• alev alatlı'nın "or'da kimse var mı?"* dörtlemesinin son kitabıdır. ülkücü oluşumu, türk meselesinin nerden nereye geldiğini ve ülkücülerin dönüşümünü anlatır. ülkücü karakterlerden biri, amerikada cleveland bankasını aldıktan sonra türkiyeye telefon açar ve kitabın adı da olan sözleri söyler.
  • bas karakteri selahattin adli ulkucu sahsiyettir.
  • günay rodoplu bu romanda anlattigi selahattin isimli fasist için "askimdi" der. dörtlünün kitaplarindan birinde.
  • kırklar'ı dinletir. selahaddin anlatılır.. eyyubisiz..

    " iyi de hocam bilirsin ki bazıları geceleri, tepe lambaları sönükte olsa, sokak karanlık da olsa, telsiz sesleri duyulmasa da saatte 15 km ile seyreden devriye otolarını tanır."
  • “inönü’nün türkçüleri “vatan haini” ilan ettiği 19 mayıs nutkunu saymazsak, 1944’te üç önemli olay oldu. aşçı’nın evi göçtü, kulca bölgesi kazakları isyan ettiler, almanlar atina’yı boşalttılar. olaylardan ilki, aşçı’nın oğlunu asker etti, ikincisi, selahattin’in siyasi geleceğini saptadı, üçüncüsü günay rodoplu’yu başlattı.

    yukarıdaki paragrafla başlıyor ok musti türkiye tamamdır. selahattin’in çocukluğu, askeri lise günleri derken dönemin olayları inceleniyor romanda. bu arada günay’ın ailesini de tanıyoruz. ama esasında roman türkçülük akımını ve özelinde bir ülkücü gencin profilini anlatıyor. kitabın adı ise kitabın son paragrafında gizli. romandan bazı parçalar:

    “yeniçeriler boş zamanlarında zikrullahla meşgul olurlarmış,” diye sürdürdü, rodoplu, “busbecque, onları ilk gördüğünde ‘türklerin rahipleri zannetim, o kadar vakurdular,’ demiş. cumhuriyet ordusunda zikrin yerini şiirin aldığını düşünüyorum. her iki süreçte de kadın yoktur, anlıyor musun? bizim ordumuzda kadın diye bir şey yoktur. ‘kadın’ soyut bir kavramdır; ‘vatan’ kavramıyla örtüşür. ana ve sevgili karışımı olan bu kavram, uğruna dağlar aşılacak, rahmine sığınılacak ‘kadın’i vatanıdır. selahattin, sürgit böyle bir kadının, benim asla yerini tutamayacağım bir kadının, vatan-kadının hasretini çekti. ve vatanını kadını, kadınını vatanı gibi kıskandı.!” 1

    “isyancılar ‘asiler’ aşağılamasıyla geçiştirilemez oldu. ‘asi’ kelimesi yerini ‘devrimci’, ‘ülkücü’, ‘islamcı’ gibi belirli idealler içeren olumlu sıfatlara terk etti. demek istediğim, ortalıkta ‘serseri’ kalmadı. kalmadığı içindir ki, özellikle de 70’li yılların sonlarına doğru gasptan, aşk cinayetine kadar pek çok cürümün failleri, bu sıfatların ardına saklandı ve hatta kabul gördü.” 2

    “yıllar yıllar sonra, edward said’in ‘mission civilzatrice’, uygarlaştırma misyonu şeklinde ifade ettiği kavramı ilk kez taşer’den duydum.

    ‘benim kumandanım çok temiz, iyi niyetli ve kıymetli bir zat idi. fakat, her aydın gibi, halkı cahil görüyordu. ona medeniyet götürmek gibi bir telakki içinde bulunuyordu. halbuki huzuruna çıkarılan sofra, bin senelik bir medeniyet ve tarihti. bunu anlamıyor, anlayamıyordu. türkmenler, görgüsüzlüklerinden, fakirliklerinden böyle hareket etmiyorlardı. beraber yemek, adap ve erkan işidir. başlıbaşına bir medeniyettir.’

    o gün taşer gözlerimin içine baka baka,

    ‘münevverin, halka karşı takındığı tahripkar ve aşağı görücü tavrının boşluğu anlaması lazım,’ diye sürdürdü ve meydan okudu,

