tarihe tanıklık etti. mimar i. m. pei’de 1985 yılında tamamamen camdan bir piramit giriş tasarlayarak büyük tartışmalara yol açtı. louvre 3 yapı kanadına sahiptir. piramide göre kuzey kanadı, richelieu, doğu kanadı, sully, güney kanadı denon isimleriyle anılmaktadır. her kanat zemin üstünde üç kata sahiptir. yer altında ise bir kata sahiptir.

    paris’de louvre, floransa’da victoria and albert museum ve national gallery bu tür alanlarıyla ünlü müzelerin başında yerlerini aldılar. almanya’da ise william viii of hesse, kassel galerisini 1760 da kurdu. 1759 yılında sir hans sloane’ın özel kolleksiyonunu satın alan ingiliz hükumeti ‘british museum’u 1686’da puget tarafından yapılan montague house’da halka açmıştır. amerika’da ise ilk müze harvard üniversitesi’nde tek bir odadan oluşturulmuştu. 1750 yılında açılan bu müze ‘de ilginç objelerden oluşan bir kolleksiyon ile, doldurulmuş kuş ve hayvanlar, maketler, bir hint savaşçısının kafatası bulunmaktaydı. avrupa ülkelerine paralel olarak amerika birleşik devletleri’nde de ilk halk müzesi 1773 yılında güney carolina ’daki charleston şehrinde açılmıştır.

    saray müzeler” olarak sınıflandırılabilecek bu müze yapıları, sergiledikleri zenginliklerle eş değerde görkemleri ile bir prototip müze anlayışını yerleştirerek, yeni bir müze mimarisinin gelişmesini bir süre geciktirdiler. bu saraylar, onları takiben daha sonraki yıllarda büyük villalar, sanat yapıtlarının sergilenmesi için uyarlanarak müzeye dönüştürüldüler.

    30 ağustos 1792 de fransız ulusal birleşimi ’nde kabul edilen kararname, müzeleri toplumun ortak bir değeri, gelecek nesillere bir miras olarak belirledi. takip eden yıl olan 1793‘te de louvre, cumhuriyet müzesi olarak ilan edildi. alınan bu karar da 19. yüzyılda müzecilik anlayışına ve yeni müzelerin oluşumuna büyük ivme kazandırmıştır .
  • 19. yüzyıl

    19. yüzyıl başlangıcında toplumun gelişmesi ve sivil kesimin güçlenmesi, müzelerin yaygınlaşmasını sağladı. bu yüzyılda müzelerde kullanılan sergileme metodlarında, eldeki eselerin daha verimli sergilenmesi konusunda gelişmeler yaşandı. yüzyılın başında müzelerin etkilerinin, aydınlatmadan, ziyaretçilerin kültür seviyesine kadar değişen etkenlere bağlı olduğu söylenmektedir. geleneksel olarak müzeler, diğer ulusal toplumsal yapıların tersine insanlara uzak, soğuk, anlaşılması güç, anıtsal yapılar olmuşlardır. bununda anlamı normal hayatın akışından uzakta, anıtsal bir mimariye sahip, insanlara uzak yapılar olmalarıdır. müzeler sadece gün ışığından yararlanabilecekleri zamanlarda açıktılar ve ziyaretçileri çok özel, bilgili kişiler olmadığı sürece sergilenen objelerin çok azından bilgileri olurdu. eğitim seviyesinin yükselmesi, sivil kesimin gelişmesi, müzelerin toplumca daha fazla benimsenmesini sağladıkça, insanların müzeler ve sergilenen eserler hakkında bilgileri arttı. müzeler toplumsal yaşamın parçaları haline gelmeye başladı.

    geçmişteki tapınak, kilise, saray ve villalardan esinlenen, fransız devrimi mimarlarından louis etienne boulle tarafından geliştirilen ve fransız teoristi j.n.l durand’ın bir rotunda çevresinde dört iç avlu ve bunların dışında da koridorları içeren müze mimarisi ile ilgili tasarımlarının 1802’de yayınlanmasıyla yeni bir müze tipolojisi ortaya çıkmıştır. durand’ı takiben leo von klenze’nin 1816’da tasarladığı proje ile müzeler mimarisi yeni bir döneme girdi.

    lütfi parlak’a göre dönemin mimari akımı olan neo-klasik stilinde gerçekleştirilen bu müze yapıları, cephe ve plan yapısı olarak birbirlerine benziyorlardı. cepheler ya klasik tarzda ya da rönesans tarzındaydı. plan olarak, tipik yapı biçimi dikdörtgendi. iki iç avlu bulunuyorsa avlular, bir merkez salon veya büyük bir merdiven ya da rotunda yanlarında yer alırlardı. uzun bir cephenin ortasında yer alan anıtsal girişin her iki yanında kesin bir simetri ile yerleştirilmiş galeriler yapılmıştı. genellikle, yükseklik olarak üst katı yandan ve tepeden aydınlatılan iki ana kat yapılırdı .

