*

  • "okuyucu, seni tam burada, bay f’nin mutfak fayanslarının üstünde bırakıyorum. altında ağırlığınla yerçekimine, zihninde düşüncelerinle gerçekliğe mahkûm, ‘ayakları yere basan’ biri olarak burada kalıyorsun.
    aşağıda yer, yukarıda gökyüzü, seçim senin."

    ruken asya çiftci henüz 15 yaşında... son zamanlarda okuduğum en sıkı hikayeyi yazmış. birileri onu edebiyata küstürmezse eğer ileride ülkenin en büyük yazarlarından biri olacağına dair bahse girerim. durmaksızın yaz küçük kardeş...

    yerçekimi
  • henüz 16 yasinda 2016 yili türkiye felsefe olimpiyatlari birincisi olmus lise ögrencisi. birinciligi kazandigi makaleyi surdan okuyabilirsiniz ya da dur copy-paste edeyim de 16 yasindaki bu dahi kizin yazdiklari bu kutsal bilgi kaynaginda da bulunsun:

    ruken asya çiftçi
    ankara özel tevfik fikret lisesi
    ankara
    derecesi 1
    “insan hudutsuz bir ölçüde dünyaya “açılmış” olarak davranan bir x’tir.”
    max scheler, insan ve kâinattaki yeri,
    çev. takiyettin mengüşoğlu,
    istanbul üniversitesi edebiyat fakültesi,
    1947, s. 33.
    iki bilinemezin arasında bir yol arkadaşı olarak felsefe
    1. giriş: insanın evrenle bir ilişki biçimi olarak felsefe
    “felsefe öldü.” 20. yüzyılın modern bilimin havai fişek gösterileriyle aydınlatıldığı dünyasında bu söz bir fizikçi tarafından söylendi. stephan hawking “felsefe öldü” derken artık felsefenin sorularını devralmış yeni modern fiziği övüyor ama aynı zamanda kendi metinlerine gömülmüş, cevaplanmamış sorularla dolu 2500 yıllık ihtiyar felsefenin sonunu duyuruyordu. felsefe ölmüştür çünkü felsefe ne kendi gordion düğümlerini çözebilmektedir ne de fiziğin tartışmalarını anlayabilmektedir.
    felsefe, “bilimlerin bilimi” bir fizikçi tarafından öldürülebilir mi? insan aklı evreni kavramaya çalışırken kendi kavrayış ve algı sınırlarından kaynaklanan bilinemezlik duvarlarına çarpar ve başlı başına felsefe de bu duvarların mimarı gibi davranır. insanın; dünya, bilinemez ve aynı zamanda bir “x”, bir bilinemez olarak yine kendisiyle ilişkisi tartışmalıdır. bu yazıda insanın bilgi nesnesi olarak evrenle (yazıda “dünya” kavramı yerine “evren” kullanılacak) ilişkisi, evrene gerçekte sınırsız bir biçimde “açılmış” olup olmadığı tartışılacaktır. öncelikle kant’ın felsefesinde evren ve bilinemezlik kavramları incelenecek ardından “felsefeyi öldürme” iddiasında olan modern fiziğin evreni açıklarken karşılaştığı “bilinemezlik duvarları” ele alınacaktır. insan bilinçli bir varlık olarak evrenle olduğu kadar kendine de dönmekle yükümlüdür ve kendini de bir “x” olarak ele almak zorundadır. bu nedenle bilgi alanı olarak insan bilgisi ve bir “x” olarak insan tartışılacaktır. son olarak iki bilinemez duvar arasında (insanın bilinemezliği ve evrenin bilinemezliği) insanın kendini gerçekleştirme, ahlak değerleri ve yaşamın anlamı konularında ihtiyaç duyduğu yol gösterici; hegel, marx ve nietzsche’nin felsefelerinin ışığında betimlenecektir. bu yazının alt tartışması ise modern dünyada, felsefenin yerinin ne olduğuyla ilgilidir. felsefe bir mezarlıkta mı yoksa sahip olduğumuz en değerli şeyler arasında mı? evrenle ve bir x olarak kendimizle ilişkimizde ihtiyar felsefenin görevi ne olacaktır?
