• 1835-1905 yılları arasında yaşayan, gelibolu mevlevihanesi'nde dede ünvanını alan bestekar.

    günümüze ulaşan yedi bestesinden üçü:
    uşşak saz semaisi, yegâh saz semaisi ve saba saz semaisi'dir.

    aziz dede tavrı:
    "aziz dede tavrı her şeyden önce çok güçlü(fort) üflemeyi esas alıyor. bunun yanında bol çarpmalı ve süslü bir üfleyişe dayanıyor. baskıları belirgin, vurgulu,parlak, nüanslı, yakıcı, neyin olanaklarını sonuna kadar zorlayan bir ney bir tavrıdır bu. o, mızmız değil ben buradayım diyen bir ney tavrıdır ki aziz dede’nin öğrencisi olan neyzen tevfik kolaylı’da da bunu görmek mümkündür.hacı emin dede’nin öğrencilerinden dr. emin kılıç kale bu tavrı tarif ederken “üflerken, ney cayır cayır yanacak” derdi."

    kaynak: http://musikiyolu.blogspot.com/…aziz-dede-tavr.html

    ----------------------------------------

    beşir ayvazoğlu'nun neyzen aziz dede 'yi anlattığı yazısı:

    "niyazi sayın, yıllardır hakkında yazmak isteyip de çeşitli sebeplerle yazamadığım büyük bir sanatkârdır.

    kısa bir süre önce çıkan "sadâ" adlı nefis albümünü dinlerken "şimdi tam sırası!" diye düşündüm ve evine gidip kendisiyle uzun uzun konuştum. daha sonra aklıma onun bağlı olduğu meşk zincirine bakmak geldi. evet, niçin aziz dede'den başlamıyordum? ne muhteşem zincirdir o; aziz dede, emin dede, halil dikmen, niyazi sayın... ve "ey azizler işte başlarız söze!"

    midhat cemal, mehmet âkif'in 1897 yılı boyunca fatih'teki şekerci hanı'nda kalan neyzen tevfik'ten ney meşkettiğini yazar. mutad olduğu üzere meşke sâlim bey'in meşhur hicaz peşrevi'yle başlayan genç âkif, parmakların saraya tutulmuş gibi neyin deliklerinde büküldüğü bu çetin peşrevi bir türlü istediği gibi üfleyemediği için bir ara ümitsizliğe kapılırsa da, başarısızlığı gururuna yediremediği için ısrarla üzerine gider ve sonunda ney'i yenerek sadece hicaz peşrevi'nin değil, birçok zor parçanın üstesinden gelir. bununla beraber hiçbir zaman neyzenlik iddiasında bulunmayan âkif'in bir gün şerif muhiddin'e "aziz dede olacak değildim ya! ancak çalışsaydım bugün kendimi bir köşede avuturdum!" dediğini yine mithat cemal naklediyor.

    o tarihlerde neyzen aziz dede bir efsanedir; gözlerini kısıp başpâresi bıyıklarının altında kaybolan neyini üflemeye başladı mı âdeta yer gök kulak kesilir. hakkı süha gezgin, bu sevimli ve şişman adamın çehresini gür kaşların simsiyah saçakları altında gülümsiyen, rind, parlak kara gözler, şişkin burun kanatlarına doğru ince mor damar hâreleri, düşük bıyıklar, sert bir sakal diye tarif ediyor. orta boylu, geniş omuzlu, kolları tıknaz gövdesine göre kısa duran, sesinde ney nağmelerinden tatlı bir sıcaklığın hissedildiği şen, zarif ve nüktedan bir mevlevî.

    1835 yılında üsküdar'da doğancılar parkından ahmediye'ye inen yolun sağındaki bir evde dünyaya gelen aziz dede, talabelerinden neyzen ve santurî ziya (santur) bey'in vecdi seyhun'a anlattığına göre neyzenliği gelibolu mevlevihanesi'nde öğrenmiştir. maliye nezareti memurlarından olan babasının görevi dolayısıyla bulundukları gelibolu'da, rüşdiye'ye devam ederken mevlevihaneye de gidip gelen genç aziz, orada dinlediği neyzenlerden etkilenerek neye merak sarmış ve hevesini bir süre dilli düdüklerle gidermeye çalışmış. rüşdiye'yi bitirdikten sonra, kendisini bir işe yerleştirmeye çalışan babasına karşı çıkarak mevlevihane'de çileye soyunup neyzenlik öğrenmek istediğini söylemiş. babası, hevesini ve kararlılığını görünce aziz'i elinden tutup mevlevihane'ye götürmüş ve "bu evlat artık sizindir!" diyerek dedelere teslim etmiş.

