• uzun zamandır altını doldurmak istediğim bir kavram bu. biraz tembellikten, biraz da en iyisini yazmak istemekten yapamıyorum bu işi. zaten neyi iyi yapmak istersem kasıp yapamamak gibi bir problemim vardır benim.

    evsizlik yeni bir kavram değil; nasılsa sözlükte es geçilmiş. hatta evsizlik kavramına verilmiş ukte bile bana aitti. ontolojik bir evsizlik halini anlatmaya çalışmayı, dünyada sürgün olmak denilen mevhuma bakmayı, dünyaya fırlatılmış olma hissini anlatmayı, yabancılaşmadan daha ötesini, kendini hiçbir yere ait hissedememek durumunu sunmayı kendime yediremiyorum pek. sein und zeit'in türkçe çevirisi olmamasına da bağlamak lazım herhalde durumu. martin heidegger başlığında konuya değinilmiş bir miktar. ama bir babaerenler, jimi the kewl ya da gofret beyin ol(a)madığım için öyle detaylı açıklayamacağım, ruhum kaldırmıyor. (belki onlardan biri bir gün yapar)

    (yazar bu sırada a place called home şarkısını dinlemeye başlar:
    one day
    i know
    we'll find
    a place of hope

    just hold on to me
    just hold on to me)

    (yazar bu sırada ölüm başlığındaki entrysini hatırlar)
    (bkz: olum/@el fikir)

    şöyle bir yazı bulur yazar:
    http://www.radikal.com.tr/…r.php?ek=r2&haberno=6653

    bu kadar geyik yeter herhalde. artık dişe dokunur bir söz söyleyelim ama heidegger ile sınırlı kalmasın sözümüz:
    ontolojik evsizlik kavramıyla anlatılmak istenen, gerek kamusal alanda, gerek özel alanda, insanın kendisini evinde hissedememesi durumudur. hayat, dışarıdan gelen baskılar ve bireysel olanın çelişkisi üzerine kurulan bir gösteriden ibarettir. tiyatro-kentlerde*, biyoiktidar'ın gözünü sürekli üzerimizde hissettiğimiz alanlarda oto-kontrol mekanizmalarını kesintisiz olarak çalıştırarak, olmayan ülkeye özlemimizle bir hayat sürmektir bu. düşlerini yitirmiş, ütopyası çalınmış nesilleri anlatır bu kavram. bunların yanında akıl ile beden arasındaki çelişkiye de gönderme yapar ve buradan lacan'ın bahsettiği o "gerçek" kavramı ile uğraşır.

    dil bizim evimizdir der ya heidegger. ve gilles deleuze de şey der ya:
    "kapitalizmin sosyal oluşum gibi temel bir paradoksu vardır: eğer tüm diğer sosyal oluşumların korkusunun deşifre edilmiş flüksler olduğu doğru ise, kapitalizmin kendisi de inanılmaz bir şey üzerine kurulmuştur tarihsel olarak, yani: diğer toplulukların bütün korkusunu, terörünü yaratan da budur: deşifree edilmiş flükslerin varlığı ve gerçekliği ve kapitalizmin bundan kendi işini yapması."

    şizofrenler bu yüzden kendi dillerini kurarlar işte.

    adorno ile kapatalım birinci seansımızı:
    "kendi vataninda kendini yabanci hissetmek entellektuel icin ahlaki bir sorumluluktur"

    peki son bir soru da soralım yusuf kaplan'a sevgilerimizi ileterek:
    sizin bir eviniz var anladık da, toplu şizofreni yaşayarak çözülmüş sorun gerçekten çözülmüş müdür?
  • edmund husserl ve gustav bergmann tarafından kurulan müzik grubu. bu iki arkadaşın çözülemez anlaşmazlıkları ortaya nefis bir armoni çıkarır, dadından yinmez.

