*

75 entry daha
  • bir süredir düşündüğüm bir alışkanlığım var ve kendimi sizin önünüzde eleştirmeye geldim.

    neredeyse 10 yıldır psikoloji okuyorum. yani sosyal bilimlerin içindeyim ve kendime edinmeye çalıştığım bir bilim insanı kimliğim var. sırf doktora yapıyorum diye bilim insanı olabileceğime inanmıyorum. özellikle de sosyal bilimlerde bilim insanı kimliği edinmek bana daha zor geliyor; çünkü canlılarla çok içli dışlı disiplinlerde etik, kültür, kişisel değerler, önyargılar, kalıpyargılar, zaman ve bağlam gibi bir sürü değişken işin içine giriyor ve nesnel bir değerlendirmede bulunmak çok zor hale geliyor. derslerde yıllardır tartıştığımız bir durum var. sosyal bilimlerin tümüne genellemeyeyim ama, psikoloji alanında yapılmış hemen her araştırmanın sonuçları istatistiksel olarak anlamlıdır. basitçe anlatmam gerekirse, bulunan her değişim ve fark rastlantıya bağlı olarak değil de gerçekten var oldukları için bulunmuştur. istatistiksel olarak anlamlı bir farkın gerçekten önemli olup olmadığı ve pratikte de anlamlı olup olmayacağı da ayrı bir tartışma konusu tabii. neyse, lafı uzatıyorum yine. yani aslında sonucu "anlamlı" bulunan çalışmalar yayımlanır. anlamlı olmayan sonuçların bir önem taşımadığı düşünülerek rapor edilmez çoğunlukla. en azından üstünde durulmaz. eğer rastlantıya bağlı olarak değil de gerçekten anlamlı bir fark olmadığı için anlamlı bulunmayan sonuçlar elde ediyorsak bunları rapor etmekten neden kaçınıyoruz öyleyse? bunun birkaç haklı nedeni var. araştırma sorularımız ve hipotezlerimiz yanlış olabilir ve en başa dönüp düzeltmemiz gerekir. araştırma sorularımız ve hipotezlerimiz ile metodolojimiz uyumlu olmayabilir ve yeni bir metodoloji seçmemiz gerekir. her şeyi en baştan tek tek gözden geçirdikten ve gerekiyorsa düzeltme yaptıktan sonra tüm araştırmayı yeniden yapmamız gerekir. deneylerden aldığımız sonuçların rastlantı eseri olmadığını kanıtlamak için bazen defalarca yapmamız, hatta deney ve kontrol grupları kullanarak yapmamız gerekir ki bilimsel geçerliğinden ve güvenirliğinden emin olduğumuz sonuçlar elde edebilelim.

    ama size bir şey diyeyim mi? psikoloji alanında bu tam bir eziyet. psikoloji içinde de seçtiğim alan itibariyle insan katılımcılarla çalışıyorum. nicel de olsa, nitel de olsa bir araştırma yapacaksanız belirli bir katılımcı sayısına ulaşmanız gerekiyor ve çalışmalara katılacak gönüllü insan bulmak bazen tam bir eziyete dönüşüyor. proje desteğiniz ya da herhangi bir yerden ödeneğiniz yoksa hemen her şeyi (ör: anket, ulaşım, teknik destek vs.) cebinizden ödüyorsunuz. insanların karşısında yavru kedi gibi "çalışmama katılır mısınız?" diye gözlerinizi büyütmek de ayrı bir dert. sonra tüm o verileri istatistik programına girmek ayrı bir işkence. hal böyle olunca birbirinin aynısı, arada anlamlı bir fark çıkacağı neredeyse kesin çalışmalar yapılıp duruyor. farklı bir araştırma tasarlamak hem sıkıntılı, hem de eleştiriye çok açık olduğu için yıpratıcı. ödenek bulma meselesine girmiyorum bile. lafı yine gereksiz uzattım. benim bu noktada söylemek istediğim şey, psikologların ve belki de tüm sosyal bilimcilerin arada sürekli olarak bir fark aramaya meyilli oldukları ve anlamlı olmayan sonuçları da görmezden gelmeleriydi.

    aslında bu eğilimin beni sürekli olarak bir sorun arayıp onu çözme isteği olarak ortaya çıktığını fark ettim bir süre önce. belki her yerde sorun vardır; ama bu biraz da nasıl tanımladığınıza bağlı.