    2. kant: yıldızlı gökyüzü ve bilinemez
    kant’ın salt aklın eleştirisinde yaptığı, kendisinden önce gelen descartes, spinoza, leibniz ve wolffçu metafiziği ve rasyonel evren modelini sorgulamak, sonrasında ise bilinemezi, metafiziğin spekülasyonlarından uzak sağlam sınırları olan bir çember içine yerleştirmektir. kant, metafiziğin en sağlam tartışmacısı ve bilinemezin en güçlü koruyucusu olur. salt aklın eleştirisi’nin önsözünde “bilgiyi yok etmem gerekiyordu ki inanca yer açabileyim” diyerek başlar. ancak kant’taki “inanç” dini bir inanç değildir. temelsiz metafizik yöntemin bilgisinin eleştirilmesi ve bilgilin yok edilmesinden sonra bilinemeze rağmen sağlam “inanç” temelleri üzerinde yükselen bir ahlak sisteminin taslağını çıkarmaktır kant’ın amacı. insanın dünya algısının formları zaman ve mekândır. insan dünyayı bu formlar çerçevesinde algılar ve bu bakımdan insandaki “dünya” kavramı gerçekliğin kendisi değil insanın algısına, algı formları içerisinde yansıyan dünyadır. bu nedenle, algıyla beraber insanın dünya ile ilişkisinde ilk bilinemeze çarpmış bulunuruz.
    kant’ın ünlü “kavramsız algılar kör, algısız kavramlar boştur.” sözü bu noktada devreye girer. kavramlar algıdan önce gelir, aprioridirler ancak “boş” kalmamak için insan algısına mahkûmdurlar. kant, felsefesi empirisizme yaklaşmadan algılarla en sağlam ilişkiyi kurmuştur. peki, algıları tarafından sınırlanmış insanın evrenle ilişkisi nasıl olacaktır? kant kategorik bilginin, anlığın bilgisinin incelenmesinden sonra daha yüksekten uçmakta olan salt aklın bilgisine geçer. salt akıl; tanrı, evren, ruh gibi kavramları tartışır ancak bu kavramların hiçbiri bütün olarak insanın algısına yansıyabilecek kavramlar değildirler. bunlar salt aklın ideleri olarak boş kalmak zorundadırlar çünkü akıl, kant’ın transendental diyalektik bölümünde tartıştığı bu gibi kavramlar hakkında bir sonuca varmak istediğinde, kant felsefesinde sonuca varamadan dönüp durmayı ifade eden “diyalektiğin” içine düşer. işte insan aklı için bilinemezin nihai sınırları çizilmiştir ve insan da bu sınırlar içerisinde olan evreni asla “sınırsız” bir biçimde bilemez. bu durumda tartışmamızın birinci problemlerinden biri olarak belirlediğimiz insanın evren bilgisinin ve insanın evrene dair bilinemez sınırının kant felsefesinde sınırlarını çizdik. felsefenin görevi peki bu durumda ne olacak? kant’ın yok ettiği bilginin ardından inancı inşa etmek mi? peki kantçı felsefe modern bilimin felsefeyi öldürme iddiasıyla başa çıkabilir mi?
    3. modern fizik ve bilginin sınırları
    kant’ın doğa bilimlerine güveni tamdı. hatta gençlik yapıtlarında newtoncu fiziği felsefenin karakter olarak örnek alması gerektiğini de savunuyordu. kendi felsefesinin inşasında matematik ve doğa bilimlerine verdiği yer çok büyüktür. ancak kant’tan sonra özellikle einstein ve kuantum teorisiyle beraber fizik köklü değişiklikler geçirdi. büründüğü yeni karakter ise hawking’in savunduğu gibi felsefenin celladı olabilecek bir karakter değildi. modern fizik newton fiziğinin tahttan