    "ontologically homeless" adlı şarkıları internette araştırılmalı, sözleri okunmalı, üzerinde düşünülmelidir.
  • biliyoruz ki ontoloji, “varlık” hakkındaki “felsefe” demek. varlığı; sadece varlık olarak ele alan felsefe disiplini. felsefe için ‘artık eskide kalmış’ tanımların en bilineninin, felsefenin “var olanı anlamlandırma etkinliği” olduğunu duymuşsunuzdur ve bu yüzden felsefenin kavramlar üzerinde tartışır olduğunu ve varlığı bir bütün şeklinde sorguladığını da. varlık ile var olanlar arasında bir ‘ayrım’ var.

    var olanlar, tek tek olanlardır. örneklemek gerekirse masa, sandalye, güzel bir kadın eli (mesela üzerinde mavi yüzük olmayan) ağaç, canlı cansız vs. bunlar tek tek düşünüldüğünde ‘var olanlar’ olarak değerlendirilirler. bütün bunların hepsi ‘bu dünyada’ olmaktadırlar. bunların hepsine doğrudan doğruya, ‘gerçeklikte’ bir örnek gösterilebilir. ama bilinmesi gereken şey, bunların dışında da ‘var olanların mevcudiyeti’ olduğudur. mesela ‘sayılar’ ya da ‘iyilik’ ve belki ‘sadakat’ veya ‘erdem’. bunların birebir karşılık geldiği nesneler ‘cisimsel’ olarak tespit edilemese de, bunların karşılık geldiği ‘durumlar’ vardır.

    var olanlar, başka var olanlardan çeşitli şekillerde ayrılan birer durumdurlar veya cisimdirler. bundan önceki cümlenin iyice açığa kavuşturulması niyetindeyim: halbuki varlık dediğimizde, bütün bu var olanları var eden şeyin ne olduğuyla ilgileniyoruz demektir. bütün bu var olanlara var derken, bunların hepsinin var olduğunu söylerken, onlara bir nitelik atfediyoruz: var olma niteliği. onları varlık yapan, onların hepsini var yapan şey, bütün bu var olan her şeyi var yapan her ne ise, buna varlık denir. doğrudan doğruya varlığın kendisini felsefe dalına da ontoloji diyorlar.

    varlığı, varlık olarak ele almak dediğimizde, varlığın ne olduğu ve varlığın yapısının nasıl olduğu akla gelir. varlığın kendisine ve yapısına; varlığın anlamına ve tanımına dair sorgulamalar, ontolojinin temelidir. felsefenin anlaşılması en güç konularından birisidir. günlük hayatta varlığın kendisiyle ilgili sorular sormayız pek. gündelik hayatta var olanlarla meşgulüzdür. ve belki bazı değerlerle uğraşıyoruzdur. ama bütün bunları var yapan/kılan nedir, işte bununla pek ilgilenmeyiz. işte bu tam da felsefenin konusudur. şu da eklenmelidir ki, felsefenin olmazsa olmaz konusudur ontoloji ve bir görüşe göre felsefe bir bilgelik arayışıdır. filozofun peşinde koştuğu şey de hakikatin bilgisidir.

    e şu haliyle bilgi peşinde koşan ve bilgiyi araştıran bir kişinin varlık üzerine düşünmesi kaçınılmazdır çünkü eninde sonunda tüm bilgiler varlığa ilişkindir. herhangi bir varlığa karşılık gelmeyen bilgi söz konusu değildir çünkü ortada bir bilgi varsa, bu bir “şeyin” bilgisidir. su 100 derecede kaynıyorsa (ki bu bir bilgidir) bu suya dair bir bilgidir, örnekler çoğaltılabilir ve mutlaka bir karşılığı vardır. nesnesiz bilgi pek mümkün değildir. yani tezahürler vardır mutlaka. nesnesiz (bunu lütfen cisim olarak algılamayın) bilgi olmayacağına göre ontolojisiz bir felsefe de düşünülemez. ne var ki, özellikle nikolai hartmann’dan sonra ayrımlar keskinleşmiştir. pozitivist kaygılar gündemdedir ve felsefe, kesin/bilim havasına, metafizikten uzaklaştırılmaya başlanmıştır. metafizikle ontolojinin da ayrışması böyledir.