    ‘halkı anlayacak, onun şuur ve ölçülerine sahip münevver lazım. yani aydın, halkımızın okumuşu olmalı.’ sonra da suçladı,

    ‘halbuki, öyle değil. bunu yapmayınca da münevver kendisini bedbinliğe kaptırıyor; halktan gördüğü mukavemet ise onu berbat bir ruh haletine sürüklüyor.’”

    dayanamadım,

    “sen yabancıymışsın, kendileri halkın ‘şuur ve ölçülerine’ sahipmişler de, onun için mi halk peşlerinden gitmiş? onun için mi, ülkücüler iktidardan inmiyormuş?”

    “onların da trajedisi bu değil mi?” dedi rodoplu.

    nasıl bakmış olmalıyım ki,

    “aman isabet! falan deme bana!” dedi, “allah aşkına deme! senin halkının meselesi ülkücülerin ya da devrimcilerin peşinden gitmemesi olması değil, hiçbir şeye inanmayacak hale gelmiş olması! gökten hazreti peygamber inse umursamayacak kadar yalama olmuş olması!” 3

    “bugünkü türkiye’ye tercüme edersen, nedir ‘haddini bilmezlik biliyor musun? ‘haddini bilmezlik’ rasyonel otoritenin kaybıdır. kimsenin karşısındakinin kendisinden daha bilgili, daha yetkin olduğunu kabullenmeye yanaşmadığı ruh halidir. herkesin kendisini her mevkiye layık gördüğü, herkesin ‘en iyi yeri kapmaya çalıştığı’ ortamdır. beşiktaş belediyesi meclisi’ne tombalacıyı üye yapan anlayış da budur, efendim fatma girik’i şişli’ye layık gören cüret de budur. ‘k’’yi ‘g’ okuyanın trt spikerliğine soyunması da budur. bizi her gün, her saat, ‘bu mevkiye getire getire bunu mu getirmişler!’ diye hayrete düşüren budur. makus seçim dediğim, ‘negative sellection’ budur. rasyonel otorite kaybolunca, her gün, her şeye yeniden başlanır. amerika her gün yeniden keşfedildiği için bir arpa boyu ilerleme olmaz. hayat yerinde sayarken, irrasyonel yarışa, mevki kapma yarışına indirgenir.” 4

    “‘ocak’ türkçülere göre, zamanın ‘milliyetçi’ olarak nitelendirilebilecek tek dergisiydi. bazen haftada, bazen on beş günde bir çıkardı. nihal atsız’ın 1930’larda çıkardığı, ‘atsız mecmua’ , sonra ‘orhun’, daha sonra da ‘orkun’un devamıdır. ilginç dergilerdir bunlar. pertev naili boratav, sebahattin ali, nurettin özdemir, ‘atsız mecmua’da yazarlardı. ‘or-kun’da, ali püsküllüoğlu’nun, kaya canpolat’ın şiirleri vardır.”

    canpolat, istanbul barosu yönetim kurulu üyesi ve tip milletvekiliydi. özdemir, 1978’de, türk-iş genel sekreteri,

    “bak dedi, “bu ülkede istesen de kafatasçı olamazsın! o ‘gizli hükümet’ var ya kanunlarda vazedilemeyen ‘gizli hükümet’? bu ‘gizli hükümet’in ajanları, düzenin öz-uzman ajanları onlar kütüphanelere de hakimdirler. hiç ummazsın ama, gariban bir kütüphane memuresi devreye girer ve kitap yasaklar! polise, askere, darbeye, sıkıyönetime filan gerek yoktur. yazılı emir filan da yoktur ama kadın senin için ‘sakıncalı’ bulduğu kitabı yasaklar.

    atsız’ın 50’lerde yazdığı, ‘ploreter-burjuva donkişot nazım hikmetof yoldaşa cevap’, efendim, ‘dalkavuklar gecesi’ isimli kitapçıklarını istedimdi de, kütüphaneci kadın bana vermediydi. yetmedi bir de sordu, ‘niçin istiyorsunuz?’

    el cevap, ‘irkçı-turancı ihtilal yapacağız da, ondan lazım oldu.’”

    okur hatırlayacaktır,

    “faşizm, bir düşünce biçimidir, hayatı algılama biçimidir,” derdi rodoplu “apoletli generallerle de gelir, blucinli ressamlarla da, gümüş takılı kolej kızlarıyla da, bordro mahkumu kütüphane memurlarıyla da!

    başa hangi siyasi parti gelirse gelsin, “asli hükümet” iç-sömürgecilerin hükümetidir. “batıcı” arisrokrasiyi oluşturan egemen sınıfların desteklediği “gizli hükümet”tir. iktidar olan “o”dur.

