• amerikalı bir şair. kandil ışık vermek için değil / geceye şahitlik etmek için yanar...
  • "there is so much sweetness in children’s voices,
    and so much discontent at the end of day,
    and so much satisfaction when a train goes by." *

    dizelerini çok sevdiğim, yakın bir zamanda hayatını kaybeden şair.
  • şeyleri (kavramları, keşifleri…) yaratmadığımız, ama onları hatırladığımız düşüncesi eski gnostik bir inançtır. karanlık tarafı en iyi hatırlayanlar içerisinde en iyi tanıdığım avrupalılar arasında robert louis stevenson, joseph condrad ve carl jung var. onların bir kaç fikrine değinecek ve kendi düşüncelerimden de bir kaçını ekleyeceğim.

    önce kişisel gölgeden bahsedelim. bir ya da iki yaşlarındayken, 360-derece kişilik olarak hayal edebileceğimiz bir şeye sahiptik. bedenimizin ve psişemizin her parçasından dışarı doğru enerji yayılıyordu. koşan bir çocuk, yaşayan bir enerji küresidir. evet, bir enerji küresine sahiptik, ama bir gün ebeveynlerimizin bu kürenin belirli parçalarını sevmediklerini fark ettik. şöyle şeyler söylediler: “biraz duramaz mısın?” ya da “kardeşini öldürmeye çalışmak hoş bir şey değil.” arkamızda görünmez bir çuval vardı ve ebeveynlerimizin sevmediği parçalarımızı, onların sevgisine sahip olabilmek adına bu çuvalın içerisine koyduk. okula başladığımızda bu çuval zaten kocaman olmuş oluyor. sonra da öğretmenlerimiz başlıyor: “iyi çocuklar böyle küçük şeylere öfkelenmez.” biz de öfkemizi alıp bu çuvalın içine koyuyoruz. ben ve kardeşim on iki yaşımıza bastığımızda, minnesota’nın madison kasabasında “iyi bly oğlanları” olarak bilinirdik. çuvallarımız çoktan bir kilometre uzunluğundaydı bile.

    sonrasında ise lise yılları boyunca bu çuvalı doldurmaya devam ederiz. artık bize baskı uygulayanlar ebeveynlerimiz değil, kendi yaşıtlarımızdır. yani yetişkinlerle ilgili geliştirdiğimiz paranoya bir süreliğine yer değiştirir. lise yıllarım boyunca, basketbol oyuncuları gibi olabilmek adına yalan söyledim. yavaş olduğum her şey o çuvalın içine girdi. şimdi de oğullarım bu süreçten geçiyorlar; onlardan daha büyük olan kızlarımın da bunu deneyimlediklerine tanık oldum. ne kadar çok şeyi bu çuvala soktuklarını endişeyle izledim, ama annelerinin ya da benim yapabileceğimiz bir şey yoktu. kızlarım çoğunlukla güzelliğe odaklı moda ve fikirlerle karar aldılar ve kızlardan da, en az erkeklerden gördükleri kadar zarar gördüler.

    yani diyorum ki, yirmi yaşınıza geldiğinizde o enerji küresinden geriye sadece bir dilim kalıyor. ince bir dilimle kalan bir adamı hayal edelim -geri kalan her şeyi o çuvalın içerisinde- ve bir kadınla tanıştığını düşünelim; ikisi de yirmi dört yaşında olsun. kadının da geriye ince, zarif bir dilimi kalmış. bir törenle birleşiyorlar ve bu iki dilimin birleşimine evlilik deniyor. bir araya geldiklerinde dahi bu bir birey etmiyor! çuval büyük olduğunda evlilik, balayında yalnızlığı beraberinde getirir. elbette ki bununla ilgili yalan söyleriz. “balayın nasıl gidiyor?” “muhteşem, seninki?”