    varlık var mıdır? varsa nedir? varlık bir midir çok mudur? varlık sonlu mudur sonsuz mudur? varlığın amacı vs vs vs. bu a.q. soruları uzar gider ve:

    soruların tonu daima değişkendir”… işte buna evsizlik diyebiliriz.
  • fiziksel "evsizlik" durumu ile dadından yenmeyen şahane zorunluluk. üstüne becks iyi gidiyor.
  • çağımızın hezeyanıdır.
    internet çağının bir olumsuz yan etkisi olduğunu düşündüm hissiyat.
    nereden mi biliyorum? ben de onlardan biriyim.
    interneti çok aktif kullanan, her an uluslar arası toplanma platformlarında bulunmaya çalışan, milliyetten çok fikirlerle karşılaşan insanların çok rahat anlayabileceği bir açıklama;
    hiçbir yere ait hissetmemek, hiçbir milletin, dinin, herhangi bir spor kulübü takımının, ideolojinin, popüler bi akımın parçası, taraftarı olmamak, olamamak, olmak istememektir insanın içinde yaşadığı.
    bu demek değil ki; kendi geçmişini bilmiyor bu yüzden gurur duymuyor cahil gafil!
    bu demek değil ki; açıp bi kuran okumamış yanacak zındık allah ıslah etsin!
    bu demek değil ki; becerememiş spor yapmayı kesin hantal ayının tekidir ya da buse'ye "ya futbol barbar işi :s" diyen yavşaktır bu!
    bu demek değil ki; açıp iki okusa atatürk'ün, stalin'in, apo'nun vs hayatını, saygı duyacak bi şeyler öğrenirsin, böyle olsaydı eskiler, baban kim olurdu bilmezdin!
    bu demek değil ki; toplumca kabul göremiyor, gelmiş popülerizm eleştirisi yapıyor, kesin sahilde çekirdek kola takılıyordur şehir ayısı!
    değil işte arkadaşım, amaçsızlık, cehalet, şımarıklık değil. hiçbir şey uğruna mücadele veya emek vermeye değer gelemiyor bu tarz insanlara. sadece sevgi önemli geliyor. bir arkadaşa olan sevgi, bir kadına olan sevgi, kimisi için bir erkeğe olan sevgi. ama aileye sırf aile olduğu için değil; sevilmeye değer aile üyelerine sadece.
    bu aslında kişiyi çok gelişmeye iten bir şey. oldumdukçu olamıyorsun. istediğin kadar elit zevkler edin, o bile ben burada rahatım demeni sağlayamıyor; sürekli arayış içinde oluyorsun.
    bir şeyi kavradığın anda zaten bu bende olması gereken bir şeydi, bunun üzerinde durmam beni aptallaştırır demene sebep oluyor.
    bu aslında kişiyi çok yalnızlığa iten bir şey aynı zamanda.
    insanların tutkuyla, pür neşeyle paylaştığı anlar sana bir şey ifade etmiyor. gittiğin çoğu yer sadece ilk gidişinde etkileyici oluyor, içtiğin bir şey, yediğin bir şey, öptüğün biri bazen.
    bağlanamıyorsun bir şeylere. ne işine, ne evine, ne de hedefine.
    e haliyle alkolik olmaya başlıyorsun; alkol yardımcı oluyor daha derinlerde bir şeylere dokunabilmene. eski arkadaşınla görüşüyorsun sadece; onları zamanında çocuksu ruhunla sevdiğini biliyorsun çünkü. bi yandan götün atıyor bunlarla da ilişkimi kesersem yalnızlıktan geberirim diye, bir yandan da en ufak bir hatalarında bir mesajla ilişki kesip hayatının her alanından engelliyorsun insanları.
    velhasıl, psikoloğa gitmeyi gerektiren bir durum bence, ama doktora o kadar para verene kadar bi lagavulin alırım, çok daha iyi hissederim dersin, gitmezsin*
    edit: edit