inişinden sonra arka arkaya bilinemezlik duvarlarına çarpmaya başladı. heisenberg’in belirsizlik ilkesine göre insan asla bir atom altı parçacığın dönüş yönüyle, hızını ve konumunu aynı anda bilme şansına sahip değildir. ışığın karakteri hem parçacıklardan oluşur hem de dalgalardan ancak herhangi bir “t” anında ışığın o anki karakteristiğinin hangisi olduğu bilinemez. kaos teorisine göre fizik, evren yasalarını bilebilir ancak karmaşık bir sistem ve etkileşimler bütünü olarak evreni açıklamaya kalkıştığında cevapsız kalır. fizik iki büyük sınır arasında mikroskobik dünyanın (atom altı parçacıklar) ve makroskobik dünyanın (astronomik uzay birimleriyle ifade edilebilen evrenin büyük boyutları ve sınırları) bilinemezlerinin ortasında kalmıştır. fizik dönüşüm geçirdikten sonra artık kant’ın felsefesinin büyük bir destekçisi konumuna gelmiştir. evren sadece salt akıl için değil algı ve doğa bilimi için de bilinemez bir kavrama dönüşmüştür. hawking felsefenin öldüğünü söyler çünkü fiziğin artık felsefenin görevini yerine getirdiğini düşünmektedir. gerçekte olan ise fiziğin felsefeye dönüşmesi, fiziğin felsefi tartışmaların sınırlarına ortak olmasıdır. artık gordion düğümleri sadece felsefenin değil fiziğindir de.
    4. farklı bir bakış açısı olarak wittgenstein: dil, dünya ve susmak
    wittgenstein’ın başyapıtı olan tractatus’un temel kavramları dil, dünya ve mantıktır. wittgenstein hocası russell gibi felsefenin mantığın karakterine bürünmesi gerektiğini savunur. dünya wittgenstein’ın resim kuramında ifade ettiği gibi dil tarafından resmedilir. dünya benim dilimde resmedilen dünyadır ve bu nedenle sınırları da dilin sınırları içerisinde belirlenmiştir. tümceler ifade etmek istediklerini en yalın haliyle söylediğinde önermelere dönüşürler. önermeler ise doğru olan bir ilk önermenin doğruluk fonksiyonları olarak eklemlenirler. insanın dünyaya dair bilgisi dil tarafından ifade edilir. bu nedenle wittgenstein insan bilgisinin sınırlarını dilin sınırlarında bitirir. dilde ifade edilebilen her sorunun bir cevabı vardır. bu nedenle cevaplanamayan soru diye bir şey yoktur. kant’ın salt aklının diyalektik içine düştüğü yer “gerçek” soruların bittiği, incelenip parçalara ayrılınca anlamsız ve mantık çerçevesinde çelişkili soruların başladığı yerdir. wittgenstein felsefede çokça bulunan bu soruları cevaplamayı reddeder. çünkü mantık ve dilin emniyet kemeri olmadan metafizikte savrulup durmak kabul edilemezdir. wittgenstein dilin sustuğu yerde büyük bir sessizliğe gömülür. insanın dünya ile ilişkisine kant’ın ifade ettiği aklın sınırlarına, dilin sınırları da eklenmiştir. insan felsefe yaparken dile mahkûmdur ve bu durumda evren, alıntıda ifade edilenin aksine hiçbir zaman insanın “sınırsız” bir ölçüde açıldığı bir evren değildir.
    bu noktada insanın evren ile ilişkisinde bilinemezin yerini incelemiş bulunuyoruz. ancak alıntıda ifade edildiği gibi insan için ikinci bir “x”, bir bilinemeyen olarak kendisi de söz konusudur. bu problematik çerçevesinde kant ve wittgenstein’ın bilinemezlerle çevrili evrenlerinde ikinci bilinemeyen olan insanın araştırılması gerekir.