    farklı kültürler çuvallarını farklı içeriklerle doldurur. hristiyan kültüründe cinsellik çuvala girer. onunla beraber de büyük ölçüde kendiliğindenlik ve doğallık. bununla beraber, marie louise von franz bizi ilkel kültürlerin hiç çuvalı olmadığını düşünmeye yönelmemiz konusunda uyarıyor. ona göre ilkel kültürlerin farklı, hatta bazen daha büyük çuvalları var. onlar da bireyselliklerini ya da yaratıcılıklarını bu çuvala koyabiliyorlar. antropologların “birlik gücü” ya da “gizemli topluluk zihni” olarak ifade ettikleri şey kulağa hoş geliyor olabilir, ama bu, kabile insanlarının bildiği tek şeyin aynı şey olduğu ve başka bir şey de bilmiyor oldukları anlamına gelebilir. çuvalın büyüklüğünün tüm insanlar için aynı olması çok olası.

    yirmi yaşımıza kadar hayatımızı çuvalın içerisine hangi parçalarımızı koyacağımıza karar vererek, geri kalanını ise bu parçalarımızı tekrardan dışarı çıkarmaya çalışarak geçiriyoruz. bazen bu parçaları geri çıkarmak imkansız gibi görünür, sanki çuval mühürlenmiştir. çuvalın mühürlenmiş olduğunu düşünün -o zaman ne olur? harika bir 19. yüzyıl hikâyesi bunun hakkında bir fikre sahip. bir gece robert louis stevenson uyandı ve karısına, gördüğü rüyanın bir kısmını anlattı. kadın, bunu yazması için ısrar etti; o da yazdı ve bu rüya “dr. jekyll ve mr. hyde” oldu. kişiliğimizin daha iyi tarafı, idealist kültürümüz içerisinde gittikçe “daha iyi” olmaya başlar. batılı adam, örneğin bağımsız bir doktor olabilir, her zaman başkalarının iyiliğini düşünür. ahlaki ve etik olarak harika bir insandır. fakat çuvaldaki madde kendi kendine bir kişilik kazanmaya başlar; göz ardı edilemez. hikâyeye göre, çuvalda kilitli kalan bu madde bir gün şehrin başka bir yerinde ortaya çıkar. çuvaldaki bu madde öfkeli hissetmektedir ve ona baktığınızda onun bir maymuna benzediğini ve bir maymun gibi hareket ettiğini görürsünüz.

    hikâye bize şunu söyler: bir parçamızı bu çuvala koyduğumuzda o parçamız daha ilkel bir hale dönüşür. barbarlığa doğru geriye bir evrim gösterir. genç bir adamın yirmi yaşındayken bir çuvalı mühürlediğini ve on beş ya da yirmi yıl bekleyip onu açtığını farz edin. ne bulacak? maalesef, çuvala koyduğu cinselliği, vahşiliği, güdüsel davranışı, öfkesi ve özgürlüğü, bunların hepsini ilkel bir hale dönüşmüş bir şekilde bulur; bu parçalar sadece ilkel değildir, aynı zamanda çuvalı açan kişiye de düşmansı bir tavır sergilerler. çuvalını kırk-beş yaşında açan bir adam ya da kadın korku hisseder. göz ucuyla bakar ve yoldan geçen bir maymunun gölgesini fark eder; bunu gören herkes dehşete kapılacaktır.