  • yaygın mıdır değil midir bilmem ancak bildiğim bir şey var ki o da 15 yıldır kendimi "evsiz" ve "aidiyetsiz" hissediyorum. başlarda insanlara bağlanamıyor olmak bir yetenek, "benim bağlanma sorunum var..ya.s." tarzı cool cümlelerin esin kaynağıydı, iyiydi, kimseye eyvallah etmiyor, sıkıldığımda ceketimi alır gidiyordum herkesten ve her yerden. yalnız olduğumu, kendimi kimselere anlatmadığımı, kimseye hayatıma yön verdirecek kadar saygı duymadığımı ilk kez hayatıma dair kritik tercihler verirken fark ettim. hepsi sancılı, hepsi bitmek bilmeyen stresli zamanlardı. başardım; zor zamanları yalnız atlatıp kararlarımın sonuçları ile mutlu mesut yaşadım. hiç kimseyi kan bağım var diye sevmedim, annemi bile sırf bana çok emek harcadı diye sevdim/seviyorum. kırk yılda bir gördüğüm akrabalarıma bir yabancıdan daha fazla değer vermedim. hiç aşık olmadım, hiç kimse de bana aşık olmadı, hiç kimse ile 3 haftadan fazla romantik olarak ilişki kurmadım. arkadaşlarım bana bir yanlış yaptıklarında hiç kızmadım, kırılmadım ama tüm hayatımdan anında çıkardım. hiç kimseye kin beslemedim, aklımda geldikçe dalgasını geçtim o kadar. hiç kimseyle yaptığı işin yanlışlığı üzerinden uzun uzun tartışmadım, fikrimi söyledim geçtim (isterse ölsün, ben doğrusunu söyledim ona başta). hiç kimseyi, hiçbir hayatı kıskanmadım, birkaç kişiye özendim. müthiş sorunları olan ya da derin acılara batmış hayatlara şahit oldum; elimden geldiğince yardım ettim ama hiç üzülmedim. hiç takım tutmadım, hiçbir gole sevinmedim. çok okudum, çok gezmeye, çok görmeye hep daha çok bilmeye çalıştım. önce ailemden koptum. zaten bir arada kalışımın sebebi uzaklaşma imkanlarının olmamasıymış, onu anladım. birlikte geçirdiğimiz anlarda içimde hiçbir aile üyesine karşı bir sevgi olmadığını fark ettim. hiçbir konuda anlaşamadığınız, hayat görüşlerinizin tamamen farklı, düşünce tarzları size cinnet geçirten insanlarla sırf kan bağınız var diye bir arada kalmak ne kadar mantıklıydı ki? sonra çocukluk arkadaşlarımdan da koptum, birlikte geçirilen zamanın kalitesizliği onlarla da aynıydı. sonra ilkokul, ortaokul, lise, dersane arkadaşlarımdan. üniversiteden 5-6 insan kaldı o kadar. hem fiziksel hem de zihinsel olarak geliştikçe toplumsal kurallardan ve dinlerden uzaklaştım. hayatımın her alanından çıkardım onları. bana verili olarak gelmiş ne kadar “ayıp, günah, yanlış, doğru, olur, olmaz, haram, helal…” varsa tek tek sorguladım, kendimce doğru olanlarını buldum. sonra bir baktım etrafımda ben gibi düşünen sadece bir avuç insan varmış, gerisini sevmedim, umursamadım, saygı da duymadım ama hiç kimseyi hiçbir şekilde rahatsız etmedim, o hayatları görmezden gelerek hiçbirine değmeden yaşamayı öğrendim. sonra birçok ideoloji okudum hepsini tek tek analiz ettim biri dışında hepsi çöptü benim için onu da işime geldiğince yorumladım. yıllar geçtikçe çok insan tanıdım ama sırf sosyal bir varlığım diye hiç kimseyle muhabbete zorlamadım kendimi, beğenmediğim, sevmediğim hiç kimseyi almadım hayatıma olanları da kibarca uzaklaştırdım. benden öncekiler tarafından oluşturulmuş hiçbir kurala saygı duymadım ve uymadım. kendi kurallarımı koydum, evde pijama ile dolaşılmaz, şıklıktan vazgeçilmez, günlük duş alınır, dişler