• hegel felsefesinin temelini olusturan eser... geleneksel kıta felsefesinin ulastigi son nokta...(bkz: georg wilhelm friedrich hegel)
  • tinin özyaşamöyküsü. deneyimin bilimi. döne döne saldıran aslan.

    başa bir şey gelir. bu şey dibine kadar anlatılırken çelişkilerle karşılaşılır ve aynı şey başka başka biçemlerde başa gelir: antigone isyan eder, roma imparatorluğu çöker, fransızlar devrim yapar... gel zaman git zaman, kojève'in bu kitap üstüne verdiği ünlü dersler basılırken queneau'nun notları esas alınır.

    (bkz: biçem alıştırmaları)
    (bkz: tarih tefekkürden ibarettir)
    (bkz: al pacino çok şakacısın yaklaşımı)
  • bu kitabın hakkını vermek için okumak yetmez, okuyup biriktirmek, bazen cümleleri teker teker yazıp üzerine düşünmek; belki düşüne düşüne onları anlamsızlaştırmak ve bütün anlama yargımızı ters düz etmek gerekir. ne de olsa bu kitap bir dairedir ve bizim de o dairenin çevresinde bilincimizi yıkarak dönmemiz istenir.
  • dairesel olup olmadigi konusunda tekrar dusunulmelidir; belki flashback'lerle orulu oldugunu soylemek daha dogru olacaktir. tarih basa donmez asla ne de olsa, tekerrur ettiginde bile bir onceki anindan bir farki vardir ve bu farki yaratan da giderek artan ozbilinctir. eger tinin ozyasamoykusu olarak bakarsak, kitabin duyu algilamasi ile baslamasi sasirtici degil; uyandigimizda gozumuzu acariz, sonra butun bir tarih bilincimize dolar..
  • modern felsefedeki bazı eserlerin adını düşünün. anlama yetisi üzerine incelemeler, tezler, vesaireler, aklın kritiği, kurcuklanması ve benzerleri. descartes’tan locke'a, hume’dan kant’a, bu beyler de tıpkı kendilerinden önceki filozoflar gibi kesin* bilginin peşindeymiş. ama durup demiş ki bu adamlar, “evren akılla kavranılabilir bir şey olsa gerek, lakin bunu anlamak için önce şu zihinlerimize bir bakalım hele, bunu yapabileceğe benziyor mu”. çünkü eğer zihnimizde bu ışığı göremezlerse, kavrama hayalleri de toz olup uçacak, adamlar da boş yere de yormayacaklar kafalarını. efendi gibi birer meslek edinecek, eve ekmek getirecekler. ya da süreç sonunda yorgun düşerlerse, en azından kendilerinden sonra gelen nesillere “gençler biz de gençken denedik, olmuyor, koyun götüne” mesajını iletebilecekler.

    ama bu çaresizlik yoluna baş koymuş felsefecilerin hiçbiri kötümser başlamamış incelemelerine. bu adamlara göre, böyle bir incelemeye girişmek için oyundan çıkıp, şeylerden elini ayağını çekip, kendi zihnini seyreylemen gerekirmiş. işte hegel bu görüşü, fenomenoloji’nin girişiyle birlikte “doğal varsayım” etiketiyle, metnin içerisinde de doğal bilince giydirdiği (belirli bilme biçimleri) elbisesiyle paragraf paragraf dolaştırarak teşhir eder. önce şunu söyler: böyle bir varsayım düşünceyi, bilişi* bir alet* ya da ortam* olarak görür. oysaki bununla birlikte şunu derhal çakmaları gerekir: onu ister bilgi nesnesine uygulanacak bir alet, ister bilgi nesnesinin bize verili olduğu bir ortam olarak düşünelim, bilişimiz nesneyi olduğu gibi bırakmayacaktır. diğer taraftan, aletin ya da ortamın etkisini bulduğum sonuçtan çıkartmayı düşünecek kadar cinsem, bu kez de bu etki hesaptan düştüğünde zaten başlamış olduğum yere geri döneceğimi, ya da bilgi nesnesini, müdahale etmek suretiyle, yeniden değiştireceğimi de görebilmeliyim. hem olayımız aletin etkisini değil, `die sache selbst`i bilmek. neyse, bunu bu arkadaşlar arasında da gören görmüş zaten. ama bu varsayımla hareket ettiğimiz sürece zihnimizi—maalesef yine zihnimiz aracılığıyla—ne kadar kurcuklasak da gerçeklikle kucaklaştıramayacak, hep “yok abi, bildiğim şey yalnızca benim bilişim, mutlak hakikat apayrı bir şey" hezeyanıyla birlikte şüphenin kollarına bırakacağız.