    sanırım kültürümüzdeki çoğu erkeğin kendi dişil yanlarını ya da içlerindeki kadını bu çuvala koyduklarını söyleyebiliriz. bu adamlar otuz-beş ya da kırk yaşına geldiğinde ve dişil yanlarıyla yeniden temas etmek için çalışmaya başladıklarında, bu kadın çoktan gerçek bir düşman haline gelmiş olabilir. bu adam aynı zamanda etrafındaki kadınlardan da oldukça fazla düşmanlık görüyor olabilir. kural şöyle görünmektedir: dışarısı, içerisi gibi olmak zorundadır. eğer bir kadın kendi dişiliğinin onaylanmasını istiyorsa, kendi eril tarafını ya da içindeki erkeği bu çuvala koymuş demektir ve yirmi yıl sonra bu erkek ona düşman kesilecektir. hatta bu adam ona karşı hissiz ve eleştirel olarak acımasız da olabilir. kadın zor durumdadır. birlikte yaşayacağı saldırgan bir erkek bulmak ona suçlayacak ve içindeki baskıyı azaltacak bir çözüm sunar, ama bu durum mühürlü çuval sorununa yardımcı olmayacaktır. zaman içerisinde iki taraflı bir reddedilme yaşamaya başlar: içindeki erkekten ve dışarıdaki erkekten. tüm bu olayın içerisinde çok fazla yas vardır.

    kişiliğimizde sevmediğimiz her parçamız bize düşman kesilecektir.

    kişiliğimizde sevmediğimiz her parçamız bize düşman kesilecektir. hatta bu parçamızın uzak bir yere gidip bize karşı isyan etmeye başlayacağını da söyleyebiliriz. shakespeare’in krallarının deneyimledikleri pek çok felâket işte bu cümlenin içerisinde hayat bulur. “wales”teki hotspur kral’a karşı isyan eder. shakespeare’in şiir sanatı, bu içteki isyanların tehlikelerine karşı muazzam şekilde duyarlıdır. merkezde bulunan kral her zaman tehlikededir.

    bir kaç sene önce bali’yi ziyaret ettiğimde, eski hindu kültürünün mitoloji aracılığı ile gölge alanları günlük hayatın içerisine getirerek hayatta kaldığını anladım. tapınaklarda neredeyse her gün ramayana‘dan oyunlar sergileniyordu. gün be gün, dini yaşamın bir parçası olarak sahneye konulan korkunç oyunlara tanık oldum. neredeyse tüm bali evlerinin dışında taşa oyulmuş korkunç, koca dişli, öfke dolu, düşmansı figürler vardı. bu figürler iyilik taşımıyorlardı. maske yapan birisini ziyaret etmiştim ve dokuz ya da on yaşındaki oğlunun evin dışında oturup elindeki aletle düşmansı, kızgın bir figür yaptığına tanık olmuştum. bu kişi agresif enerjisini bizim yaptığımız gibi futbol ya da ispanyol boğa güreşlerindeki gibi çıkartmayı amaçlamak yerine sanata döküyor: işte ideal olan bu. balililer savaşta şiddet dolu ve acımasız olabilirler, fakat günlük yaşantılarında bizden çok daha az şiddet dolular. bu ne anlama geliyor olabilir? birleşmiş milletler’in güneyinde yaşayanlar çimlerinin üzerine demirden yapılmış küçük siyah adamlar yerleştirir, biz kuzeyliler ise bunu huzur dolu geyikler koyarak yaparız. duvar kağıtlarında güller olsun, masanın üzerinde renoir olsun, hoparlörden ise john denver yükselsin isteriz. sonra da o kızgınlık çuvaldan kaçar ve herkese saldırır.