günde en az 2 kez fırçalanır, ağır kokulu parfüm kullanılmaz, sinema ve tiyatro iyidir,çok oku, düşünmeden ve yüksek sesle konuşma, yalan söyleme, türkçe’yi düzgün kullan, kötü yemek yeme, servis önemlidir, rakı güzeldir, el şakası kötüdür, pasaklı, kirli olma, ter kokan biriyle asla sevişme, domestos o kadar da iyi bir çamaşır suyu değil... şimdi kendi istediğim hayatı kurmuş bulunuyorum, mutfaktan hafif bir yemek kokusunun geldiği, laminantların pırıl pırıl olduğu ve sevmediğim beğenmediğim çok az şeyin olduğu güzel bir hayat!
    insanlardan, düşüncelerden, sevgiden ve kurallardan uzaklaştım. kendim belirlemediğim hiçbir standarda uymadım ve güzel olduğunu düşündüğüm bir hayat kurdum. peki ama neden mutlu değilim şu an? neden işten çıktığımda kendimi eve giderken değil de kapıda öylece dikilirken buluyorum? benim bir evim, dönecek bir yerim yok mu? var aslında ama orası benim mi? neden doğduğum şehri terk ettim ben? şu an neden başka bir şehirdeyim ve beni burada tutan şeyler neler? neden bir başka şehre giderken evimden uzaklaşıyormuşum gibi hissetmiyorum? neden 8 yıldır yürüdüğüm bu şehrin sokaklarına karşı hiçbir sempatim yok? neden sürekli başka şehirlerde yaşayan insanlara orada neden yaşadıklarını soruyorum? neden doğduğum yere gitmekten hoşlanmıyorum. doğduğu yere kök salmış ve orada büyüyüp gelişen insanları gördükçe neden duygulanıyorum? benim köklerim nerede? neden hayatın zor kısımlarında yalnız başınalık güzelken, düze çıktığımı düşündüğüm yıllarda kendimi kimsesiz hissediyorum? ben düze çıktım mı? neden sürekli aşık olmak istiyorum? aşk neydi ki? neden insanlar açıkça yanlış olan şeylere inanmaya, itaat etmeye ve saygı göstermeye devam ediyorlar? neden güzel bir uçurtma yapmışım ama ip takmayı unutmuş gibi hissediyorum kendimi? benim uçurtmam kime, neye tutunacak? geçmişimden, öğrendiklerimden ve vazgeçtiklerimden asla pişmanlık duymamak bir hata mı? benim hatam ne? bunları neden düşünüyorum, illa değiştirilmesi mi gerekiyor, yoksa belki de böyle mi olmalıdır? seçimlerimi yaparken vazgeçtiklerimi de belirlemiş mi oldum? ben neden kendimi bir yere ya da bir kurala bağlamak istiyorum? eğlencenin sınırlarını zorlarken bile neden bir anda şeylerin geçiciliği hissine kapılıyorum? neden bilmediğim bir yeri ve insanı/insanları özlüyorum? neden hiç görmediğim, tanımadığım insanların/mekanların hasretliğini çekiyorum? orası neresi, o insanlar kim? neden çekirdeği sönmüş bir gezegen gibi cansız ruhum? ben mi söndürdüm, yakılabilir mi ya da yakmalı mıyım?
  • fiziksel evsizlikle birleşince daha fazla hissediliyor. oysa nereye gidersem gideyim ait değilim diyordum. kendime ait evim olsun değil de kendi başıma kalacak bir ev derken bile belirli standartları korumaya çalışmışım. düşününce içinde temel ihtiyaç olanlar da var. güvenli bir semt mesela, ne kadar güvenli her saat sokağa çıkma özgürlüğü olmasa da oluyor mu? şimdiyse sadece bir yatak ve bir duşa indi tüm ihtiyaçlarım. başımın üstünde bir çatı var ama evsizim. nasıl anlatılır ki? dün başka bir çatı vardı iki gün önce de bambaşka. oysa iki gün önce de buraya anahtarla girebilecek rahatlıkla yaşıyordum.