    bunu tekrar edeyim, mesele bilmenin kendisi olunca, iş daha da belalı oluyor. çünkü “bilmenin incelenmesi ancak bilme edimiyle yürütülebilir. bu sözüm ona aleti [yani bilmeyi] incelemek ise onu bilmekle aynı şeydir. bilmeden önce bilmeye çalışmak ise yüzmeyi öğrenmeden suya girmem arkadaş diyen cin skolastiğin bu bilgece kararı kadar absürttür.”* yani bilmenin ne olduğunu bilmeye çalışmak gibi kafa yedirtici bir durum var ortada. daha da ötesi “gerçeği bilmeye muktedir miyim” sorusundan zorunlu olarak “gerçeği bilmeye muktedir olup olmadığımı bilmeye muktedir miyim” sorusuna geçiyorsunuz. ve bu sorularınızı uzatıp birlikte fezaya kadar gitmeye muktedirsiniz.

    dahası adı geçen bu iyi niyetli ve moderen beyefendilerin aklındaki şey, dayanaksız bir dayanak, varsayımsız bir temel bulabilmekti genel olarak. gel gör ki mutlağın ya da şeyin kendisinin bilişimden başka olduğunu, nesnelerden elini ayağını çekebileceğini, sonra da bilmeye dair elde edilen bilgiyi menşei meçhul bir mezurayla ölçeceğini düşünmek hiç de fena varsayımlar değildi hegel için. hatta fenomenolojiyi bu varsayımlardan özellikle sonuncusunu bertaraf edebilmek için yazmıştı desek yeridir. doğru bilgi için elimizde bir ölçüt olması gerekir evet. ama bu ölçüt ne dışarıdan sipariş edilebilir, ne de kendisi ölçülmeden önden varsayılabilir. ölçütü ölçmek için ölçüt bulma sürecinin de bir sonu yok maalesef. bilme kendi boyunun ölçüsünü ancak kendisi, bilerek alabilir.

    kısacası fenomenoloji şunu söylüyor bilme peşindeki bilince. “kardeşlik … boş ver, işi oluruna bırak.”* bırak bunlarla kendi kendine cebelleşmeyi. yanlışa düşerim diye korkma, hatadan korkan, hakikatten korkar. gir bakalım bir suya, gerisini seve seve öğreneceksin zaten.
  • duyu-pelinliği**

    hayvanlar, bebekler, ve kafayı iyiden iyiye sıyırmışlar. hayat bunlara güzel. neden, çünkü hiçbir bilgi iddiaları yok. neden yok, çünkü dünyadan ayrışmamışlar daha. dönüp arkalarına bakmaya tenezzül etmiyorlar. neyim ben, nereden geldim, bu dünya bu beden nedir diye merak etmiyorlar. sıradan insan ise edemiyor, nesnesini karşısına koyuyor. sonra çık içinden çıkabilirsen. eviriyor, çeviriyor, nesnesini tam olarak bilemiyor bir türlü. hakikat dile gelse de ne olduğunu anlatabilse keşke. nesneden uzakta hep bir şeyler eksik, ne bir avuntu ne de biraz ümit, nedir bu sessizlik…

    yıllar yıllar önce birisiyle tanıştım. hakikati anlattı bana. berchtesgaden alpleri’nin orta yerindeki königseediye şahane turistik bir yerdi. biraz yukarı çıkıp manzaraya tepeden bakayım istedim. fred de oralarda kendi başına takılan bir adamdı, tam adı fred james. böyle salaş, kirli sakallı, tütün kokulu, mor tırnaklı, bandanalı bir abi. mahallenin kedisi olur ya, orası fred’in mekanıydı belli. fred’in türk olduğunu düşünüp yanaştım. konuşkan bir tip olduğu için cigara tuttu. ardından derin bir muhabbete daldık. aslında yaşım oldukça küçüktü. yeni yeni felsefeyle ilgilenmeye başlamıştım. felsefeye ilgili olduğumu duyunca güldü yandan yandan. ama heyecanlandığı belliydi.

