• haddizatında okumayan kesimdir.

    "eğitim-bir-sen ve gazi üniversitesinin yaptığı anket çalışmalarına göre, türkiye'de öğretmenlerin yüzde 8'i hiç kitap okumuyor. yüzde 39'u bu konuda bilgi vermek istemiyor. yüzde 28'i de ayda bir kitap okuyor. öğretmenler 4 yılda sadece bir kitap okuyor. sadece öğretmenler değil, öğretim üyeleri de okumuyor. öğretim üyelerinin yüzde 22'si sadece akademik yayın okuyor. yüzde 56'sı ise ayda bir iki kitap okuyor. öğretim üyelerinin de yaklaşık yüzde 50'si kitap okumuyor. okuma alışkanlığı okumuş kesimde de çok yaygın değil. vatandaşın durumu ise daha vahim. türkiye, kitap okuma alışkanlığında çoğu afrika ülkelerinin bile gerisinde kaldı. abd'de kitap okuma yüzde 12, japonya'da yüzde 14, türkiye'de ise on bin de bir. bir japon yılda ortalama 25, isviçreli 10, fransız 7 kitap okuyor. türkiye'de 6 kişiye yılda bir kitap düşüyor. gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerle kıyaslandığında türkiye'nin okuma alışkanlığı yok denecek kadar azdır.''
  • ne okuduysa beyhude okumuş kesimdir zira güzelim ülkenin ahvali ortadadır. çok merak ediyorum uluönder bu toplumda nasıl bir ışık gördü?
  • rahmetli babamın hep beni işaret ederek, taş attığı kesimdir.
    "okumuşsun ama boşa okumuşsun"
  • ilber hocanın deyimiyle yarı cahil olanları evet çekilmezdir ancak hakiki okumuş kesimle ilgili biraz daha düşünmek gerekir.

    şimdi bir düşünelim, iyi derecede dil veya diller biliyorsunuz, en refah içinde yaşayan ülkelere sık sık gidip geldiğinizden oradaki iş imkanlarına vakıf ve hayat tarzına da alışıksınız. kendi ülkenize döndüğünüzde eğitimsiz bırakılmış biçare halkın tepesine çökmek için sırtlan gibi bekleyen siyasetçiler, din istismarcıları, rant peşinde koşan 3-5 çakal, mafya bozuntusu tipin arasında size dokunmasınlar diye elinizden geleni yaparak ve insanlarınızı bu tiplerden korumak için bir şeyler yapmak arzusuyla yaşıyorsunuz. ve fakat ne yazıktır ki bu biçare halkın büyük kısmının bu tiplere çoktan teslim olduğunu üstelik bu tiplerin ne alçak tipler olduğuna uyanmış fakat öncelikli olarak sizle uğraşmaya yönlendirildiklerini görüyorsunuz.

    sizin gibi bu okumuş aklı başında sandığınız insanların yanına gittiğinizde "bırak ya ne halleri varsa görsünler, ben gideceğim zaten bu ülkeden" diye zırlayan yarı cahiller olduğunu anlıyorsunuz.

    şimdi bu aşamada hakiki okumuş insanın yerine koyun kendinizi; bir gemi var su alıyor batacak, mürettebat içeri daha beter su doldurmanın fayda getireceğine inanmış, su alan delikleri kapatan bir avuç insanı da gemiden atmaya yeltenmişler, delikleri kapatmanın gerekli olduğunu bilenler yalnızca kendi kendini kurtarabileceğine hükmetmiş. bu aşamada okumuş kesim ne yapmalı?
  • çoğunluğunun maalesef cahil kaldığı kesimdir. kişi belirli bir tahsil seviyesine ulaşınca ileri görüşlü olmaz, geniş vizyon, düşünme, sorgulama, mantığı kullanma, gelişime açık olma gibi özellikler bekliyorum ben. öyle kabul etmek istiyorum.

    karşılaştığım manzara ne? teknolojiyi intertten interneti instagramdan ibaret zanneden, kafasını çalıştırmaya korkan, derdini anlatmaktan aciz, ilgi alanı sosyal hayatı olmayan tuhaf bir kitle.