    bali ve amerikan kültürlerindeki zıtlığı bırakıp devam edeceğiz. şimdi gölge enerjiler ve hareketli resim projektörü hakkında konuşmak istiyorum. bazı parçalarımızı minyatür hale getirdiğimizi, kağıt gibi basıp onları karanlıkta durabilecekleri bir kutunun içerisine koyduğumuzu farz edelim. sonra bir gece -her zaman gecedir- şekiller yeniden canlanır, büyür ve biz de gözlerimizi onlardan alamaz hale geliriz. gece şehrin dışında araba sürmekteyizdir ve bir adam ve kadının açık havada büyük bir sinema ekranında olduklarını görürüz. bir kutusunun içerisine rulo yapılarak konulmuş olan bazı figürler sürekli karanlıkta tutulmuş ve yer yer “gelişmiş” bir halde, gün içerisinde, ince gri bir film üzerindeki basit soluk görüntüler olarak varlıklarını sürdürürler. kafamızın arkasından ışık tutulduğundaysa bu hayalete benzeyen imgeler önümüzdeki duvara yansırlar. sigara yakar, başkalarını silahlarla korkuturlar. psişelerimiz doğal projeksiyon makineleridir: bir kutu içerisinde tuttuğumuz görüntüler bir film rulosu gibi sarılıyken dahi dışarı yansıyabilirler ve biz bu görüntüleri ya başkaları için veya başkalarının üzerine yansıtırız. bir adam, yirmi sene boyunca kutunun içerisinde saklanmış öfkesini bir gece karısının suratında görebilir. bir kadın ise her gece eşinin suratında bir kahraman görürken bir gece bir tiranla karşılaşabilir. bir bebek evi‘ndeki nora bu iki imgeyi dönüşümlü olarak gördü.

    sonraki gün bir kaç eski günlüğümü buldum ve rastgele birini aldım. 1956 yılına aitti. o sene, reklamcıların doğasını anlatan bir şiir yazmaya çabalıyordum. o dönem midas’ın hikayesinin benim ruh halim için çok önemli olduğunu hatırlıyorum. midas’ın dokunduğu her şey altına dönüşüyordu. ben de şiirimde, bir reklamcının dokunduğu her canlı varlığın bir tür paraya dönüştüğünü ve reklamcılarının bu yüzden aç ruhları olduğunu yazdım. bildiğim reklamcıları aklımda tutarken aynı zamanda da kendi saklı bölgemden onlara saldırarak gayet iyi vakit geçiriyordum. eski şiirleri okurken, o esnada oynattığım filmi fark edince şok oldum. onları yazdığım o zaman ile şimdiki zaman arasında, beni gerçek besinden alı koyan böylesi bir yeme biçimiyle yıllarımı nasıl geçirdiğimi fark edecektim. bir arkadaşım, ya da bir kadın veya çocuk, bana yemem için ne verirse versin, onu ağzıma götürürken metale dönüşüyordu. bu net mi? hiç kimse metali içemez ya da yiyemez. yani midas benim için iyi bir imgeydi. fakat, içimdeki midas’ı gösteren film kutusunun içerisinde rulo halde duruyordu. reklamcılar, kötü ya da aptal, gecenin bir yarısı geniş sinema perdesinin üzerinde beliriyorlardı ve ben de doğal olarak etkileniyordum. bir ya da iki sene sonra j. p. morgan’ın yükselişi için şiirler[1] isimli bir kitabı bir araya getirdim. bu kitabın içerisindeki her şiiri, dergi ya da gazetelerdeki utanç dolu reklamlar hakkında yazmıştım. kendi alanında güçlü bir kitap. kimse yayınlamazdı, ama sorun yok. zaten çoğunlukla projeksiyondu. o zaman yazdığım bir şiiri okuyacağım size. ismi “huzursuzluk”.

    garip bir huzursuzluk asılı kalır ülkenin üzerine:

    bu son danstır, morgan’ın denizlerinin vahşi çalkalanışıdır.

    ganimetlerin bölünmesi. bir bitkinlik hali

    girer bedenin elmasları içerisinden.

    lisede başlar patlama, çocuk kısmen öldürülür;

    arbede sona erdiğinde ve toprak ve deniz mahvedildiğindeyse,

    iki suret yükselir içimizde ve uzaklaşırlar.

    fakat babun ıslık çalar ölümün kıyılarında-

    tırmanır ve düşer, fırlatır ceviz ve taşları,

    hoplayıp zıplar ağacın etrafında

    ki bu ağacın dalları soğuğu barındırır,

    ve dönen gezegenleri ve kara güneşi,

    böceklerin çığlıklarını ve minik köleleri

    kabuğunun zindanlarında.

    charlemagne, adalarına yaklaşıyoruz!

