• narsisizm'e ismini veren narkissos'un ibretlik sonu hepimizce aşağı yukarı bilinir. mitolojiye göre; kendisinden güzelini bilmemiş ve bilmeyecek narkissos, bir gün ormanda yürürken, ormanın alımlı hanımkızlarından ekho'nun -- biz onu yankı olarak biliriz -- gözüne ve kalbine takılır, bir daha da oradan çıkmaz. yaradılışı gereği başkalarını ve başka sesleri yansıtmakla hükümlü ekho, "kim var orada?" ayağına abayı yaktığı gencimize kendini gösterse de, tek iletişimi karşıdakinin dediklerini tekrar etmekle kısıtlı bir hatunun hayatında yaratacağı komplikasyonlardan şüphesiz haberdar olan narkissos, "neme lazım?" diyerekten ekho'yu kaba bir şekilde reddeder ve kızımızın kalbini kırar. rencide olmuş bir şekilde ormanın derinliklerine geri çekilen ekho'nun o "neme lazım", "neme lazım", "neme lazım" anını tekrar edişleri; kendisine ihtiyaç duyulduğunun farkına varan nemesis'in', yani antik yunan'da intikamdan sorumlu devlet bakanının kulağına gider. anlaşılacağı üzere famfatallik müessesesinde ihtisas yapmış nemesis, çok yakında nergise dönüşecek gencimizi bir su birikintisine yönlendirir. son düşüncesi "iyi oldu, susamıştım da zaten" olan narkissos, su birikintisinin yüzeyinde dünyanın en güzel insanını görür, ve düşüncesini asla eyleme dökemez. bu muazzam, bakmaya doyamadığı güzelliğin hayranlığında, ve o güzelliği elde edemeyecek oluşunun kahrıyla, kuruyup kalır.

    üstteki, bir daha unutmamanız için size güvenebileceğimi düşündüğüm bu mitin en geleneksel yorumlanış biçimidir: bizim narko, kendisini diğer her şeyden çok sevdiği için ölüvermiş, teyzelerin kendisine yönelik yaptığı "bunun götü kalkmış, aynadan uzak tutun" kehanetini haklı çıkarmıştır. ancak, alternatif bir yoruma göre; narkissos kendisini suyun yüzeyinde gördüğünde, görüntüsüne aşık olmaz, bunun çok ötesinde bir seviyede bulur kendini. görüntüsünü görmesiyle birlikte, kendisini görüntüsünden ayırt edemez hale gelir. gördüğü yansımanın kendi varlığından farklı bir olgu olduğunu, yansımanın kendisinden bağımsızlığını idrak edemeyen narkissos; kendisini de çevresinden ayrı, fiziksel olarak konumlanmış bir varlık olarak algılamayı bırakır. kaybettiği benliği eşliğinde, vücudunun ihtiyaçlarını ve hatta hayatta kalma, kendini var etme dürtülerini hissetmez hale gelir: zaten, hissetmek kelimesi de zihnindeki çağrışımlarını yitirmiştir. görüntüsünün sonsuz derinliğine gömülü bir halde, tüm anlam ve ayrışmadan uzak, sanki hiç doğmamış gibi; yokolur, gider. ebediyete teslim olmuştur.

    ---

    christopher lasch, yazılarındaki her daim eleştirel, sert, ve iğneleyici üslubunun okuyucuda mutlaka bırakacağı izlenimler bir yana, kişisel ilişkilerinde ve fikirleriyle etkileşim halinde olan insanlara karşı her zaman son derece nazik ve görgülü bir insan olarak bilinirdi. bu yüzden, 1979 yılında yayınladığı büyük eserlerinden "the culture of narcissism" (narsisizm kültürü), 1980 yılında abd'nin prestijli yazın ödüllerinden national book awards'ta ödüle layık görüldüğünde; bu başarının beslendiği algının, özünde bir yanlış anlaşılmaya -- ya da, farklı yorumlanmış olmaya, da diyebiliriz -- dayandığını farketmiş olsa da, bunu dile getirmeyecek kadar kibardı.