    eğitimi sevmeyen kesimle eğitmenliği slayt okumak zanneden kesim birleşince ortaya bu çıkıyor demekki.
  • (bkz: helal kesim)
  • hata yaptığımız doğrudur.

    biz insanlarımızın balık tutmayı öğrenmeyi tercih edeceğini düşündük hep. yemek için emek vermek isteyeceğini farzettik.

    biz insanımızın sadakayı tercih edeceğini tahmin edemedik.

    biz insanımıza sadaka bulabilmesi için, birilerinin onu sürekli sömürmesi gerektiğini anlatamadık.

    ekleme: gerçek, acı ve kısadır. birisi uzun uzun acıdan, gerçekten bahsediyorsa bil ki ya yalan söylüyordur, ya da gerçeği görmek istemiyordur.
  • akademik kadrodan kitap okumasını beklemek ne tür bi saçmalık adama okumuş diyoruz okuyan demiyoruz adam zaten okumuş mişli geçmiş zaman hani o adamın artık yazması gerekiyor kitap değil tabi yayın okuyacak bunda okumuş insanlar bile kitap okumuyor siye eleştirmek cahilliktir. bir akademisyen zaten okuyacağını okumuştur (en azından bir akademisyenin benim kafamdaki yapısı böyle).
  • ekonomi bilmeden, devlet gibi düşünmeden, tarihten gelen gerginlikleri anlamadan eleştirilemeyecek olan kesimdir.

    konu başlığımız ülkenin geldiği noktadır. bu nokta kuşkusuz ki hiç kimseyi memnun etmiyor. ekonomik açıdan ülkenin geldiği nokta ise cari açık vermeden yani dış finansman/dış borç bulmadan büyüyemeyecek bir halde olmamızdır. bu temelinde bir ekonomik verim ve üretkenlik sorunudur.

    bu sorun okumuş kesimle aşılabilir mi?

    mevcut durumda aşılması mümkün değildir. çok basit bir şekilde bir ekonomi parasal döngüler üzerinden işler. bu döngülerin küresel ölçekteki rekabet düzeyi de verimliliğini oluşturur.

    peki bir ekonomide verim artışı nasıl sağlanır?

    temel olarak verimin arttığı en keskin yol nitelikli emek ile nitelikli sermayenin buluşması ve rekabet düzeyi yüksek boyutta bir parasal döngü yaratmasıdır. aslında bireysel ölçekte baktığınızda makroekonomide bu yapı oldukça benzerdir. mesela migros, bim, şok vs market zincileri de aynı şekilde birçok refah düzeyi yüksek ülkede bulunur.

    ama bir ekonomiyi asıl rekabetçi yapan şey üretim yapısının verimidir. makroekonomik büyüklükte birçok refah düzeyi yüksek ülkede tüketim harcamaları toplamın %60 civarı bir kesimini oluşturur. endüstriyel üretimin payı birçok ülkede %15-20 arasıdır. ama parasal döngüde bu üretim asıl rekabetçi düzeyin geliştiği alandır. gsmh içinde payı düşük olsa da, ekonomik yapının verimi üzerindeki etkisi çok güçlüdür. o tüketimin yapılabilmesini sağlayan yegane unsur üretimin verimidir çünkü.

    bu verim tüketim artışıyla parasal döngünün hızı arttıkça genel verimi aşağıya çeken bir unsur haline gelir. termodinamiğin meşhur ikinci kuralı der ki,

    tds=c_p*dt-dp/rho -gda

    verim hesabı da buna benzer. paranın devir hızı arttıkça, aslında sıcaklık artar. sıcaklık demek moleküllerin ortalama kinetik enerjisi demek olduğuna göre moleküller rastgele düzensiz bir şekilde hareket etmeye başlar. bu da entropiyi artırır, yani verimi düşürür. öte yandan bir de basınç terimi vardır. moleküler düzeyde basıncı gazların birim hacimdeki ortalama kinetik enerjisi olarak ele alabilirsiniz. bu arttıkça düzen artar çünkü yüksek kinetik enerjiye daha dar bir alanda sahip olan moleküller bir düzen oluştururlar. böylece entropi azalır.