    (bu kıtada biraz mübalağa yapmaya başlıyorum.)

    şimdi dönüyoruz karlı ağaçlara,

    ve karanlığın derinliği karda gömülü,

    tüm gece boyu yol aldığınız

    kaskatı ellerle; şimdiyse karanlık çöküyor

    o içerisinde uyuduğumuz ve uyandığımız -bir karanlık

    hırsızların tir tir titredikleri ve aklını yitirenlerin kara susadıkları,

    bankacıların kara taşlarla gömülmeyi hayal ettikleri,

    ve iş adamlarının uyku zindanlarında diz üstü çöktükleri.

    beş yıl kadar önce bu şiirden şüphe etmeye başladım. neden özellikle bankacılar ve iş adamları seçilmişti? eğer “bankacı” yerine başka bir kelime kullansaydım bu ne olurdu? “iyi planlayan kişi.” ben iyi planlama yapardım. “iş adamı”nın yerine ne kullanabilirdim? “sert suratlı kimse.” aynaya baktım. size bu dizenin yeniden yazdığım, şimdiki halini okuyacağım:

    … bir karanlık

    hırsızların tir tir titredikleri ve aklını yitirenlerin kara susadıkları,

    iyi planlayanların kara taşlarla gömülmeyi hayal ettikleri,

    ve sert suratlı adamların uyku zindanlarında diz üstü çöktükleri.

    şimdi bir partiye gittiğimde ve bir iş adamıyla tanıştığımda eskisinden çok daha farklı hissediyorum. bir adama “ne iş yapıyorsun?” diyorum ve o da “borsacıyım,” diyor. bunu neredeyse özür dileyerek, sıkılarak söylüyor. kendi kendime “şuna bir bak: derinliklerimde olan bir parçam tam karşımda duruyor,” diyorum. onu kucaklamak istiyorum. tabi ki her borsacıyı değil.

    fakat projeksiyon aynı zamanda da harika bir şey. marie louise von franz bir yerlerde ifade etmişti. “neden projeksiyonun kötü olduğunu düşünüyoruz ki? ‘projekte ediyorsun’ cümlesi jungçular arasında bir suçlama halini aldı. bazen projeksiyon faydalıdır ve doğru olandır.” ifadesi zekice. neredeyse ölecek kadar aç olduğumun farkındaydım, ama yine de sahip olduğum bilgi, o çuvaldan çıkıp bilincime doğru hareket edemedi. önce dışarıya, dünyaya çıkmak zorundaydı. “reklamcılar ne kadar da şeytanî,” diyordum kendime. marie louis von franz, eğer projekte etmezsek (yansıtmazsak) dünyayla hiç bir şekilde bağlantı kuramayacağımızı hatırlatıyordu bize. kadınlar bazen bir erkeğin kendi ideal dişil yanını alıp onu bir kadına yansıttığından şikayet ediyorlar. fakat eğer bunu yapmazlarsa, bu adamlar kendi annelerinin evinden ya da bekar odalarından dışarıya nasıl çıkacaklar? konu, yansıtıyor olmamız değil, bu projeksiyonları dışarıda ne kadar uzun süre tuttuğumuz. kişisel temas olmadan yapılan projeksiyon tehlikelidir. binlerce, hatta milyonlarca amerikalı erkek kendi içlerindeki dişili marilyn monroe’ya yansıttı. eğer bir milyon erkek bunu yaparsa ve bu projeksiyonu dışarıda bırakırsa, o kadının ölmesi çok olasıdır. o öldü. kişisel temas olmaksızın yapılan projeksiyonlar, projeksiyonu alan kişiye zarar verebilir. marilyn monroe’nun bu projeksiyonları kendi güç özleminin bir parçası olarak çağırdığını da ayrıca söylemek durumundayız. bu durumu muhtemelen çocukluğundaki kurban rolü hikayesine dayanıyor olmalı. projeksiyon ve bu projeksiyonu yeniden hayata çağırmak kabile kültürlerinde yüz yüze, çok büyük bir hassasiyetle yapılırdı. fakat bu, kitle iletişim araçlarının çıkmasıyla birlikte yok oldu. psişenin ekonomisine bakarsak, monroe’nun ölümü kaçınılmazdı, hatta doğruydu. hiç bir insan evladı bu kadar çok projeksiyonu -yani bilinçsizliği- taşıyamaz ve hayatını devam ettiremez. bu nedenle de her bireyin kendi projeksiyonunu sahiplenmesi son derece elzemdir.

