• başlığın tam hali “bir sanat eserini anlamak için ona ne kadar süre bakmamız gerekir?” olacaktı, ama malum sınırlar-sınırlarımız.

    bu, yanıtı kolay bir soru: bilim insanları, bir sanat eserini anlamak için karşısına geçip bakarak geçirmemiz gereken kesin süreyi dört dakika sekiz saniye olarak belirlediler.?
    şaka şaka. bu seride sorulan hemen hemen her soruda olduğu gibi, cevap oldukça öznel: sanat eserine ve görsel imgeyi inceleyen kişinin ne kadar uzman olduğuna bağlı. ancak şunu söylemek yerinde olacaktır ki, genel anlamda, sanat eserlerine yeterince uzun süre bakmıyoruz. kesin sayılar değişkenlik gösteriyor, ancak çalışmalar bir kişinin müzedeki herhangi bir parçaya bakmakla geçirdiği ortalama sürenin 15 ile 30 saniye arasında olduğunu belirledi. bu, görselin ifade etmeye çalıştığı şeyi anlamak için oldukça yeterli (eğer soyut bir esere bakıyorsanız, bu süre yeterli olmayabilir) bir süre. ancak, eseri tamamıyla özümsemek için pek de yeterli değil.?
    pensilvanya üniversitesi, positive psychology center’da eğitim müdürü james o. pawelski, birçok insanın müzeyi geziş ve kütüphanedeki kitap rafları arasında dolaşma şeklini karşılaştırdı ve new york times’da bu karşılaştırmayı şu şekilde anlattı: “kütüphaneye gittiğinizde, raflar boyunca yürürken kitapların sırtlarına bakmazsınız, çıkışta arkadaşlarınıza ‘bugün 100 kitap okudum!’ diye tweet atmazsınız.”. buradaki durum aslında şöyle; insanlar müzeye gidebilirler, orada yüzlerce esere bakarak saatlerini geçirebilirler ve pek de bir şey görmeden ayrılabilirler. pawelski ders verdiği zamanlarda, öğrencileri philadelphia’nın barnes vakfı’na götürür ve onlardan tek bir eserin önünde 20 dakika geçirmelerini istermiş. bu dikkatli incelemenin sonucunda pawelski, kişinin sanattan aldığı zekin artmasının yanı sıra meditasyonun yararlı etkilerin de bu sayede elde edilebileceğini ifade etmekte.?
    başka bir şey yapmak yerine (20 dakika neredeyse seinfeld’den bir bölüm kadar) uzunca bir süre bir sanat eseri üzerine çalışmak, içindeki gizemi anlayabilmenin kesinlikle önemli bir kısmı. bu tarz yakın okumalarla görevlendiren sanat tarihi öğrencileri, bir tablonun insanı ne kadar meşgul edebileceğini bilirler. ancak, bu, genel bilinen bir gerçek olarak algılanmamalı. insanlara müzede gördükleri eserleri bir an gerçekten durup incelemelerini talep eden bir girişim olan slow art day’in kurucusu phil terry, bu girişimleri hakkında şu açıklamalarda bulunuyor: “sanat dünyasındaki insanlar genellikle, bir sanat eserine yedi saniyeden uzun bir süre bakmanın ne kadar etkili olabileceğini bilirler. slow art day’i kurdum, çünkü diğer insanlar bunu bilmiyor.”