    5. bir “x” olarak insanı okumak
    descartes, tüm felsefe sistemini kendisine dair bilgisine, “cogito ergo sum”a dayandırmıştır. ancak bunu yaparken yöntem olarak benimsediği metodik şüphenin insanın kendisine dair bilgisini de alaşağı edeceği bir zaman gelecekti. “bilinç-beden” problemi insana dair en büyük “x”lerden biri olarak biçimlenirken modern bilim, nörolojinin beyne dair bilgisini felsefenin hizmetine sunar. ancak nörolojiyle felsefenin evliliği soruları cevaplamaya yetmez. bilinç ve evrendeki en karmaşık şey olan nöral ağ, en büyük bilinemezlerden birine dönüşür. kant’ın soğukkanlılıkla emin bir şekilde parçalarına ayırdığı insan aklının kendisi de belki de salt aklın idelerinden biri olmalıydı. çünkü ne kadar bilince ve zihne dayalı algımız var olsa da insanın düşünürken bunun dışına çıkamıyor olması, josé ortega y gasset’in deyimiyle bir “perspektif” olarak kendi zihnine ve kendi bilincine sabitlenmiş, bunların dışında konumlanmasının mümkün olmaması, aklın kendisinin de aklın bir bilinemezi olmasına neden olabilir.
    zihnimize dair bilgimizin bir “x” olmasına ek olarak “insan” kavramı da kendi içinde bir problemdir.
    tarih boyunca “insan” kavramı idealize edilmiş, sürekli yeniden tanımlanmış ve evrendeki konumu tartışılmıştır. atina’da delhi tapınağının girişinde “kendini tanı” diye yazar. ancak “insan”ı tanımaya dair tapınak kâhinlerinin buyurduğu şey belki de bir imkânsızı ifade etmektedir. insan zihninin bilinemez olmasının nedeni onun dışına çıkamıyor ve karmaşıklığını bilimsel olarak çözemiyor olmamızdı. “insan”a dair bilinemezlerimiz ise “insan” kavramının içinin boş olmasından kaynaklanır ancak kant’ın ifade ettiği gibi algının olmamasından kaynaklanan bir boşluk değildir bu. insan kavramının insanın dendi yaratımı olmasından ve bu nedenle de içinin sürekli farklı tanımlamalar, dogmalar ve ideolojilerle doldurulmasından kaynaklanır. evrimin bize açıkladığı “homo sapiens” “insan” kavramını tam karşılamaz. “insan” aynı zamanda “gerçekleştirmemiz” gereken “başarmamız” gereken bir şeydir ve bu bakımdan bulutsu ve kararsız bir yapıya sahiptir. “insan” bilmemiz gereken bir şey olmasının yanında bir eylemi, bir gerçekleştirmeyi, var olmayı ifade eder ve bu durumda zihnimize dair x’lerimizin yanına epistemolojik bir bilinemeyenden çok, bir “var oluş” ve bir “etik” bilinemezi olarak insan “x”i çıkmıştır. felsefenin “öldürülemeyeceği” yer, kant’ın inancı devreye soktuğu yer, işte tam bu insan “x”inin sonrasında, bir adım ötesinde başlamaktadır. kant’a göre insan aklı dünyayı elbette bilmek ister. ancak bir üst görev olarak başarması gereken “insan” olmanın gereğini yerine getirmektir. ve bu “insan” olmanın sınırları felsefe tarafından inşa edilmelidir. felsefenin görevi evrene dair bilinemezliklere fazla takılmadan gökyüzündeki yıldızlar kadar emin olacağı bir ahlak yasası inşa etmek, bir yaşam rehberine dönüşmektir. bu gordion düğümlerine rağmen bir sistem kurmayı ve bir “yaşama” biçimi oluşturmayı ifade eder. bir “x” olarak evren ve insanın incelenmesinden sonra bir yaşam “insan” olmayı gerçekleştirme, alıntıda “davranma” kelimesinde gizli olan eyleme geçme bilgisini oluşturmaktır.