    peki neden kendimizden bu kadar veriyor ya da o çuvala tıkıyoruz? neden o kadar gençken yapıyoruz bunu? ve o kadar çok öfkeyi, doğallığı, açlığı, heyecanı, çekici olmayan ve asî kısmımızı reddediyorsak nasıl yaşayacağız? bizi bir arada tutan ne? alice miller, çocukluğun mahkumları[2] kitabında bu konudan bahsediyor.

    işte dram bunun ta kendisi. “tanrısal güzelliğin bulutlarını yayarak” doğuyor, kainatın en uzak yerlerinden geliyoruz ve kendi memeli mirasımızın son derece iyi korunmuş alışkanlıklarını da kendimizle birlikte getirdik: 150.000 yıldır mükemmel şekilde korunmuş olan doğallığımızı, 5.000 yıl süren kabile yaşamımızdan beri iyi şekilde korunmuş öfkelerimizi -yani kısacası, 360-derece yayılan ışıltımızla geldik- ve bunu, ebeveynlerimize hediye ettik. ve onlar bu hediyeyi istemediler. onlar iyi bir kız ya da iyi bir oğlan istediler. işte bu, dramın ilk ifade bulmuş halidir. bu, ebeveynlerimizin günahkar olduğu anlamına gelmiyor; onlar bize bir şeyden dolayı ihtiyaç duydular. annemin, ikinci nesil bir göçmen olarak, ailenin çok daha şık görünmesi için erkek kardeşime ve bana ihtiyacı vardı. biz de çocuklarımıza aynısını yaptık; bu, bu gezegendeki yaşamın bir parçası. ebeveynlerimiz, biz daha konuşmadan önce bizi reddettiler. böylece bu reddedilişin yarattığı öfke muhtemelen konuşma öncesi oluşan bir yerlerde saklanmış durumda.

    miller’ın kitabını okuduğumda üç hafta boyunca depresyona girmiştim. yok olup giden onca şey vardı ve bununla ilgili ne yapabilirdik? ebeveynlerimizin kabul edebileceği bir kişilik geliştirebilirdik. alice miller, bizim kendimize ihanet ettiğimizden bahseder, fakat şöyle der: “bunun için kendinizi suçlamayın. başka yapabileceğiniz bir şey yoktu.” eski zamanlarda ailelerine karşı çıkan çocuklar muhtemelen ölüme terk ediliyorlardı. biz de, çocukken, durumların gerektirdiği şekilde tek mantıklı şeyi yaptık. miller, bu duruma gösterilebilecek tek tutumun yas tutmak olduğunu söyler.

    hadi şimdi de farklı çuvallardan bahsedelim. kendi çuvalımıza pek çok şey tıktığımızda sonuçta çok az enerjimiz kalır. çuval ne kadar büyükse enerji de o kadar az olur. bazı insanlar doğal bir şekilde daha çok enerjiye sahiptirler. oysa ki hepimiz kullanabileceğimizden daha çok enerjiye sahibizdir. peki bu enerji nereye gider? çocukken cinselliği bu çuvala koyarsak sonuçta cinselliğimizle birlikte çok da enerji kaybetmiş oluruz. bir kadın kendi eril enerjisini bu çuvala koyarsa, ya da sarıp kutuya koyarsa, onunla beraber çok fazla enerji de kaybolur gider. o zaman çuvalımızı, şu anda kullanamadığımız bir enerjiyi barındıran bir şey olarak ele alabiliriz. yaratıcı olmadığımızı düşünüyorsak, bu demek oluyor ki yaratıcılığımızı aldık ve çuvala tıktık. “yaratıcı değilim,” de ne demek? bunu diyen biri “bırak ustalar yapsın” da demez mi? işte bazı insanlar böyle diyor. seyirci, şehir dışından gelecek bir şair istiyor. seyircilerin her biri kendi şiirini yazıyor olmalı.

