*

  • senaryosu jacques prévert'e ait bir marcel carné filmi. tüm durağanlığına rağmen karakterleri sevilesi, sonu epey hüzünlü bir film. kimsenin dinlemediği bir ressam vardır ki filmin en şiirsel karakteridir: "i painted flowers, women and children. it's like i painted the crime right into them. i'd see crime in a rose."
  • atonement ile hatırladığımız film. #16210775

    --- spoiler ---
    izleyince insan gülse mi bilemiyor, zeki müren tipli lauren diye bir gangsterimiz var ki evlere şenlik. silahı olmayınca kuzuya dönüşen bir kurt. böyle diğer gangster arkadaşlarıyla çarpışan otolara biniyor, insanların şapkalarına vurarak düşürmeye çalışıyor! sonra da esas adam, bizdeki gibi efektli yumruklar yerine iki tokat atıyor buna gözleri doluyor lauren'in.
    bir tek 17 yaşındaki kızımızla tanışma sahneleri güzeldi, sonradan "ben konuşmayı sevmem" diyen cool askerimizin bir anda dili çözüldü, eli ayağı dolaştı. acaip bir film...
    --- spoiler ---
  • akımın en önemli senarist ve yönetmenini barındırmakla kalmayıp en önemli üç oyuncusunu, jean gabin-michel simon-michèle morgan, da içeren filmdir. akımı en iyileriyle temsil eden film diyebiliriz.
  • a pretty girl who loves life, is like a man making a bid for freedom. the world is against them; they get hunted down.
  • yazılmamış.
    film esasen pierre dumarchais'nin, romanlarında kullandığı ve daha çok bilinen ismiyle pierre mac orlan'ın, türkçeye de 'sisler rıhtımı' ismiyle çevrilen romanından uyarlamadır.
  • marcel carne'nın 1938 yapimli siirsel gercekci filmi. böyle dememe ragmen 21.yy insanı icin maalesef epey komik ve egzajere sahneler mevcuttur.. "o yıla gore cok iyi film" gibi bir elestiri kabul edemiyorum cunku 20'ler ve 30'larda öyle filmler var ki bunu soylemekten caydim dogrusu.. jean gabin abimiz "la bete humaine" filminde oldugu gibi yine bir la havre sehri hikayesi ile karsimiza cıkıyor.. ask filmlerinin yagiz delikanlısı bu sefer bir asker kacagi ve elbette asık oluyor.. film boyunca sanırım hikaye kurgusunun oturmayisindan kaynakli, tam odaklangi noktayi cozememis bir film gordum. yine de, ressam beyefendi icin, o tatlı kopek icin ve benim gibi eski filmlerde tarihi yasamayı seven, o dönem ve atmosfere ilgi duyan herkes icin izlenebilir bir filmdir.
  • carne ve prevert ikilisine les enfants du paradis'te (bkz: #144395555) bayıldığım için bu filme de çok hevesli gittim. ama itiraf etmek gerekirse biraz hayal kırıklığına uğradım. oyunculuklar abartılı, diyaloglar yer yer gücünü hissettirse de işte budur dedirtmiyor. bir de sisli ortam bana oldukça yapay geldi. daha gizemli bir atmosfer bekliyordum. jean'ın aydınlanmayan geçmişi haricinde bunu hissedemedik.
    jean asker olduğu için bir şekilde hemingway tarzı bir hikaye de bekliyordum. belki de beklentilerle gitmek çok da iyi bir fikir değildi.
    filmdeki favori karakterlerim panama, ressam ve köpekti. panama ve ressam'ın yalnız kaldığı ve sonrasında ressamın barı terk ettiği sahne etkileyiciydi. ve ressamı nereye gittiğini sorduklarında, panama'nın yanıtı:
    "insanlar geçip giderler"

    son olarak kim söyledi bulamadım ama birileri, savaşı, bu filmin finali yüzünden kaybettik demişti. bulursam onu da eklerim. filmlerin bulundukları dönemden etkilenmeleri zaten beklenen bir şeydir de böyle bir ters yönlü etkileşim yorumu, gerçekten ilginç.