    neredeyse 3 senedir japonya'da yaşıyorum ve her ne kadar çok büyük bir istekle ve önceden bir sürü araştırma yapıp gelmiş olsam da beni şaşırtacak bir sürü şey çıkarıyor karşıma her gün. kültürü sevsem bile anlamadığım ve anlamlandıramadığım bir sürü şeyle karşılaşıyorum. şaşkınlık ve bazen de kızgınlık hissediyorum. evet, kültür şoku yaşıyorum da diyebilirsiniz; ama bundan bağımsız olarak da, artık ne kadar olabilirse, kültürü anlamaya ve tanımaya çalışıyorum. türkiye'den çok farklı. türkiye gibi, sevdiğim ve sevmediğim tarafları var. bazen eleştirdiğim, bazen de hayranlık duyduğum şeyler var. belki de elimde olmadan, bilimle uğraşmanın verdiği bir alışkanlıkla toplumdaki her şeyi kuramlarla açıklayıp formüle etmeye çalışıyorum. okuyorum; gözlemliyorum. kendimce sorunları tespit edip çözümler üretmeye çalışıyorum. tabii bunların hepsi aklımın içinde gerçekleşiyor. birkaç gün babama da bunları anlatıyordum. konuştuğumuz konu japonların toplumsal kurallarıydı. yalnızca türklerden değil, pek çok yabancı öğrenciden de japonya'da çok fazla kural olduğunu duymuş ve onların şikayetlerini dinlemiştim. hemen herkes bazı kuralların çok gereksiz olduğu ve işlerin yürümesini yavaşlattığı konusunda hemfikir. konuşmanın sonunda babama "bunun değişmesi gerekmez mi? bence böylesi kurallar insanların üzerinde büyük bir baskı yaratarak yaşamdan aldıkları doyumu düşürüyor ki zaten japonya 2016'da dünyanın en mutlu ülkeleri sıralamasında da 51. sıradaymış. refah seviyesi böyle yüksek bir ülke için düşük bir sıralama" diye bir yorum yaptım. "sana göre öyle" dedi babam. "sana göre sorun" dedi. "olur mu hiç? araştırma sonuçlarını okuyorum ben" dedim. babam da "işleyen bir sistem var. bir kamu düzeni kurmuşlar ve görülen o ki sistem düzgün" dedi. "e tamam da sistemin aksayan bir sürü yanı da var. hem ortada başka sorunlar da var. nüfus yaşlanıyor ve önem alınması gerekiyor. oysa hükumet bu konuda hiçbir değişikliğe de gitmiyor" dedim kızgınca. "japonlar her şeyi en ince ayrıntısına kadar hesaplayıp işleri yavaş yavaş gerçekleştiriyorlar ki bence doğru olan da bu. her şeyi bir anda değiştirip bir anda sonuç alamazsın. kurulan düzenin sonuçlarını almak öyle kısa sürmez. adamlar sistemlerini öyle kurmuşlar. türkiye'nin durumu ortada. türkiye'de sistem, sistemsizlik" dedi sonra. "ama..." diye kalakaldım. "bunlar sana göre sorun. oysa her şeyi hesaplayarak gidiyorlar ve ortada işleyen bir sistem var" dedi.

    iyice kızmıştım; çünkü haklıydı aslında. düşündürdü.

    kapatırken "amacım sırf eleştirmek için eleştirmek değil. var olan sorunları tespit edip çözüm üretmek baba, ne bileyim. bana ne oluyorsa? japon bile değilim" dediğimde "sen yaşama karşı sorumluluk hissediyorsun, nerede bulunduğun önemli değil" dedi. bu da ayrıca düşündürdü.

    bilemiyorum. bu konuşmadan beri kendi bilim insanı kimliğimi sorguluyorum. çiğdem kağıtçıbaşı, bilim insanlarının bile kendi kültürlerinden bağımsız düşünülemeyeceğini söylüyor. hakkı var; ama kültürümüzden bağımsız düşünemesek bile kültürümüzün, değerlerimizin, önyargılarımın, kalıpyargılarımızın ve ahlak anlayışımızın farkında olarak yaklaşabiliriz konuya diye düşünüyorum. türkiye'deki sistemsizliği ne kadar eleştirsem de sistemin sürekli değiştilmesini de kanıksamış ve bir şey -bence- yanlış gidiyorsa çat diye değiştirmeye meyilli hale gelmişim. sonuçlarını görecek kadar beklemek aklımın ucundan bile geçmemiş. pek çok şeyi sorun olarak ele almaya meyilli olduğumu fark etmiştim; ama bunun üzerine hiç böyle derin düşünmemiştim. üzerine düşünmem ve belki de aşmam gereken yeni bir alışkanlığımı tespit etmiş bulunuyorum. belki ileride bununla ilgili de yazarım, eğer aydınlanabilirsem.

    sosyal bilimler çok yorucu. çok ama çok fazla değişken var ve bunlar zamana, kültüre, kişiye, bağlama göre bile değişebiliyor. her şeyden öncede de sosyal bilimcinin kendisi değişiyor ve kendisini bilmesi gerekiyor. bazen onca düşüncenin arasında çıldıracak gibi oluyorum. keşke ortaokuldan lisede alan seçmeye kadar geçen dönemde bana "sayısal seç. mühendislik oku. elektrik elektronik mühendisi ol. onu istemiyorsan bilgisayar olsun. makine de olur" diye tutturan babamı dinleyip mühendislik okusaydım diyorum bazen. her şey çok daha kolay olabilirdi.
49 entry daha
hesabın var mı? giriş yap