    6. bilinemeze rağmen yaşamayı öğrenmek
    kant’ın evrensel ahlak yasasını betimlerken göreve koştuğu pratik akıl, hegel’in praxis felsefesinde bir adım öteye taşınmayı bekler. pratik akıl, nazilere masum komşularını ihbar etmemek mi yoksa yalan söylememek mi sorusuyla karşılaşınca cevapsız kalır. kant’ın temellendirdiği ahlak sağlam bir sistemin ifadesidir ancak usa vurum için aklın düşeceği eylemsizlik kabul edilemez. bu nedenle hegel, “tarihi” insanın başardığı, insanın “efendi köle diyalektiği” içerisinde inşa edeceği bir kavram olarak tanımlar. insan tarih içerisinde kant’tan farklı olarak özgürdür ve tarihe maruz kalmaz tarihin yaratıcısıdır. sonrasında hegel’in felsefesi marx tarafından baş aşağı döndürüldüğünde de yine aynı kaygıyla felsefe yapılır. marx’a göre felsefe dünyayı dönüştürmelidir. filozof salt bir aklı yürütmeyle değil bir eylem adamı olarak vardır. varoluşçulukta ve nietzsche’nin “üst insan”ında da yaşama rehberi olarak felsefe ortayı çıkar. felsefenin görevi, hangi düşünce ve ahlak sistemi içerisinde olursa olsun, bilinemez olarak ”x”lerin ötesine geçmek, bilinemeze rağmen bir “değer” yaratıcısı, bir “anlam” inşaatçısı olmaktır.
    modernizmden sonra, postmodernizm bilinemezin ve anlamsızlığın sisler arasına gömülürken felsefe bir sofistin ya da bir nihilistin görevinden fazlasını üstlenmelidir. bu nedenle bilimin başarılarına ve kendisinin cevaplanamayan sorularına rağmen felsefe wittgenstein’ın susmamızı söylediği yerde susamaz. çünkü felsefenin nihai sessizliği ya da hawking’in söylediği gibi “ölümünün” bedeli postmodern dünya için çok ağır olacaktır.
    7. sonuç: dünya, insan ve bilinemezlik: neden felsefeye ihtiyacımız var?
    yazıda ilk olarak kant’ın betimlediği salt aklın bilinemezleri incelendi ve kant’ın felsefesi bilinemezle ilişkimizde bir yol gösterici olarak düşünüldü, ardından felsefenin celladı olma iddiasında olan bilimin evreni açıklarken karşılaştığı x’lere örnekler verildi. dünyaya dair bilinemezlerin yanında insan zihninin ve tek başına insan kavramının neden bir bilinemez olduğu açıklandı. felsefenin, günümüz dünyasındaki görevinin insanın kendisi ve dünya karşısında gömülü olduğu x’lere ve felsefenin cevaplanamayan sorularına rağmen neden bir yaşama felsefesini ifade etmesi gerektiği ve neden x’lere rağmen susmayıp konuşması gerektiği vurgulandı. felsefe kesin olarak hiçbir zaman sessizliğe bürünmemeli, “ölmemelidir”; çünkü bilinemeze dair tüm argümanlarımız kurmamız gereken yaşam felsefesi için wittgenstein’ın deyişiyle sonradan kaldırıp atmamız gereken merdivenler olarak yorumlanabilir. yanılgılara boğulmak ya da kesinsizlik içinde yaşamak belki de felsefenin kaderidir. ancak bir x olarak “insan hudutsuz bir ölçüde dünyaya açılmış olarak davranırken” felsefe tüm kargaşası ve boşluklarına rağmen en iyi yol arkadaşı olabilir.
  • eğitim hayatı boyunca çeşitli yarışmalarda dereceye giren, edebiyat mecrasından `bu kadar güçlü bir kalemle erkenden tanışmak bizim için büyük bir şans.` diye övgü alan, ülkemizi felsefe olimpiyatlarını temsil etmeye hak kazanan bir öğrencidir.