    bireysel çuvaldan bahsettik, fakat bununla birlikte her kasaba ya da topluluğun da bir çuvalı vardır. minnesota’da küçük bir çiftlik kasabasında yıllarca yaşadım. kasabadaki herkesin çuvalında aynı şeylerin olması beklenirdi; küçük bir yunan kasabasında bu çuvalın içerisinde muhtemelen farklı şeyler olurdu. sanki tüm kasaba, kolektif bir psişe kararıyla, belirli şeyleri çuvala tıkar ve hiç kimsenin bu şeyleri dışarı çıkarmasına izin vermez. şehirler bu açıdan bizim kişisel süreçlerimizle ters düşerler, bu nedenle de şehirlerde yaşamak doğada yaşamaktan çok daha tehlikelidir. diğer yandan da, küçük bir kasabada yaşayan birinin hissettiği şiddet dolu kin duygusu, projeksiyonların nereye gittiğini görmemize yardım eder. jung topluluğunun da, aynı bu kasaba gibi, kendi çuvalı vardır ve bu topluluk, genellikle jungçuların kabalığı ve para sevgisini bu çuvala tıktıklarını söyler; ve freud topluluğu ise freud’u takip edenlerin dini yaşamı bu çuvala tıktıklarında ısrar ederler.

    bir de ulusal çuval vardır ve bizim çuvalımız (amerika) oldukça uzundur. rusya ve çin’in göze çarpan eksiklikleri vardır, fakat bir amerikan vatandaşı ulusal çuvalımızda olanlara bakmaya meraklıdır ve yetkili biri rusya’yı eleştirirken dikkat kesilerek dinleyebilir. reagan’ın dediği gibi, biz aristokratız (noble); diğer ulusların ise imparatorlukları var. diğer uluslar yok olan liderliklere göğüs gererler, azınlıklara acımasızca davranırlar, gençlerinin beyinlerini yıkarlar ve anlaşmaları bozarlar. bir rus, birleşmiş milletler hakkında yazılmış olan pravda makalesini okuyarak kendi çuvalıyla ilgili çok şey öğrenebilir. bizler, gölgeler ağıyla uğraşıyoruz: her iki tarafça da yansıtılan gölgeler örüntüsüyle. ve bu yansıtmalar havada bir yerde buluşuyorlar. bu metaforla yeni bir şey söylemiyorum aslında, fakat kişisel gölge, kasabaların gölgesi ve ulusal gölge arasındaki ayrımı netleştirmek istiyorum.

    burada üç metafor kullandım: çuval, film kutusu ve projeksiyon. kutu ya da çuval kapalı olduğundan ve görüntüler karanlıkta kaldığından dolayı, çuvalımızın içindekileri sadece dışarıya, dünyaya safça -hadi safça diyelim- fırlatarak görebiliriz. böylece örümcekler kötü, yılanlar aldatıcı, keçilerse seks düşkünü olurlar; erkekler düz, kadınlar zayıf, ruslar prensipsiz olur ve çinlilerle birbirine benzer. ama yine de bu pahalı, zarar verici, amaçsız ve doğru olmayan çamur-atma yolu sayesinde karganın ayakları altında bulduğu çamurla tam olarak temas edebiliriz.

    alıntıdır, kaynak:
    https://pavonisegitim.com/…rukledigimiz-uzun-cuval/
hesabın var mı? giriş yap