    ekleme: yukarıda bahsettiğim yorumu senem erdine'nin şiirsel gerçekçilik yazısından hatırlıyormuşum. tam hâli şöyle

    marcel carne ve yazar ortaği prevert de birlikte yaptıkları iki film nedeniyle faşizme hizmet etmekle suçlanırlar. bunlardan biri tıpkı münih anlaşması sonrasındaki avrupa gibi kaçınılmaz ve trajik bir sona sürüklenen bir karakterin hikayesini anlatan le jour se leve, öbürü de bir hükümet sözcüsünün "savaşı kaybettiysek sisler rıhtımı yüzündendir" şeklindeki meşhur demecine konu olan le quau dees brumes. marcel carne'nin buna cevabı şöyledir:"fırtına için barometreyi suçlayamazsınız"
    ...
    bu bölümü okuyunca aklıma panama'nın sabitlenmiş barometresi geldi. dışarıda hava hep sisli ve kötü de olsa, yolunu kaybetmişlerin sığındağındaki barometre hep sabitti. içeri girerkenki şart da havadan bahsetmemekti. carne'nin yanıtı şimdi daha anlamlı.
  • şiirsel gerçekçiliğin başlangıç filmi olmasa da akımı tanımlayan, adeta somutlaştıran ve şiirsel gerçekçekliğe dair tüm cevapları barındırması nedeniyle sinemadaki yeri ayrı ve mühim olan bir marcel carne filmi. bugün ''şiirsel gerçekçiliğin öne çıkan özellikleri nedir?'' diye sorduğumuzda, sadece sisler rıhtımı'nı düşünerek cevap versek, soruya eksiksiz şekilde cevap vermiş oluyoruz.

    şiirsel gerçekçi filmlerde gökyüzü kapalı ve/veya yağmurlu, filmin genel havası ise kasvetli olur.
    görsel
    görsel
    görsel

    iç mekanlar, insanları yalnızlık hissiyle dolduran, melankoli yuvası, umudun hiç uğramadığı gibi barınması da mümkün olmayan yerlerdir.
    görsel
    görsel

    aynı zamanda kıyılarda köşelerde kalmış, köhne yerlerdir.
    görsel
    görsel
    görsel

    loş ışıklar ruhumuzu aydınlatır.
    görsel
    görsel
    görsel

    carne'ye göre, hâliyle sisler rıhtımı'na göre, yaşam yalnızlık ve umutsuzluk doludur. bu yüzden bazen başkarakter, bazen de yan karakterlerden biri intihara eğilimli olur. sisler rıhtımı'nda carne, yaşamdaki mutsuzluğu ve bu meyyali ressam karakterine yüklemiş, filmdeki kısa varlığına rağmen şiirsel gerçekçiliğin ihtiva ettiği tüm hüznü diyaloglar vasıtası ile seyirciye aktarmıştır. ressam şöyle der:

    ''çiçekleri, kadınları ve çocukları döktüm resmime. sanki günahlarını da resmediyordum. güle bakınca bile günah görüyorum.''

    ''bir ağaçtan daha basit ne olabilir ki? fakat ne zaman çizsem kenarlarda sorun yaşıyorum. çünkü ağacın arkasında saklanan bir şeyler oluyor. cisimlerin ardını göremedikçe resim yapamam. bana göre yüzen birisi her an boğulmak üzeredir.''

    tüm bunları bir araya toplayınca, şaşırtıcı olmayacak şekilde, filmlerde nadiren mutlu son olur, geneli mutsuz sonla biter. zaten şiirsel gerçekçilik, toplumsal sorunların lirik bir şekilde anlatılmasıdır. anlatı ne kadar hüzünlü ve şairane olursa olsun, filmlerdeki karakterler alt sınıftan, işsiz, yoksul, kaçak, gelecekten beklentisini yitirmiş karakterler oldukları için hikâyeleri de filmdeki gerçekliğe uygun bir sonla biter. tıpkı sisler rıhtımı'nda olduğu gibi.
hesabın var mı? giriş yap