    termodinamiğin aksine bir ülkenin ekonomisinde entropiyi düşürmek de mümkündür ama bunun limitleri vardır. çünkü bir bütün olarak dünya ekonomisi entropiyi düşürecek şekilde işlenmedikçe entropi artışlar global döngüler yaratarak krizler oluşturur.

    türkiye ölçeğine geri dönersek verim sorunumuz ortadadır. paranın devir hızını artırmaya çalıştıkça bizde entropi kontrolden çıkıyor. bunun olmaması içinse dışarıdan borç bulunması gerekiyor. bu da sistemdeki gibbs serbest enerji düzeyi olacaktır.

    yani türkiye ekonomisinde yeterince güçlü bir basınç artışı sağlanamadığı zaman dışarıdan borç da bulunamıyorsa, sıcaklığı artırmaya çalışmanın sonu ekonomik kriz, enflasyon ve kur şokları oluyor. çünkü bir ülkenin ekonomisine verilen borç diğer ülkenin alacağı olduğu zaman birinde artan entropi diğerinde azalan entropiye dönüşüyor.

    temel eleştiri argümanı ise okumuş kesimin kendini düşünmesi, kendine sağladığı basınç artışını yeterli görmesi ve basıncı düşük olan kesimleri küçümseyerek kümülatif verimin yükselmesini engellemesidir.

    peki bu durum gerçekten böyle midir?

    kapitalizmin neden dünya'ya hakim olduğunu hiç düşündünüz mü?

    kuralları keskin çizilmiş bir kapitalizm sıcaklığı artırmadan basıncı artırmayı başarabilir. yani ekonomide verimsizlik yaratmadan refah artışı sağlayabilir. amerika birleşik devletleri bunu 200 küsur yıl önce fark etmiş ve bütün sistemini bu doğrultuda inşa etmiştir. dünya'nın kalanıyla arasında yıllarca süregelen bir verim gradyanı olduğu zaman da kendi parasının dünya'ya hükmetmesini sağlamıştır.

    bunun olmasını sağlayan şey insanın içindeki bencil dürtülerdir. bu dürtülerin kaotik bir ekonomik sistemde verim kaybı yerine, bunu engelleyecek önlemlerle entropiyi düşürecek bir verim artışına yönlenmesi sistemin başarısını gösterir.

    parasal ilişkilerdeki bu verim ağı niteliği yükseltmekten geçer. niteliğin yükselmesi de nitelikli emek ile nitelikli sermayenin buluşmasıyla mümkün olur. cumhuriyet sonrası dönemde bizim denediğimiz temel şey, sermayesi devlete ait nitelikli kurumların nitelikli emek istihdamı sağlamasıdır. bu ekonomideki verim artışını bir yerden sonra ileriye taşıyamaz.

    çünkü başta da dediğim gibi insanın içindeki temel dürtü bencildir. yaşadığınız ülkeye bir bakın. nitelikli emekle toplumun genelinden yüksek refah seviyesinde yaşayan kişilere odaklanın. bunların istihdam edildiği şirketlerin bütün ekonomik ağı devlete göbekten bağlıdır. bir yerde çalışmıyorlarsa da, sermayeleri sadece kendileri olan serbest çalışanlardır, doktor gibi.

    devletin sahipliğinin verim artışını bir sonraki düzeye taşıması ise mümkün olamaz. çünkü insan bencildir, devlet ise halkını bir yekün olarak değerlendirerek hareket edecek reflekslere sahiptir. dolayısıyla devletin sahipliğinde kurulacak sermaye gelişimleri bir yerde verim üretemeyecektir.

    oysaki, nitelikli emek birikiminin mümkün olduğu bir sistemde bu emek sermaye ile birleşebilirse daha bencil, ama sınırları basıncı artıracak şekilde çizilmiş olan bir sistemin içinde daha bencil, daha güçlü bir iş birliği ortaya çıkabilir. bu iş birliği ilgili ülkenin ekonomisi içinde ortaya çıkarsa ortaya ekonomik açıdan daha yüksek verime izin verecek bir parasal döngü başlaması şansına sahip olunur.