    lasch, kitaba narkissos'un ismini verdiğinde, dikkat çekmek istediği nokta narkissos'un kendini beğenmişliğininin toplumdaki yüzeysel tezahürünün çok ötesindeydi, ancak okuyanlar -- gerek beğeneni, gerek eleştireni -- kitabı narsisizmin geleneksel çağrışımlarına kendini bırakarak, abd'de "me decade" ('ben' yılları) olarak bilinen, 1970'lerin o içine kapanık döneminin görkemli bir taşlaması, topluma yönelik bir nevi ağıt olarak algıladı. lasch "hepiniz bencilin teki oldunuz çıktınız" dememişse de, ona "ne de güzel dedin" dediler; öğüt vermemişse de, "haklısın..." dediler. hayatı boyunca liberal ya da muhafazakar bir bakışla kendini bağdaştıramamış, dönemdaşlarının çok azı tarafından anlaşılabilmiş lasch'in en popüler kitabının arkasında yine başka bir yanlış anlaşılmanın olması; şüphesiz ki derinliğe, nüansa olan ilginin, tahammülün ve sabrın hepten seyreldiği şu zamanlarda, lasch gibi karmaşık olduğu kadar değerli bir kimliğin unutulmaya yüz tutmuşluğunu açıklayıcı nitelikte.

    lasch, bu kitabında bildiğimiz benmerkezcilikten bahsetmediyse, o halde neyden bahsediyordu? bu soruyu cevaplayabilmek için, yukarıdaki "me decade" örneğinin de ima ettiği on yıllık çerçevenin biraz daha gerisine gitmek gerekiyor. kitabın yayınlandığı dönemde çok az insan bunun için gerekli dikkati verebilmişken; araya zamanın, farklı yorumların, ve tabii ki rahmetlinin zamansız vefatının girmesiyle, gerekli bakışı sağlamak biraz daha mümkün olabilir. lasch'in asıl olarak ilgilendiği konu 19. ve 20. yüzyılda amerikan toplumunun ve dünyanın yaşadığı değişikliklerin aile ve bireyin psikolojik yapısı üzerindeki etkileriydi. cevabını aradığı soru, sanayileşmesini tamamlamış, şehirleşmiş, iş bölümünü tamamlamış; içinde yaşayanların, geçimini sağlamak için kurumlara ve şirketlere dayandığı bir toplumun ahlaki psikolojisinin nasıl bir vaziyette olduğu, yani kendini nasıl bir hayat tutumu ve dünya görüşü üzerinden ele verdiğiydi.

    narsisizm, göreceğimiz üzere, lasch'in psikanalitik yaklaşımdan faydalanarak tespitini yaptığı ruhsal (ve bilinçaltı) durumdan ibaret; ancak kelimenin zengin çağrışımları, lasch'in tek hatasının kitaba verdiği isim olduğunu düşündürecek kadar yanlış anlaşılmalara gebe.

    ---

    peki o zaman. aile dedik, birey dedik. lasch'e göre aile, tatlı bir tosuncuk olarak dünyaya gelen insan evladının zamanla toplumsal bir canlıya ve bireye evrilmesini sağlayan kültürü aktaran kurumların başında geliyor. aile içi yaşamın günlük düzeni; çocuğun, ebeveynlerine yönelik sıcaklık-soğukluk, ödül-ceza, uyum-başkaldırı, şefkat-otorite gibi hislerin ve olguların başını çektiği eksenlerin salıncağında sallana sallana oluşturduğu ebeveyn portresi; çocukların yaşıtlarıyla ve çevredeki insanlarla sosyalleşme süreci; ailenin, toplumun öteki fertleriyle birlikte, aileden çok daha büyük bir topluluğun parçası olduğunun idrakı; ebeveynlerin çocuğa verdiği eğitim ve aktarmaya vesile olduğu hayat kesitleri; tüm bunların, tüm kusurlarıyla da olsa oluşturduğu ahenk; çocuğun kendisini çevresinden ayrışmış ama aynı zamanda çevresiyle içiçe bir varlık olarak tanımasını sağlayan, zamanın da geçmesiyle kendi kimliğini oluşturmasının önünü açan, "geçiş" niteliğinde tecrübeler olarak nitelendirilebilir.