    ne kadar güzel söylemiş, felsefe tüm kargaşa ve boşluklarına rağmen en iyi yol arkadaşı olabilir diye. bir de röportajını okudum insanlar felsefe bilseler, cehalete karşı olurlar gibi bir söz ediyor. ülkemizin eğitime ihtiyacı var. eğitimin ise felsefeye, sosyolojiye ihtiyacı var. eğitim kademelerinde bu gibi derslere yer vermeyip, öğrencilerimizden düşünmelerini, gelişmelerini beklemek olabildiğince fuzulidir.

    felsefe tüm engellerde, çıkmazlarda ve karanlıklarda bizim yolumuzu aydınlatan bir lambadır. gideceğimiz yer, ilerleyeceğimiz yol ve asla varamayacağımız hedefimizdir. en iyi arkadaşımız, yol göstericimizdir.

    sevgili asya, felsefe yolun olsun. ve bu yolda asla yorulmamanı dilerim.
  • yerçekimi
    “dünyada yerçekimi ivmesi (g) = 9,8 m/s²
    bir cisme dünya tarafından etki eden çekim kuvveti sonucunda oluşan büyüklük, ağırlıktır ve “g=m.g” bağıntısı ile bulunur.

    kadife perdelerden sızan ince ışık yüzünü aydınlatıyordu. mutfak masasından aldığı bir tabağı fırlattı, tabak yere düştü, parçalandı. bu, geriye kalan son tabaklardan biriydi. komşuların hoşuna gitmeyecek bir sinirli haykırış, kirli duvarlara çarpıp yayıldı, sonra yok oldu.

    birkaç dakika sonra karşı komşu kapıdaydı. üç günde gürültüler katlanılamayacak hale gelmişti.

    “bay f.! iyi misiniz?... lütfen kapıyı açın... bay f.! orada mısınız?... yeter artık! bu sesler de ne?...”

    bay f.’nin gözleri kıpkırmızıydı. kaç gündür uyumamıştı, daha doğrusu uyuyamamıştı, kim bilir. yüzündeki keder ve tam anlamıyla delilik sadece uykusuz kalmanın yapamayacağı kadar belirgindi. başka bir şey daha vardı. her uykusuz adam yere düşen tabağa sinirlenmez, bir kırık tabak, bir adamın yüzünün kızgınlıktan kıpkırmızı olmasına neden olmaz.

    üç gün önceydi. üç gün önce zincirli olduğunu fark etmişti. dünyadan kaçamadığını, hiçbir şeyden kaçamadığını anlamıştı. bu, elbette çok acılı olmuştu.

    birinci gün; “kaçamıyorum...” demişti. ilk kez fark etmiş olmanın, belki de aklını yitiriyor olmanın haykırışları eşlik etmişti, tiz ve mekanik fısıldamalarına.

    “kaçamıyoruz... kaçamıyorum...”

    “ayaklarım yere basıyor... ayaklarım yere basıyor...” dili sonu gelmez tekrarların içine hapsoldu. aklı yerinde olmayan birinin sürekli ‘ayaklarının yere bastığını’ söylemesi ne büyük bir ironidir.

    ikinci gün; her şeyi fırlatmaya başlamış, evindeki tüm eşyaları yerle kavuşturmuştu. hayır, bu, aşağıdaki yerçekimini onurlandırmak değildi. bu, bir zorba kralın önüne zorla getirilmiş, itaâti istenen bir silahşörün, diz çökmeden hemen önce silahlarını kralın önüne atması, sonra kralın yüzüne tükürmesiydi ancak.

    her şeyi yere atarken kendini de pencereden aşağı atmayı aklından geçirmemiş değildi. bu, kralı gerçekten şaşırtırdı. sadece tükürmek değil, kralın karnına bir bıçak saplamak olurdu aşağı atlamak. ‘sonunda ölüm olsa da senden korkmuyorum’ demek, her bıçaktan daha keskin olacaktı, yerçekimi için.

    ama bir yükseklikten aşağı atlamak her zaman zordur. aşağıda seni tutacak, asla düşmene izin vermeyecek bir sevdiğin varsa, tabii daha kolaydır. ancak aşağıda kollarını açmış duran, sevgiyle olmasa da görev aşkıyla seni bekleyen ölüm olunca, atlamak çok zor.

    bay f. bunu yapamadı. ölümün kollarına atlarsa sonsuza dek toprakta, amansız yerçekiminin koynunda yatacak. bunu yüreği kaldırmadı.

    “özgürlük, fazla şişirilmiş bir yalan!” demişti, üçüncü gün. daha yere sabit durup duramayacağını seçemiyorken, özgürlükten söz edebilir miydi?