    “bu ‘gizli hükümet’in ajanları, düzene adanmış ‘öz-uzman aydınları’ üniversitelerden basına sanat çevrelerinden dışişleri bakanlığı’na ilahiyat fakültelerinden yeşilçam’a siyasi partilerden kütüphanelere kadar, yerlilerin kaderlerini etkileyecek tüm kurumlara yaymışlardır. kararlarını hiçbir belge olmaksızın uygular, ‘gizli’ konuşmalar, hatta parolarla, kim okunacak, kim yok sayılacak, uluslararası bir sergiye kim gidecek, feşmekan ödülü kime verilecek, kim alkışlanacak, kim konuşturulacak türünden binlerce toplumsal faaliyete ilişkin düzenlemeler yaparlar. atsız’ın risalelerinin sansür edilmesi de bu fasıldandır!”

    “faşizm’i yasaklayan faşizm!” dedim ben de!
    amma uçuyordum ha! 5

    “yunanlıların ‘anti-milliyetçi’ eylemleri sindirmek üzere çıkarttıkları 509 sayılı bir yasa vardır. bu yasa ‘kollektif sorumluluk’ teorisi uyarınca, ‘anti-milliyetçi’lerin yakınlarının gözaltınca alınmasına, tutuklanmasına cevaz verir. iç savaş sırasında on binlerce insan da bu yolla öldürüldü, yaralandı ya da hapse atıldı. sivil hizmetlerde ‘tanrı’nın, onun yeryüzündeki temsilcisi kral’ın rum ortodoks kilisesi’nini ulusal ordu’nun kutsal kurşunlarının ve özel mülkiyetin’ yanında yer almayan kim varsa hepsi tutuklanırken, bu söylediğim vasıfları taşıdıkları halde işgalcilerle işbirliği yapanlar, ‘anti-komünist’ oldukları gerekçesiyle affedildiler! aynı mantıkla, metaksas faşizminin polis ve gizli servis üyeleri taltif edildiler.; kralcı subaylar, güvenlik taburları subaylarıyla birlikte, kimseye hesap vermeyen, fevkalade güçlü bir yarı devlet – kaşesiz kontrgerilla devleti!- oluşturdular. ve unutma, bütün bunlar olurken bugün bize üstünlük taslayan papandreu da içişleri bakanı’ydı! taa 1974’e kadar, yaklaşık otuz yıl boyunca yunanistan’ı bu gizli devlet –ve resmen!- yönetti de, adamların gıkı çıkmadı! otuz küsur yıl, askeri mahkemeler işlenen ya da işlenmeye niyet edilen anti-milliyetçi eylemlere ceza dağıttılar. bu cezalar sınırdışı etmekten mülkiyete el koymaya, yurttaşlıktan çıkartmaktan idama kadar uzanıyordu. yunanistan’ın ‘hayırsız oğulları’nın ve ‘sersem bakireleri’nin kurtulmasının tek yolu, sözlerini geri almaları, yani ‘pişmanlık yasası’na sığınmalarıydı: ‘ben, k. köyünden dimitros bilmemkim, ışığı gördüm. kardeşim –‘oğlum’, ‘kızım’, hatta ‘torunum’- petros bilmemkimin, ülke’ye, kral’a, kilise’ye ve aile’ye karşı giriştiği onursuz savaş sırasında ulusal ordumuzun aziz kurşunlarıyla akıtılan kokuşmuş kanını nefret ve tiksintiyle reddediyorum’” 6