    bir süre konuştuk. hoşuna gitmedi söylediklerim. bana dedi ki, “sen kavramlarda mı saklı sanıyorsun hayatı, hakikatı? kavramlar gridir dedi, yaşam ise bir ağaç gibi parlak ve yeşil. “nedir abi o zaman hakikat, n’olur anlat bana” dedim. “senin sorunun bu zaten” dostım dedi, anlatılmaz ki” dedi. niye ki dedim? durup avuçları yukarı bakacak şekilde kollarını kaldırdı. manzara müthişti. “çünkü hakikat bu” dedi. “biraz açar mısın” dedim. olay da o zaten dedi, bütün açıklığıyla, bütün zenginliğiyle bu birlikten bahsediyorum işte dedi. kavramlar bu biricikliği veremezmiş. kavramlar başka başka şeylere ortak uygulandığı için bir şeyleri ıskalarmış hep. oysa hakikat tüm çıplaklığıyla önünde dedi. bunu hissedemiyor musun? diye sordu. bu histen daha hakikisi yoktur dedi. önümdeki şeyi mi kastediyorsun, yoksa hissettiğimi mi diye sordum safça. “yahu bunu kastediyorum” dedi. parmağıyla yerdeki kelebeği işaret ediyor sandım. şunu mu dedim? yahu ne fark eder dedi, bu işte diye bağırdı, ha bu, ha şu. hakikat bu diyen onda mıydı, işaret ettiği şeyde mi? bir sürü bu vardı etrafta, daha doğrusu bunlar vardı. hepsi farklıydı, ama hepsi buydu. kafamın karıştığını anlamıştı. bak dedi, “burada hissettiğim şeydir hakikat” dedi. o zaman buradaki şey değil dedim soru sorar gibi. herkesin bir popisi olduğu gibi herkesin bir buradası vardı. benim buradamda fred’in arkasındaki st. bartholomew kilisesi vardı. onun buradasında ise benim arkamdaki dağlar. hepsi birer buradaydı ve burada olmaları bakımından hiçbir farkları yoktu. o sırada burada ve şimdi diyordu defalarca tekrarlayarak. fred’in aslında biraz sıyırmış bir insan olduğunu düşünmeye başlamıştım. yine de konsantre olmaya çalışıyordum. burada ve şimdiler akıp gidiyordu. hepsi aynıydı ve hepsi farklı. bunu söyleyince, dedi ki, iyi de, ben buradayım ve şimdiyim. bu hakikati hissediyorum. ben şimdi ve burada bu hakikatim. ben de şimdi ve burada bu hakikat olayım istiyordum. benim neyim eksikti ki, o da bir bendi ben de bir ben. kafam iyiden iyiye karışmıştı. hakikatin biricikliği falan kalmamıştı. sanki her türlü içeriği içine almaya hazır cömert bir fahişeye dönüşmüştü. kavramın en çirkini, tümelin en tatsızı olup çıkmış bir çöp tenekesiydi benim gözümde. ne şimdide, ne burada, ne de bende, bu anın biricikliğini anlatan hiç ama hiçbir şey yoktu. peki hissettiğim, bu kadar yoğun bir kesinlikle emin olduğum şey, bütün bu zenginlik, bundan ibaret miydi? nayır nolamazdı, tam aksine somut bir şeydi, rengarenkti, cıvıl cıvıldı, bu değildi hayır. acaba konuşmamak, susmak, anı yakalamak, yaşamak mı gerekiyordu? her şey bu akışta mı gizliydi? tıpkı bir hayvan, bir bebek, bir deli gibi? ama geri dönüş de yok gibiydi, bir kez almıştık onu karşımıza ve en azından kendimize bu bildiğimizi iddia ettiğimiz şeyin ne olduğunu anlatmamız gerekiyordu.

    iki güzel kız bulunduğumuz yere yaklaştı tam o sırada. benden sıkılmış olan fred, “eleman, sen yavaştan kaybol bakiym” dedi. bir an kendime geldim, bu fred türkçe’yi nereden biliyordu? neye uğradığımı şaşırıp arkama döndüm. akış makış da yalan olmuştu. kafası iyi, gözleri fıldır fıldır, mor tırnağını tırnağıyla yontan fred’den çoktan tiksinmiş, benim hakikatimden ırak olsun istemiş, akışa ölesiye yabancılaşmıştım. tam gidecekken, “şişt baksana, biraz bozuğun var mı” diye sinyal çekti bana. alelacele çıkardım cebimdekileri. sonra koşar adım uzaklaştım. adı cemil ferit’miş aslında, sonradan öğrendim. belli ki bu hayat beni daha çok kereler hayal kırıklığına uğratacaktı...*
  • kutsal kitaptır. ama mevcut dinimizin kutsal kitabı gibi, tarafınıza 40'ından sonra tebliğ olunursa ancak o zaman yeterince sindirilebilir.

    gerçi ben 40'ına gelmedim, belki o zaman dahi sindiremem. ama 100 sayfa ilerleyebilince dahi yeterince hayranlık uyandırıyor.
  • hakkında eyüp ali kılıçaslan'ın 15 ocak 2020 tarihli etkinlikte konuştuğu eser.

    izlemek isteyenler için link.
hesabın var mı? giriş yap