    mesela mühendislerini bir bir asml'e kaybeden aselsan şirketini ele alalım. aselsan kağıt üzerinde anonim ve özel bir şirket olabilir ama devlet ihale açmasa aselsan diye bir şirket olmazdı. tabii savunma sanayii şirketi olduğundan dolayı devlet olmasa zaten hiçbiri olmayacaktı. ama olayı ciro/kar açısından değerlendirirseniz, aselsan hiçbir zaman asml kadar kar ve ciro üretemeyecektir. çünkü nitelikli emeğiyle yaratabileceği verim artışı sınırlıdır. karşılıklı bencilliğin yaratacağı iş birliğiyle karşılaştırıldığında aselsan'ın yaratabileceği verim fonksiyonu bir eğriye asimptot eder.

    ekonomideki sıkıntılar sosyal sıkıntılara; sosyal sıkıntılar ekonomik sıkıntılara yol açar. ama bunların arasında keskin bir neden sonuç ilişkisinden ziyade nietzsche'nin deyimiyle tiefgründigkeit, derin bir nedensellik ilişkisi vardır. sosyal bilimlerde neden sonuç ilişkisi değil de nedensellik olduğu için pozitif bilimlerde olduğu gibi sorunu küçük parçalara ayırarak değil bütün olarak inceleyerek çözebilirsiniz.

    bu bağlamda, okumuş kesime getirilecek olan eleştirinin temelinde nitelikli emekten nitelikli sermayeye geçecek adımları atmamış olması eleştirisi olmak zorundadır. çünkü küresel ölçekte tek başına nitelikli emekle üretilecek olan katma değer ve ekonomik verim artışı, nitelikli emek & sermaye birleşimiyle kıyaslandığında çok düşüktür, çünkü insan doğası bencildir.

    o zaman soru şu olmalıdır. türkiye'de neden nitelikli sermaye gelişimi istenmemiştir?

    bunun cevabını tarihte aramaktan daha doğal bir şey olamaz. cumhuriyetle beraber büyük çapta devrimler yaşansa da, türkiye cumhuriyeti ile osmanlı imparatorluğunun devlet refleksleri benzerdir. toplum yapıları aynıdır. tarihleri ise bir arada yazılmıştır.

    imparatorluk olarak ele aldığınızda, iktidarın sürmesi için en temel şart devlete rakip bir oluşumun gelişimine izin vermemektir. siyasi olarak devletin gücü tartışmasız olsa da, sermaye birikimi yoluyla devlete rakip olacak bir güç odağının gelişmesi bir imparatorluk için varoluşsal bir tehdittir.

    devletin imparatorluk olmaya evrildiği fatih dönemiyle birlikte sadrazam çandarlı halil paşa'nın idamı ve devlet içinde bu tarihten sonra neredeyse hiçbir zaman türk soylu kişilerin yükselememesi, bunun yerine saraya damat olarak alınan devşirmelerden müteşekkil sadrazamların ön plana çıkması süreci bir tesadüf değildir. çandarlı halil paşa, dönemin zamanı içinde bir aristokrat ya da sermaye sahibi olarak da ele alınabilir zira kendisi aileden de gelen bir birikime sahiptir.

    daha sonra anadolu'da yüzyıllar süren osmanlı egemenliği döneminde böyle bir güç odağının oluşmasına izin verilmemesi ve devletin tasarlamayı hayal ettiği hiyerarşik topluma ulaşmasının sağlanması ekonomik verim artışlarının sanayi devrimiyle birlikte aşırı hızlı gelişmesi sonucunda devleti yıkılmaya kadar getirmiştir.

    ilginçtir o dönemde de, devlet nitelikli sermaye sınıfına tahammül edemese de nitelikli emeğe olan ihtiyacını kabul ederek bu emeği üretecek çeşitli kurumların oluşturulmasını sağlamıştır. bunlar arasında, mülkiye, tıbbiye-i şahane, adliye, askeriye, itü gibi çeşitli kurumlar bulunur.