    “ingiltere, emperyalizmin nimetlerini hak etmiştir demiştim, bak, yüzbinlerce insan kıyım kıyım kıyılırken, ingiltere’nin bölgedeki ‘savaş sonrası çıkarları’nın peşinde, koca churchill, gemiye atlayıp atina’ya kadar geliyor, sırf demaskinos papazını kral naibi yapabilsinler de, elas’ı ezebilsinler de, glackburg hanedanını emniyete alabilsinler diye. neden çünkü, hanedanın devamı yunanistan’ın yarı sömürge yapısının devamı demek! öte yandan, fransızların, yunanistan’daki müttefik kuvvetleri’nin komiserliğine getirdikleri adam dışişleri bakanları!
    hizmetçi gümüş kaşıkları iç etmesin diye doksanlık büyükanneyi başına nöbetçi dikmeye benziyor! biz türkler böylesine nekes, böylesine onursuz olmadığımız için mi ‘ahmak’ız, ‘geri kalmış’ız, ‘barbar’ız! hadi canım sen de! bizde hüngür şakır ağlamayan suikastçı çıkmaz. çıkan olursa akıl hastasıdır, ondan da james bond olmaz.

    biz, olsak olsak, hayatı boğan cimriliğin, ozonu delen, yerküreyi çöplüğe çeviren tamahın karşısında, emniyet sübabı olurduk! batı’nın emniyet sübabı! batıcıların şu kadarcık akılları olsa, bizi pamuklara sarıp muhafaza ederlerdi!

    yalan mı?” 7

    “kropotkin’in ütopyası!”

    “aynen! öte yandan, yabancılaşmanın diğer adıdır, profesyonellik. neye ve kime olursa olsun, para karşılığı hizmet yabancılaşmadır. para değil midir ‘sadakati ayıba, ayıbı erdeme, köleyi efendiye, efendiyi köleye, ahmaklığı akla, bilgeyi cahile dönüştüren?

    yeniçeri ocağı’nın kaldırılması, vakayı hayriye. bizim batı’dan nizamilik ‘yani sistematikleştirme, yani kalıplaşma virüsünü kaptığımızın işareti değil midir? bektaşi dergahlarını yerle bir eden de, kalıplaşma iştiyakı, iş bölümü yabancılaşması değil midir? kalıplaşmanın, bugün sünni islam diye dayatılan tümdengelim şablonculuğu ile nasıl örtüştüğünü göremez misin? kalıplaşmış, sistematikleşmiş törenselleşmiş, islamcıların allah’ın kullarına nasıl yabancılaştıklarını görmez misin?”

    “dur, allah aşkına biraz dur! aptala çevirdin beni!”

    gerçekten de öyleydi! militarizmi mi savunuyordu, bektaşiliği mi savunuyordu, kropotkin nereden çıkmıştı? gerçekten de aptala dönmüştüm! bu defa da üzüldü, hem de çok!

    “sana da anlatamazsam kime anlatabilirim, bilmem ki!”

    “yahu bak, aydemir’in naif, hatta iyi niyetli olduğu hususunda sana katılabilirim belki! ama bu adam bir yandan da silahlı bir zorbaydı, öyle değil mi? yönetimi zorla geçirmeye kalkmadı mı? ne yapsalardı yani? madalya mı verselerdi?”

    ellerini iki yana açtı –çaresizlik ifadesi- içini çekti! “oooooh! ben ne çurem, tamburem ne çure!”

    “anladığım dilden ‘çure’ o zaman!” ben de sinirlendim!

    “şimdi bak,” dedi, sakin bir sesle, “çıkış noktamız, askerlerin bu ülkede ne denli horlandıkları değil miydi?”

    “darbeci askerlerin, evet!”

    “yapma güzelim! ordu’da kaynaşmalar olduğunu sen söyledin! aydemir’in kendisi 1956’dan itibaren mücadelenin içinde olduğunu söylüyor!”