    bu söylemler biraz iddialı gibi, değil mi? kulağa güzel geliyor belki, kendi içinde bir tutarlılığı var gibi hatta, ama temellendirelim biraz. lasch tam da bu noktada psikanalize başvuruyor; ne mutlu ki, neyden bahsettiğini anlamak için, psikoloji doktorası yapmış olmaya, ya da zamanında freud'u okumaya yeltenmiş olmaya gerek yok.

    bakın şimdi, ortak insanlığımıza sesleneceğim. hepimiz bu dünyaya bağıra çağıra, zır zır zırlayarak geldik (daha cuk oturan bir ifade kullanırdım da ağzımı bozmayın). neden öyle oldu, oluyor, ve olacak? çünkü doğarken kızgındık, çok kızgındık. çünkü doğmak zor iş. çok çok zor iş. hatta yani komple gereksiz lan. düşünebiliyor musun abi, ana rahminin o kapkara, mükemmel, kusursuz, akla hayale sığmayan dinginliği, o mutlak huzur bir anda sanki hiç yokmuşçasına kesiliyor. yerini ne alıyor? ışık alıyor, ses alıyor, gürültü alıyor, temas alıyor, ıslaklık alıyor, acı alıyor. aklım hayalim almıyor. düşünemedi.

    üstelik, yani allah bizim belamızı bin kere versin, biz insanlara bakacak başka insanlar olmasa, afedersiniz sik gibi ortada kalırız. insan bebekleri bu zavallı açıdan hayvanlar aleminin geri kalan üyelerinden ayrılıyor: bizim büyük çaresizliğimiz aynı zamanda sadece bizlere özgü bir şey. dünyanın en minnacık yavrukuşu bile milyonlarca yılın genetik tecrübesi ve olayı default olarak çözmüş, gerekli birkaç özelliği doğuştan on gelen beyniyle survivor tadında takılabilirken ya da en azından takılmaya çalışabilirken, biz anamız babamız -- kimimiz için onlar bile olmayan -- denen eli ayağı birbirine dolaşmış, almaya geldiğimiz tatlı huzuru bize artık bahşetmesi imkansız bir çift dallama ile başbaşa kalmışızdır. yani şu dünyaya gelişimiz, en büyük travmadan başka bir şey değildir.

    bu sözleri kişisel olarak, ya da mevcut, bilinçli aklınızın mantığının çerçevesinde yorumlamaya çalışmayın. ailenize laf etmiyorum, hem zaten niye edeyim lan, benim ailemle aram gayet iyi eheh. sadece, üstte belli bir teatrallikle tarif etmeye çalıştığım durum; psikanalitik teoride, kendini bir anda dünyada bulan yenidoğanın yaşadığı şey. buna göre, yeni doğan bir bebek; kendi vücudunun ve varlığının farkındalığına, fiziki ihtiyaçlarının çerçevesi dahilinde varır. dünyaya gelişiyle birlikte ihtiyaçları sonsuzdur; öyle ki, ihtiyaç kavramının kendisi, benliğini tanımlayan şey olur.

    bebeğin çaresizliği, bu ihtiyaçlarının hem kaynağının, hem de tatmininin ebeveynlerden geçmesinin idrakıyla şekillenir. bebek, kendisini bu dünyaya getirmiş ve onu bir ömür boyu ihtiyaç duymaya mahkum bırakmış ebeveynlerine karşı devasa bir öfkeyi ve yoketme arzusunu besler, ama ihtiyaçlarının giderilmesinin de ebeveynlerine bağlı olduğunun idrakı, onun bu öfkeyi baskılamasına sebep olur. tatminin ve mahrumyiyetin kaynağı birdir. ebeveynlerimiz, bize o sonsuz, cennetvari huzuru yeniden sağlayabilecek kadar mükemmel, ideal varlıklar değillerdir: ama öyle ya da böyle, hayatta kalışımızı onlara borçluyuzdur. onları yoketme isteğimiz, kendimizin de yokolmasıyla sonuçlanacak, beyhude bir arzudur.