    ne diyorum ben ya? aslında fiziksel evsizliğimin temel sebebinin ontolojik olduğunu fark edip gelmiştim. imkansızlıktan çok bir kalıba girememe, kendimi o düzene yerleştirememe yüzünden şu an buradayım. şimdiye kadar çoktan bir ev hatta araba sahibi olabilirdim ama hayatım boyunca o yöne gitmedim. öyleyse seçimlerimim sonucu deyip geçebilir, ya da bu seçimleri yaptıran nedenlere odaklanabilirim.

    somut bir ev, duvarlar, duş ya da yatak değil ki. barınmayı temel ihtiyaç olarak bile göremeyecek akışkanlıkta hayat. kimseye en yakın arkadaşım diyemedim, uzun ilişkim olmadı. "hep mi sorunlu tipler buldu seni?" diye sorulduğunda "aksine çoğu sorunsuz tiplerdi" diyebilecek kadar da nettim. hatta "ben sana aşık olurum bir daha görüşmeyelim" deyip çekip gitmişliğim de var. kan bağına gelince kardeşim dışında biyolojik bağ sayesinde sevgimi kazanmış kimse yok. onunla bile ilişkimiz son zamanlarda değişti. iyi hatta çok iyi anlaşıyoruz ama artık onda sevdiğim şeyler kardeşim olmasından dolayı değil, onu başka biri olsa da sevebileceğim için. annemle de çatışmalar bittiğinde kabullenip sevdiğim yanları annem olmasından bağımsız. aynı evde yaşamaya gelince, bir yatak ve bir duş olan her yerde yaşarım cümlemi geri alıyorum. o ev merkezde, istediğim zaman kalabileceğim ama üçüncü günden sonra kendim olacak alan bulamayacağım şekilde dururken olmuyor. üstelik 14 sene olmuş o evden çıkalı kapısından her seferinde başka biri olarak girip, başka insanlarla karşılaşıyorum.

    üstelik her seferinde o evden çıkıp başka evlere gidiyorum. gidip döndüğüm yer coğrafi konumu sabit olsa da her dönüşümde değişiyor. nasıl anlatılır ki bu? içinden çıkmadığım bir yerleşiklik ya da kendimden kaçtığım bir çeşit göçebelik gibi

    sahi insan niye göç ediyor? hatta insanı geçtim, bundan milyonlarca yıl önce neandartaller endonezya'dan kafkasya'ya kadar niye gitmiş kaynak mı bitmiş? o kadar az nüfusla sanmam. yeryüzüne fırlatılmışsak, esnekliğimiz yüzünden lastik top gibi sekiyoruz.

    "... ancak şunu biliyorum ki kuşlar ve dört ayaklı hayvanların göç etme güdülerine yakın bir şey hem uluslara hem de bireylere dönem dönem ya da kalıcı olarak etki eder." diyor henry david thoreau, yürüme'de, nil sakman ise cevapsız kalan ilk ontolojik sorunun "dünyaya gelen bir bebek neden ağlar?" olması gerektiğini iddia ediyor.

    ilk evimden/ana rahminden çıktığım an, o soru cevapsız kaldığı için mi o güdüyü asla bastıramıyorum?

    edit: 3 sene olmuş bu cephede yeni bir şey yok
  • evindeyken evini arama durumu.
  • ev idesine duyulan kuşkusuz güvenden kaynaklanır.
    (bkz: felsefedeki problemler dildeki problemlerdir)
hesabın var mı? giriş yap