    üçüncü gün yani bugün zıplamaya başlamıştı. salonunda, banyoda, mutfakta, her yerde hınçla zıpladı. her zıplamada geri yere düşeceğini biliyordu. daha doğrusu, bilmiyormuş gibi davranmaya başlamıştı. bilmemek ‘zorunda olmak’ daha kolay, daha hazmedilebilirdi. her sıçrayış; bir isyandı ve yere her geri düşüşü; bir yenilgi, bir bastırılma... ‘sonunda düşeceğini bilerek zıplamak saçma değil mi?’ diye sormayın ama, biz insanlar, hepimiz, sonunda geri vermemiz gerektiğini bilerek nefes almıyor, hepsinin yaşlanacağını bilerek çocuk yapmıyor, öleceğimizi bilerek yaşamıyor muyuz?

    evde sürekli zıplayan, haykıran, eşya adına ne varsa yere fırlatan bir deli...

    bay f. şimdi, kapakları açık eski dolabının bir kenarına dayanmış oturuyor. paramparça eşyalar, onun yenik düşen askerleri. o, yalnız bir komutan ve altındaki, üzerinde durmak zorunda olduğu bir canavar, ağzını açmış bir ejder.

    gözlerinden yaşlar akıyor. ‘kurtulamıyoruz...’ diyor gözleri, yüreğini hıçkırıklar basıyor.

    başta deli değildi, bay f.. evinden üç sokak ötedeki bir atölyede çalışan sizin benim gibi bir adamdı. titrek ve kararsızdı. belki biraz tuhaftı ama üç gün önce kimse ona deli demez, deli demeyi düşünmezdi bile. ama kim bilir, belki sınırdaydı, belki yerçekimi bardağı taşıran son damlaydı ya da biz yerçekiminin delirtmeye yetecek kendini bilmez yüzünü daha görmedik. unutmamak gerekir ki, bazılarına kabullenmesi kolay gelen şey, bazılarını delirtebiliyor.

    bay f., yerde duran şeyleri fark ediyor birden; diş fırçası, kırık ayna parçaları, çoraplar, çaydanlık, pantalonları, çatal bıçaklar... hepsi yerde. hepsi yerin üzerinde. yenilgileri o kadar belli, o kadar açık, o kadar çıplak ki; bu içini burkuyor. hepsini toplamaya başlıyor. birer birer yatağının üzerine, dolaplara, masaya yığıyor.

    yerde tek bir şey kalmamalı.

    yenilgisini kendi gözlerinden gizliyor. yerden ne kadar uzak dururlarsa o kadar kurtarabilir onları. kendi de en sonunda bir sandalyenin üzerine tünedi. sonra da ayaklarını aşağı sallandırdı.

    yere değmeyen ayaklarını canavarın ağzında sallandırmak, meydan okumak hoşuna gidiyor. ‘oysa, sandalyesiyle baştan, zaten ejderhanın ağzında.’ demeyin. geri dönmek zorunda olduğumuzu bile bile kapıyı çarpmak gibi bir şey bu.

    kaçınılmaza göz kırpıyor.

    üç gündür dışarı çıkmadı. üç gündür evde aynı bulanık, artık bozulmuş hava var. nefes alınacak gibi değil. yenebilecek her şey önce yerle buluştu, sonra yenemeyecek diğer şeylerle üstünkörü bir yerlere istiflendi. yiyebileceği bir şey yok. açlıktan kokan nefesi havayı daha da çekilmez yapıyor.

    oysa bu üç gün, hiç almadığı kadar derin nefes aldı. akciğerleri her dolduğunda göğsüne bağlı bir balon gibi onu yukarı çekecek sanki. bu hissi seviyor. yere düşmeyeceğine dair bir umut; nefes almak. umut dediğimiz dört harf; dolu bir akciğerden başka nedir ki sanki?

    en cüretkâr düşlerinde, artık sırtından kanatlar çıkıyor, kanatlanıp uçuyor bay f.. kâbuslarında ise hareket edemiyor, ağırlığı onu yere bağlamış ya da yükseklerden düşüyor bazen.

    saçı başı dağınık, zavallı bay f.... kimseyi aramadı. kimseyi aramaya vakti olmadı. telefonu yerde üç parça, gözlükleri iki... telefon önemli değil ama gözlükler... şimdi her şeyi bulanık görüyor. kafası zaten bulanık bir adamın, net görememesi ne kadar ızdıraplıdır, kim bilir. darmadağınık ev buğulu bir kâbus gibi...