    hüsameddin dede'nin meşihatinde binbir günlük çilesini tamamlayarak dede unvanını taşımaya hak kazanan aziz dede, çilesi sırasında üstâd bir neyzen olarak yetişmiş; kamışlıktan koparıldığı günden beri ayrılıklardan şikâyet eden bu garip sazdan o kadar gür ve etkili sesler çıkarıyormuş ki, şöhreti çok geçmeden istanbul'a ulaşmış.

    galata mevlevihanesi neyzenbaşısının ne zaman vefat ettiğini, dolayısıyla şeyh atâullah dede'nin hüsameddin dede'ye mektup yazarak aziz dede'yi ne zaman istediğini bilmiyoruz. ancak dede'nin çilesini tamamladıktan sonra gelibolu'da fazla kalmadığı ve 1860'lardan istanbul'a geldiği düşünülebilir. o yıllarda galata mevlevihanesi ataullah dede'nin meşihatinde en parlak dönemini yaşamakta ve son derece canlı bir kültür merkezi olarak faaliyet göstermektedir. böyle bir dergâhda neyzenbaşılığın aziz dede gibi çok kabiliyetli bir neyzen için ele geçmez bir fırsat olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok.

    istanbul'da, doğduğu ve ilk çocukluğunu yaşadığı üsküdar'a yerleşen aziz dede, galata mevlevihanesi'nin seçkin ortamında, eksiklerinin farkına çabuk varır ve neyini ilerletmek maksadıyla devrin en büyük neyzeni olan üsküdarlı sâlim bey'in kapısını çalar. bestekâr hacı fâik bey'in kardeşi ve meşhur hicaz peşrevi'nin sahibi olan sâlim bey de, kendisi gibi "mülahham, orta boylu, top sakallı" bir neyzendir. neyzen emin dede'nin hattat sâmi efendi'den naklen anlattığına göre, sâlim bey, aziz dede neyini üflemeye başlayınca, öfkeyle "sen benimle alay etmeye mi geldin?" demiş, fakat kendisinden bir şeyler öğrenme arzusunda samimi olduğunu anlayınca genç dedeyi talebeliğe kabul etmiş. derler ki: "salim bey'in en büyük zevklerinden biri, bestelediği eserleri aziz dede'ye çaldırıp dinlemekti".

    hakkı süha gezgin'in yazdığına göre, aziz dede'ye yetişenler onun on neyzene bedel olduğunu söylerlermiş. üflemeye başladığı zaman, dinleyenlerde neyin yarılıp parçalanacağı vehmi uyanırmış. hatta bir donanma gecesi bando çalarken mansur'uyla ortaya atılıp travyata'dan bir parçayı kusursuz bir biçimde üflemiş. ali rifat bey, hakkı süha'ya bu sahneyi anlatırken "o kadar gürültülü, gümbürtülü sazlar arasında dede'nin neyi bir havai fişek parlaklığıyla ortalığı kamaştırıyordu" demiştir. mansur'undan çıkardığı ses hem son derece gür, hem de yumuşak ve sıcakmış. neyzenbaşı olarak görev yaptığı yıllarda galata mevlevihanesi'nin "muhibbânı çoğalmış, mutrıp parlamış, semâhânede tennureler köpürmüş". cuma günleri hücresinde heveskârlara pir aşkına ders verirmiş, bazan da bu loş ve dumanlı odada devrin büyük üstâdları bir araya gelir ve benzersiz meclisler kurarlarmış. bir gün devrin en kudretli hanendelerinden biri olan nedim, dede'yi ziyarete gelmiş; birbirlerini bildikleri için hiç nazlanmadan başlamışlar âhenge. sonra neler olduğunu hakkı süha'dan dinleyelim:

    "aziz dede neyini bağrına basmış, makamların göz kamaştırıcı ufuklarına açılmış. maksat nedim"i coşturup okutmak. zemin karar perdesine düşer düşmez bir mucize halinde şakımıya başlamış, meyanda iki taraf da kendinden geçmiş. hücrenin duvarları dağılıp çatısı fırlamış. nedim'le aziz dede bulundukları yeri, yaşadıkları zamanı unutmuşlar. halbuki dergâhta âyin vakti gelmiş, naat okunmuş, meşhur raif dede kademlerine eğilmiştir. deverânı ney taksimi açacak. fakat ortada neyzenbaşı yok. adam koşturmuşlar, onları ses ve nağmenin vecdi içinde bulup mutrıba getirmişler".