    bu müze tasarımları ve neo-klasik mimari, almanya, ingiltere ve amerika’da birçok kamu binalarında olduğu gibi müzecilik alanında da benimsendi. leo von klenze’nin münih’teki glypotek’i(1816), karl friedrich schinkel’in berlin’deki altes museum(1823-30) yunan tapınaklarının kolonlu girişleri ve alınlıkları, daire ”rotunda” biçiminde bir tapınak ve binaların ikinci katına bağlayan “monumental” merdivenleri ile görkemli tapınakları çağrıştıran müze tipolojisine yöneldi. bu bağlamda “tapınak müze” olarak adlandırabileceğimiz müzeler gelişti. amerika, washington d.c. ‘de john russel pope’ın 1941 ‘de tamamlanan national gallery’si bu tipolojinin kareden dikdörtgen alana dönüştürülen en önemli örneklerden birini oluşturdu. doğal ışığın aydınlatmada çok önemsendiği bu dönemlerde pencereler ve tepeden atdınlatma için “tepe ışıklıklı” müze mimarisindeki sütun, pandantifler üzerinde kubbe ve kemerler diğer neo-klasik öğeler yerleşti.

    ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında ingiltere’de de neo-klasik yapım tarzında ve ulusal müze niteliğinde önemli örnekler gerçekleşmiştir.monague house’da bulunan british museum, sir robert smirke tarafından gerçekleştirilen londra’daki yeni binasına taşınmıştır. british museum, dışarı doğru çıkma yapan kanatları ve merkezdeki üçgen alınlığı ile kolonlu bir ön cepheye sahiptir. ilk yapılan galerilerde kesin bir simetri olmasına rağmen, daha sonra yapılan eklemelerle yapı arkaya ve sol yana doğru asimetrik olarak uzamıştır.

    19. yüzyılın ortalarında müze mimarisine katkıda bulunan bir başka gelişim de, tamamıyla farklı bir sergileme mekanından kaynaklandı. ondokuzuncu yüzyıl ortalarında avrupa’da gümrük duvarlarının inmesi ve ticaretin yaygınlaşması, ülkelerin sanayi üretimlerini birbirlerine daha kısa yoldan gösterme ihtiyaçları gibi etkenler sonucunda gelişen dünya sergileri (expo) fikri ingiltere’de ortaya çıkmıştır. “…dünya sergileri (expo) yapıları, hem binaları ile hem de içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin birlikteliği ile yirminci yüzyıl müzelerine, müze tasarımı ve çağdaş müzecilik kavramı’nda fikir babalığı etmiştir.”. ingiltere, londra’da 1850-51’de üretim malları ve makinelerin sergilenmesi için yapılan crystal palace ilk dünya sergisi yapısıdır. 4 temmuz 1850 de hyde park’ta yapılması 119 a karşı 120 oyla kabul edilen bu yapı için 8 nisan 1850 de açılan yarışmaya 233 proje gönderildi, ancak hiçbiri seçilmedi. 11 haziran 1850 de joseph paxton’un 3 günde hazırladığı eskiz, yapım komitesi tarafından beğenilerek kabul edildi. 70.000 m² inşaat, 4 ay gibi kısa bir sürede tamamlandı. 1 mayıs 1851 de açılşı yapılan sergi, 11 ekim 1851 de kapandı. 1852 yılında sydennham’a taşınan yapı 1936 yılında yandı. bu yapıda herşey baştan aşağı endüstriyel olarak üretilmiş ve standartlaşmaya gidilmiştir. 90.000 m² cam, 3800 ton dökme demir, 700 ton işlenmiş demir kullanılmıştır.

    crystal palace gibi şeffaf ve camlı yapılar, daha sonra 20.yüzyılın ortalarında inşa edilen müze binalarında etkilerini gösterdi. makina ve üretim araçlarının sergilenmesi amacı ile yapılmış olsa da, sergileme tekniği açısından ve de yapıt-mekan ve mekan-değişik işlevler ilişkisi açısından birçok yenilikler getirmiştir. bu yeniliklerin içerisinde en önemlisi ise ‘tek mekan içerisinde birçok değişik fonksiyon ve aktivitenin olabileceği’ fikridir. daha önceleri panayır şeklinde, birbirine çok yakın düzenlense de farklı mekanlarda (çadır v.b.) gerçekleştirilen etkinlikler burada daha düzenli, büyük bir mekan içerisinde gerçekleştirimiştir.

    bu tek yapının içerisinde sergileme dışında gerçekleştirilen etkinlikleri sıralarsak;
    insanları bilgilendirmek için toplantı ve konferanslar düzenlemek, sıkılmamaları için küçük konser ve gösteriler, farklı etkinlikler sunmak için geçici sergiler düzenlemek, yeme, içme, dinlenme v.b. ihtiyaçlarını karşılamak üzere düzenlemeler yapmak ve sergilenen ürünlerin satışı yer almaktadır. bu değişik fonksiyonların total bir mekan içinde yer almasından dolayı dünya sergileri yapıları; hem binaları ile hem de içerisinde gerçekleştirilen etkinliklerin birlikteliği ile yirminci yüzyıl müzelerine, müze binası tasarımı ve çağdaş müzecilik kavramında fikir babalığı etmiştir.
hesabın var mı? giriş yap