    yerçekimi; uçak kazalarının, düşen çığların, attan düşen süvarilerin, kanadı kırılıp da betona çakılan kuşların, dinazorların sonunu getiren göktaşlarının sebebi. o; bir zindan değil, bir cellât aynı zamanda.

    ancak bu cellât, acı acı alay edercesine, bay f.’nin ölümlü bedenine dokunmadı. ruhunu kendi ağırlığıyla ezdi. ağırlaşan ruhuyla, yerin yedi kat altında artık, bay f..

    her saat, her dakika gittikçe daha da ağırlaştı bay f.. omuzlarındaki yük öyle arttı ki, yürüyemez oldu, emeklemeye başladı. derin derin nefes alamadı. bir süre sonra göğsü o kadar ağırlaşmıştı ki, kesik kesik soluklar alabildi sadece. kalbi pıt pıt kederle korku, nefretle acı arasında attı durdu. bir süre sonra, artık kımıldayamadı, gücü yetmedi.

    en sonunda üçüncü günün akşamı yani bugün, biraz önce, tek başına kapıyı çalıp seslenen karşı komşu, birkaç kişiyi toplayıp kapıyı kırmaya geldiğinde, sadece oturabiliyordu, bay f.. çünkü artık gerçekte olmasa da bay f.’nin zihninde, o, dünyanın üzerinde değil, dünya tüm ağırlğıyla onun üzerindeydi. ağırlığıyla öyle bir ezilmişti ki içinde...

    bir sürü farklı sesin söyledikleri bay f.’nin fayanslarında, oturduğu mutfakta duyuldu.

    “bay f., kapıyı açın, yoksa kapıyı kıracağız!”

    “iyi misiniz bay f.? ses verin!”

    “kapıyı aç be adam, yeter artık!”

    kapıda bekleyen bir sürü insan vardı. üç gündür evinden çıkmayan, tüm apartmanda parçalanan eşyalarının ve çığlıklarının sesi duyulan adamı herkes merak etmişti. bu kalabalığın çoğunluğu da dedikoducular ve içerideki vahşeti görmek isteyen akbabalardı, tabii ki.

    bay f. seslenişlere cevap vermedi, veremezdi. ağzını bir kere açarsa, çenesini bir daha geri yukarı kaldıramayacaktı. belki çenesi kopar, yere düşerdi, o da artık kendisi kadar ağırdı çünkü. sustu, bu yüzden. cevap vermedi.

    içerideki sessizlik, dışarıdaki kalabalık için yeterli geldi.

    kapı kırıldı, içeri insanlar doluştu.

    “burası kadar havasız bir yer görmedim.” dedi, biri, pencereyi açarken.

    bir sürü ayak şaşkın gözlerle bay f.’nin karmakarışık dairesinde dolaştı.

    onu mutfakta, yerde bulduklarında aradıkları bay f.’den geriye çok az şey kalmıştı. ne ruhu ne bedeni kurtulabilmişti. yüzü üç günü tabutta geçirseydi, kesinlikle daha güzel gözükürdü. sırtındaysa düşlerini kurduğu az biraz umuttan kalma, bir çift kanadın sızısı vardı. uçmayı isterdi bay f.. uçmayı hak ediyordu. sırtındaki bu sızı, gerçekleşmeyecek düşlerinin sızısıydı.

    okuyucu, seni tam burada, bay f.’nin mutfak fayanslarının üstünde bırakıyorum. altında ağırlığınla yerçekimine, zihninde düşüncelerinle gerçekliğe mahkûm, ‘ayakları yere basan’ biri olarak, burada kalıyorsun.

    aşağıda yer, yukarıda gökyüzü. seçim senin.”

    ruken asya çiftci
    2015 / ankara

    ruken asya çiftci, 2015 yılında sema dekeli öykü yarışması’nda yerçekimi adlı öyküsüyle birincilik ödülü aldı.
hesabın var mı? giriş yap