    "yoketme", "yokolma", "çaresizlik", "cennetvari huzur", "hayatta kalış", "sonsuz ihtiyaç"... bu büyük, ekstrem ifadelerin hepsi, bebeğin idrakının ne kadar da uçlarda başladığının, doğum travmasının devasalığının bir tasviri. bu genel kocamanlık ve abartı hali, bebek zamanla kendisini çevresinden ayrıştırabildikçe; büyüdüğü dönem içerisinde, kendi ebeveynlerinin ona sağladığı imkanları ve insani sınırlarını yaşadığı gibi, dış dünyayla teması ve iletişimi arttıkça, kendi varlığının imkanlarının ve sınırlarının da farkına vardıkça küçülür, bağlı olduğu dış çevresinin de dahil olduğu resmin içinde artık kendisini de konumlandırmakta güçlük çekmeyeceğini işareten, insani boyuta gelir. kişilik, duygusal olgunluk, sağduyu, ve genel olarak, bu zalim, trajik dünyanın varlığını kabullenme ve o dünyada nerede durduğunu biliyor olma hissi; hepsi, bebekken oluşturduğumuz tüm büyük hayal ve fantezilerin, gerçek hayata başarılı bir iniş gerçekleştirmesine bağlıdır.

    bu yazıda geldiğimiz nokta itibariyle, dünyaya zırlayarak gelmiş bebekten çok uzağız, değil mi? merak etmeyin, geldik.

    lasch'a göre, ve bahsettiğimiz gibi; o çaresiz bebekten, kendi varlığını ve kısıtlarını ayrıştırabilmiş, kendisinin dışında, yani kendisine bağlı olmayan şeyler de olduğunu inkar etmeyen bireye dönüşümünde kritik rolü oynayan kurum, ailenin ta kendisidir. ve narsisizm, tam da bu geçiş sürecinin sekteye uğradığı, eksik kaldığı noktada kendini ortaya çıkarır. yani, kendi güzelliğinden ötesini bilmeyen narkissos'un derdi, çok güzel olması değil, kendi dışındaki şeyleri inkar etmesidir. narsisizmin göstergesi, fazla gelişkin bir benlik değil, sadece kendisinin bilinciyle var olmaya çalışıp, olamayan bir benliğin oluşturduğu boşluk hissidir.

    ---

    umuyorum ki böylelikle, christopher lasch'in narkissos mitinin yorumlanmasında hangi tarafta olduğunu belli edebilmişimdir. peki, tüm bunların toplumla, kültürle ne ilgisi var? narsisizm'den kişisel gelişime nasıl geldik? bu adam feminizme çatık mı? neden radikallere giydiriyor? bunun yok efendim şirketler, şehirleşme, iş bölümü, üretim biçimleri ile ne ilgisi var? narsisizmden tüm bunlara nasıl köprü kurabiliriz? christopher lasch -- bu adam ne istiyor?

    bu soruların sonucusu hariç her birine diyecek bir şeyim olabilir, ancak iki tür zamansızlık söz konusu: birincisi, yaza yaza yoruldum amk. buraya kadar okuyan tüm arkadaşlara çok teşekkür ediyorum, okumayıp emeği görüp fav'layan insanların da çok tatlı olduğunu düşündüğümden, onların da yanaklarından sıkıyorum. geçtiğimiz birkaç gün içinde bu çok eski kitaba yönelik iki entry yazılmış olması da, şu yazdıklarımı çöpe atmamam için bir sebep olduğundan, benden önce yazmış arkadaşlara da teşekkür ederim. bu kitaptan -- ki lasch'in en bilinen kitabı olsa da, bence ne en iyisidir, ne de en iddialısıdır -- haberiniz varsa ve okumuşsanız, çok da kötü insanlar olmamalısınız.