    “evet! amma sadece orduda değil, her yerde kaynaşmalar var, öyle değil mi? sosyalistler kaynaşmıyor mu? şefik hüsnü, türkiye sosyalist emekçi partisi’ni ne zaman kurdu? kıvılcımlı’nın vatan partisi 1956’da yok muydu? büyük doğu dergisi, türk kültür ocakları ne yapıyorlardı? kaynaşma, her yerde vardı! ve kaynaşan herkes ordu içinde ittifak arıyordu. benim söylediğim, ordudan destek arayanlardan hiçbirisinin sonradan dönüp orduya hakaret etmekten kendini alıkoyamamış olmaları! ordu’ya hakaret, solcusunun da, islamcısının da, aydınının da tek ortak noktaları oldu! buna dönekler de dahil! ben, bunun nedeninin sadece askerlerin onları engelleyen silahlı bir güç olmasına bağlanamayacağını, asıl nedenin çok daha derinlerde yattığını düşünüyorum. çünkü, biliyorum ki, dünyada silahtan daha korkutucu şeyler vardır. insanoğlu, silah kullanmadan da mahvedilebilir! inançlarını, değerlerini öylesine tahrip edebilirsin ki, cinnete ya da intihara hazır hale gelir de, kurşunu minnetle karşılar. hayır, korkulan silahlı kuvvetler’in silahları değil, geleneği!” 8

    “bitmez tükenmez acımızdı, öfkemizdi ya kahramanmaraş. ulucami yanında belediye tarafında yıktırlmakta olan eski belediye binasının fotoğrafını yayınlamış, altına ‘faşistler tarafından bombalarla tahrip edilen kamu yapısı!’ diyebilmişti, ‘basın’! yıllar önce vefat eden, bedeni çoktan iskelete dönüşmüş hacı ahmet çiftçi’yi maraş olaylarının ‘tertipçileri’nden birisi diye takdim etmişti, ‘basın’!

    sokağa çıkma imkansızlığından –sıkıyönetim!- defnedilemedikleri için belediye’nin soğuk hava deposunda muhafaza edilen cesetlerin poz poz resimlerini çekmiş, sonra da ‘faşistler’ tarafından ‘topluca imha edilen aileler’ diye sayfa sayfa sergilemişti, ‘basın’!

    vicdan, sorumluluk duygularını bir yana atmış, yüzlerce masum insana hayali suçlar işletip, yüzlerce suçluyu ‘kamu tanığı’ adı altında tüketime sunmuştu, ‘basın’!

    olaylarda, boş ver kimin yaptığını, tek bir ırza geçme suçu olmadığı halde, üstelik ‘hamile’ kadınların karınları yarılarak bebelerinin öldürüldüğünü iddia etmişti ‘basın’!

    ve sen bile, mehmet sedes! sen bile, ‘basının gücünün böylesine alçakça kullanıldığı bir toplum yoktur!’ dediğim zaman güceniyordun!

    oysa, kahramanmaraş devlet hastahanesi başhekimi çetin dikerin, yüreği elinde anlatıyordu,

    ‘yaralı olarak gelen bir kadın gebeymiş, doğumu yakınmış. ameliyat edilirken çocuğu gününü doldurduğu ve kurtarılması gerektiğin sezaryenle alınmıştır. anne öldü, çocuk yaşadı. işte, bu durumu tespit etmeye çalışan gazeteciler, genç doktorumuz gültekin yazıcıoğlu’nun eline sezaryenle aldığı çocuğu tutturarak, ameliyat başında bir fotoğrafını çekip gazeteye gönderdiler. ama normal bir ameliyat sonucu alınan bu çocuğun haberi, hakikat tahrif edilerek, sünniler alevi kadınların karınlarındaki çocukları bıçak vs. gibi aletle yarıp öldürüyorlar diye gazete haberi yapıldı. bu talihsiz resim ve haber maraş’ın kadersizliğine bir kara leke daha ilave etti!’

    ‘faşistlerin tahrip ettikleri kamu binası’ diye yayımlanan fotoğraf, maraş’ın eski belediye binasıydı. binanın yeri yeşil saha yapılmak istendiğinden yarı yıkıktı!’

    ‘bütün yakınları öldürüldüğü için yapayalnız kalan nine!’ diye fotoğrafı basılan kadın, akrabaları arasında poz veren kadındı!

    yüksek gerilim hattında elektrik cereyanına kapılarak vefat eden ve cenazesi morga getirilen gariban çoban bile ‘yakılan alevi!’ diye sergilenmişti!

    ‘allah bir!’ dediğine bugün de güvenmediğim ‘basın’! 9

    “türkiye cumhuriyeti’nde ülkücülere solcu diyen tek kişi herhalde sensindir!”**

    “söyle, söyle! sen de kafan karışık de! olayları görmüyorsun! 1980 öncesi ülkücüleri düpedüz devletçidirler! kitlecidirler! kooperatifçidirler! program olarak ecevit’le aralarında kıl payı mesafe ya vardır ya da yoktur! tarım kentleri hikayesini bile kim kimden çaldı diye kavga ederlerdi! kafası karışık olan sizlerdiniz! birbirinizi dinlemiyordunuz bile!”