    abdülhamid'in iktidarının sonunu kendi açtığı okullarda yetişen subayların hazırladığı darbenin getirmesi kadar enteresandır. bir başka ilginç nokta ise günümüzdeki türk toplumunda görülen derin yenilikçi/gelenekçi karşıtlığının köklerinin aslında tanzimatın bile eskisinde olduğudur. bu karşıtlık ekonomik olarak gereken adımlar atılmadıkça düzelemez. bunu sağlayacak olan ise nitelikli sermayenin gelişimidir.

    mesela, bu karşıtlığın bir yansıması olarak gelenekçi cenahın en hiddetli zamanlarında söylediği

    ay'a gidecektiniz de roket motoru türbana mı takıldı

    akp yokken bunların hiçbiri yapılmadı siz ne yaptınız

    savunma sanayinde daha önce siz hiçbir şey yapmadınız

    gibi birçok ifade vardır.

    gerçekten okumuş kesim onlarca yıl ne yapmıştır?

    devletin gelişmemesi için elinden geleni yaptığı bir ortamda nitelikli sermayenin gelişmemesinde okumuş kesimin suçu/sorumluluğu nedir bilmiyorum çünkü devletle okumuş kesimi ayırmak tarihten gelen süreç içinde ne kadar mümkün emin değilim. ama emin olduğum birtakım gerçekler var.

    ekonominin verimini çıkarabildiği/çıkarabileceği noktaya kadar çıkarmıştır. osmanlı'dan farklı olarak cumhuriyette nitelikli emeğe daha geniş bir refah düzeyi tanınmıştır ama osmanlı'yla benzer olarak nitelikli sermayenin gelişimine hiçbir şans tanınmamıştır. bugün whatsapp, facebook vs fikirler türkiye'den çıkmaya kalksa dahi ülkenin ticaret kanunu, sgk kanunu gibi yapıları sayesinde büyümeden ezilmesi sağlanacaktır.

    nitelikli sermayenin gelişimine şans tanınmaması, 96 yıl boyunca miras sistemiyle biriken bir gelir dağılımı bozukluğuna yol açmıştır. bu da yenilikçi/gelenekçi gerilimini beslemiştir, besleyecektir de.

    okumuş kesim kendi çapında/kendi çağında üretebildiği katma değerle ekonomiyi bir noktaya kadar taşımıştır. nitelikli emeğinin kaymağını devletin izin verdiği ölçüde kendi refahına, vermediği ölçüde toplumun refahına yedirmiştir. nitelikli emekle ekonomi rekabetçiliğini sürdüremeyeceği için de yetiştirdiği emeğin bir kısmı beyin göçü ile kaybedilmiştir.

    halkın, niteliği tartışma konusu olsa da, eğitim ve sağlık gibi temel hizmetleri alabileceği bir sistemin inşa edilmesini sağlamıştır. devletin halkından güçlü olmasını da sağlamıştır. bunun sürdürülmesi için devlet asla nitelikli sermayenin gelişimine izin vermemiş ama nitelikli emeğe de sermaye birikimini de dikkate alarak giderek daralan sınırlar çizmiştir.

    okumuş kesim, devletin 96 yıl boyunca yıkılmadan ayakta kalabilmesini sağlayacak içsel katma değeri üreterek ülkenin yıkılmamasını sağlamıştır. çünkü ülkesi için ölmeye hazır milyonlar olsa da, katma değer üretilemezse o milyonlar ölür o ülke de yıkılırdı.
  • bu kesim yüzünden insanlar 2015 yılından beri doğru düzgün ev alamıyor veya korkuyor. çünkü her platformda bunlar var. "emlak balonu patladı patlayacak. niye ev alıyosun be olm dünyayı gez. ev alacak kadar vizyonsuz musun? arsa ne ya köylü müsün?"

    yıllarca bu algılarla milletin kafasını siktiler. gram saygıyı hak etmiyorlar.
hesabın var mı? giriş yap