    ama yoruldum, o yüzden yukarıda sorduğum soruları ve değindiğim ikinci zamansızlığı, umarım yakın zamanda yazabileceğim bir ikinci kısma saklayalım.
  • bireyselleşme modernizmin başlıca dönüştürücü eylemlerinden biridir.

    bireyselleşme, bireyin kişisel deneyimlerini merkeze alır. günlük hayatın bireysel duyumlara ve hislere bağlı olarak tanımlanan kişisel bir iç dünyadan hareketle yaşanması söz konusudur. diğer bir ifadeyle bireyin kendi hayatında başarılı, barışık, mutlu ve dengeli bir yurttaş olması her şeyden önce kendisi ve diğerleriyle sağlıklı ilişkiler geliştirmesine bağlıdır ve bunu sağlayacak iç dünyanın güçlü ve donanımlı olması gerekir. bu çerçevede bireyin yeteneklerini keşfetme ve iç dünyayı olgunlaştırma uğraşında aileler, öğretmenler, psikologlar adeta seferber olmuşlardır.

    öte yandan bu bakış açısı ve bu doğrultuda bireye yapılan yatırımlar, batı'da 1970'ler itibariyle tartışma konusu olan bir başka bireysel ve sosyal mutsuzluğun ve başarısızlığın hazırlayıcıları olarak değerlendirmektedir.
  • tüketim toplumu üzerine yaptığım araştırma sırasında varlığından haberdar olduğum christopher lasch'ın çalışmasıdır.

    2006 yılında bilim ve sanat yayınları'ndan çıkan çevirisi yalnızca nadirkitap.com gibi platformlarda bulunuyor fakat ingilizce metni pdf ya da epub formatında bulabilmek mümkün.

    --- spoiler ---

    the propaganda of commodities serves a double function.

    first, it upholds consumption as an alternative to protest or rebellion. (...) the tired worker, instead of attempting to change the conditions of his work, seeks renewal in brightening his immediate surroundings with new goods and services.

    in the second place, the propaganda of consumption turns alienation itself into a commodity. it addresses itself to the spiritual desolation of modern life and proposes consumption as the cure. it not only promises to palliate all the old unhappiness to which flesh is heir; it creates or exacerbates new forms of unhappiness—personal insecurity, status anxiety, anxiety in parents about their ability to satisfy the needs of the young. (...) advertising institutionalizes envy and its attendant anxieties.

    --- spoiler ---

    türkçe çeviri (2006 basımı türkçe kitaptan alıntı yapan bir makaleden kopyala yapıştır yapılmıştır) için ise:

    --- spoiler ---

    bu bağlamda lasch'a göre, metaların propagandası iki işleve hizmet etmektedir.

    birincisi, tüketimi protestoya ya da ayaklanmaya bir alternatif olarak sunar. bu çerçevede, yorgun işçi, çalışma koşullarını değiştirmeye uğraşmak yerine, yaşadığı ortamı yeni mal ve hizmetlerle canlandırarak yenilenme arayışındadır.

    ikinci olarak, tüketim propagandası yabancılaşmanın kendisini de bir metaya dönüştürmektedir. tüketim propagandası kendisine hedef olarak modern yaşamın ruhsal yalnızlığını seçer ve tüketimi bir çare olarak önerir. bedenin miras aldığı bütün eski mutsuzlukları azaltma sözü vermekle kalmayıp kişisel güvensizlik, mevki kaygısı, anne babanın çocuklarının gereksinimlerini karşılama yetilerinden kaygılanması gibi yeni mutsuzluk biçimleri yaratır ya da bunları azdırır. (...) reklamcılık haseti ve bunun getirdiği kaygıları kurumsallaştırır.

    --- spoiler ---

    (bkz: yabancılaşma) (bkz: propaganda) (bkz: reklamcılık)
hesabın var mı? giriş yap