    üşenmedi kalktı, 1976 yılı milliyet yıllığını önüme koydu,

    “oku, şunu!”

    6 kasım’da, ali gevgili’nin yönettiği foruma tmgt genel başkanı, suat abdik, ülkü ocakları istanbul başkanı mehmet gül, dev-genç genel sekreteri bülent uluer katılmışlardı.

    suat abdik’in taleplerine bak: ‘petrol ve madenlerin devletleştirilmesi, toprak reformu, demokratikleşme, montaj sanayine son.’

    mehmet gül’e bak: ‘ülkü ocakları’nın hedefi batı’dan alınmış liberal kapitalizme son vermektir, çünkü kapitalizm türk milletinin bünyesine uymamaktadır. faşizme ve nasyonalizme de karşıyız, çünkü kapitalizmin dejenere edilmiş bir sapmasıdır. türkiye’de emperyalizmin varlığı ve bunun dışa bağımlı oluşu üzerinde ittifak olan bir konudur. türkiye jeopolitik durumu itibariyle emperyalist güçlerin iştahını kabartmaktadır. türkiye’nin işlenmemiş kaynaklarını kullanmak ve kalkınmasını engellemek istediği için olaylar körüklenmektedir.’

    ha, şimdi de bülent uluer’e bak!: batılılaşma ve emperyalizm yüz yıldır bunalttı bizi! batı hayranlığından kaynaklanan 1839 tanzimat fermanı ile güya emperyalizme karşı tavır aldığı iddiasındaki mustafa reşit paşa gibi batı hayranı osmanlı sadrazamları emperyalizme davet çıkarmışlardı. aslında osmanlılar döneminde 1535’ten yani kanuni’nin kapütilasyonlara evet dediği andan itibaren anadolu toprakları emperyalizmin güdümü altına girmişlerdi. türkiye’de milliyetçilik ruhu, nane ruhu derecesine kadar indirilmiş, anlamını yitirmiştir. milliyetçilik, ülkenin yer altı kaynaklarının bu topraklarda yaşayan halkların daha iyi yaşaması için kullanılması demekse, evet!’

    buyur da müsterih bir vicdanla ayır bakalım, kim şeytan kim melek, kim mikrop kim ilaç? şu yazılı çizili forumda bile mehmet gül, pekala da bülent uluer’in ya da diğerinin sözlerine imza atabilecekken, sadece o kasım ayında, on yedi delikanlı öldü!

    yapabilecek tek bir ayrım vardı, vardır. o da zalim ile masum arasındaki ayrımdır. zalim ile masum da birbirlerinden ‘faraziyeler’le, kurgularla, efendim, delilsiz suçlamalarla ayrılamaz. adalet sistemleri korkular üzerine, fanteziler üzerine, vehimler üzerine bina edilmezler. burada pozitivist takılmak zorundasın. yunanlıların yaptıkları gibi ‘kollektif sorumluluk’ ilkesinden yola çıkamazsın. ama aynen bunu yaptınız! siz de, onlar da!” 10

    1 alev alatli, ok musti türkiye tamamdır, dördüncü basım,alfa yayınları kasım 2001, sayfa: 22
    2 a.g.e, sayfa: 29
    3 a.g.e, sayfa: 34-36
    4 a.g.e, sayfa: 64
    5 a.g.e, sayfa: 68-70
    6 a.g.e, sayfa: 160-161
    7 a.g.e, sayfa: 189-190
    8 a.g.e, sayfa: 260-261
    9 a.g.e, sayfa: 352-353
    10 a.g.e, sayfa: 375-377
  • bugünlerde bir manalı, bir manalı...

    onca yıldır duyarız; alıp okumalı...
  • "bir devletin tavizden bahsetmesi vatandaşını hasım gördüğünün ikrarı değil midir?"

    alev alatlı bu kitapta bu tespitin kabulünü yaptırır okuyucuya!
  • mustiii, türkiye tamam olmayı bırak, içine verdi amk içine!
hesabın var mı? giriş yap