    vecdi seyhun, emin dede'nin hocası hakkında "ben öyle neyzen görmedim, belki eslâfda da gelmemiştir" dediğini naklediyor. lem'i atlı ise hâtıralar'ında, dinleme imkânı bulduğu büyük neyzenleri sıraladıktan sonra sözü aziz dede'ye getirip diyor ki: "kim ne derse desin, nâyındaki şûhluk beni o koca göbekli, rahmetli üstâda bağlıyor".

    ahmet hamdi tanpınar, huzur romanında ferahfeza âyin'in geçildiği musiki meclisini anlatırken bu meclisin gözde misafiri olan neyzen emin dede'nin hocası aziz dede'yle ilgili iki anekdot anlatır. bu anekdotları, aynı sahnede ressam cemil adıyla yer alan arkadaşı ressam ve neyzen halil dikmen'den dinlemiş olmalıdır.

    tanpınar'ın anlatışına göre, "sert, titiz, şişman, son derecede afif, okuması yazması kıt bir adam" olan aziz dede, bir gün yazı yazmak için hokkasını daldırdığı kalemin mürekkepsiz çıktığını görmüş ve bu işareti kendine göre yorumlayarak allah'a "yalnız kalple ve niyetle" bağlanmaya karar vermiştir. bir akşam beylerbeyi iskelesinde kahve zannederek girdiği bir gazinoda pencere kenarına oturup bir müddet denize daldıktan sonra aşka gelir, neyini koynundan çıkarıp taksime başlar. "siyah gümrah kaşlarının altında iki ocak gibi yanan gözlerini kapayarak çaldığı için yavaş yavaş gazinonun dolduğunu ve ruhanî ilhâmının sofrasına bir akşamcı kafilesinin toplandığını" farketmemiştir. akşamcılar usul usul demlenirken çıt çıkarmaksızın onu dinlemekte, garsonlar ayaklarının ucuna basarak gidip gelmektedirler. taksim bitip de etrafındaki kalabalığı ve rakı kadehlerini görünce deşhetle yerinden fırlayıp gazinoyu terkeden aziz dede, bu hikâyeyi ne zaman anlatsa sözünü şöyle tamamlarmış: "erenler, öyle bir hicap duydum ki, üç gün evden çıkamadım; bir ay da ehibbaya rasgelmekten korktum".

    yaşarken efsaneye dönüşen ve mukisi meraklısı seçkinlerin konaklarında daima en itibarlı misafir olarak kabul gören aziz dede'nin hayranları arasında mısırlı prenslerin ayrı bir yeri vardır. bir keresinde yalısına davet ettiği dede'nin neyini dinlerken kendinden geçen mısırlı halim paşa, ondan hânende nedim, santurî ethem ve tanburî ahmet gibi büyük üstâdların yer aldığı fasıl heyetine dahil olmasını rica eder. aziz dede'nin bu ricayı kabul ettiği ve selamlıkta kendisi için ayrılan dairede paşa'nın ölümüne kadar rahat bir ömür sürdüğü biliniyor. paşa bu kadarla da kalmamış; aziz dede'yi evlendirip üsküdar'da, kefçe dede mahallesinde onun için bir ev alarak yuva sahibi olmasını sağlamıştır.

    aziz dede, halim paşa'nın yalısında yaşarken galata mevlevihanesi'ndeki neyzenbaşılık görevine devam eder, hatta daha sonra üsküdar ve bahariye mevlevihaneleri'nin neyzen başlıklarını da üstlenir. emin yazıcı, rauf yekta ve ziya santur'un ney hocası olan bu sevimli ve şişman neyzen, ömrünün son günlerini üsküdar'da açtığı aktar dükkanında, baharat kokuları arasında yaşamış ve 7 mart 1905 tarihinde, sabah namazının ardından gökkubbemizde maalesef hiçbir nağmesi zaptedilemeyen "hoş sada"lar bırakarak göçmüş, üsküdar mevlihanesi haziresine sırlanmıştır: "göçdü yâhû aşk-ı mevlânâ ile derviş aziz (1322)."

    mirasına gelince: birkaç peşrev ve saz semaisi ile bugün niyazi sayın'da devam eden muhteşem bir üslûp."

    kaynak: http://www.aksiyon.com.tr/detay.php?id=13119
hesabın var mı? giriş yap