    eğer uzun uzun eserlere bakmanın faydaları sanat dünyasındaki insanlar için alışılmış, artık sıradan bir durumsa, terry’nin böyle bir altyapıdan gelmemesine şaşmamalı. 2008 senesinde new york’taki yahudi müzesi’ne yaptığı gezi sırasında, bir anlık istekle tam bir saatini hans hofmann’ın fantasia (1943) tablosuna bakarak geçirmeye karar verir. bu deneyimini şu sözlerle açıklıyor: “insanın aklını başından alan bir deneyimdi. tablonun ne kadar iyi olduğunu görmek ve benim onda ne kadar çok şey gördüğümü farketmek beni tam anlamıyla şoke etti.” retrospektif bir sergideki her eseri özümsemeye çalışmanın ardından gelen yorgunluk? yok böyle bir şey. terry: “o kadar heyecanlıydım ki, yüksek binalara kadar sıçrayabileceğimi düşünüyordum.”?
    o sene slow art day’i kurmuş ve bir sonraki sene de planlama başlamış. sfmoma gibi büyük kurumlar ve birmingham museum of art gibi ufak müzeler de bu fikri benimsemişler. hatta birmingham museum of art devamlı olarak slow art sundays’i organize etmeyi teklif etmiş.?
    slow art day gibi bir etkinliğe olan ihtiyaç kesinlikle dijital çağımızdan kaynaklı. dijital çağda, dikkatlice tüketilmesi gereken çokça içerik varken, biz hepsini çabucak tüketiyoruz. ironik bir biçimde, büyüyen ve büyük başarı sağlayan bu müze gösterdi ki, bir sanatçının bütün eserlerinin derinlerine inmek, bir adım öteye geçince gördüğünüz şeylerin çok az olduğu hissini verebilir. içimizden hanginiz sergide ayakta geçirilen saatlerin ardından gelen sırt ağrısını bilmez? en iyi ifade ediliş şekliyle “müze yorgunluğu” kesinlikle yeni bir durum değil.?
    kurumlar da bu “müze yorgunluğu”ndan bihaber değiller ve uzun seyir zamanlarını geliştirebilmek için uğraşıyorlar. bazen bu çabaları eğitimsel programlar şeklini alıyor; tıpkı slow art day gibi ya da sanatı anlamak için anlaşılır açıklamalar sunan internet siteleri gibi. başka durumlarda, bu derinlemesine bakışın geliştirilmesi tamamen bir kuruma bağlı. guggenheimdaki museum of non-objective painting, derin düşüncelere dalınan, tütsüyle, klasik müzikle dolu bir alandı. tablolar o kadar alçaktan asılıydı ki, yere oturduğunuzda göz hizanızda olurlardı.?
    genellikle müzeler (ve sanat basını) katılım sayısına takıntılı bir haldeler. kurumun kapısından geçirebildikleri ziyaretçi sayısını kurumun sağlığının en önemli göstergesi olarak görüyorlar – şurası çok net ki, insanları müzelere çekmek, sanattan zevk almalarının ön koşulu. ancak yine de şu merak edilebilir; eğer biz insanların sanata nasıl bağlandıklarını belirlemeye çalışıyorsak, bu sayılar, izleyicilerin eserlere ne kadar bağlanabildiklerini (bir sergide geçirilen ortalama süre ya da bir gösteriye yapılan tekrarlı ziyaret) takip edebilseydi daha faydalı olmaz mıydı? sonuçta, müzede ne kadar hızlı yürüyeceğinize bir başkası değil siz karar verirsiniz. bir tablonun önünde 10 dakika geçirebilirsiniz ya da bir saatten fazla gözlerinizi ona dikip durabilirsiniz. ya da kazara içeride kilitli kalabilirsiniz ve sanatla baş başa koca bir gece geçirebilirsiniz. seçim (genellikle) sizin.

    ısaac kaplan
  • denizli ve aydın daki müzeleri gezerken en az iki metrelik taştan yapılmış heykelleri incellemem ve onlara hayranlıkla bakmam en az 2 saatimi aldı..
  • bir yerlerde rollo may'in "abartmadan söylüyorum, cézanne'ın ağaçlarını görene kadar ömrümde hiç ağaç görmemiştim" diye bir lafını okumuştum. nihan kaya'nın bir konuşmasını dinledim geçenlerde, o da bu laftan bahsetti, ilgimi çekti:

    nihan kaya yatay hayat ve onun altında akan dikey hayat olarak bir ayrım yapıyor. örneğin sergi özelinde; sergiye girmek, etrafa bakarak yürümek, etraftakileri fark etmek yatay hayata dahil (daha dış, materyal, pratik). aralarından bir resimde bir şey gördüğümüz ve önünde durduğumuz, neyse bizi çeken (bir çizgi, renk vs) ona bakmaya başladığımızda alttaki dikey hayatta (daha algısal) hareket ediyoruz.

    rollo may, cézanne'ın tablosundaki ağacı dikey olarak gördüğünde sonrasında yatay hayatta gördüğü ağaçlar da aynı olmaktan çıkıyor, derinleşiyor. yani bir şeyi dikeyde gördükçe yatayda olan hali daha başka görünüyor. diğer taraftan da cézanne yatayda gördüğü ağaçları günün farklı saatlerinde farklı açılardan incelememiş olsa rollo may'i dikeye geçiren o ağaç çizimleri de belki olmayacaktı. yani dikey ve yatay birbirini besliyor.

    sanat eserine (ve aslında yatayda olup dikeye açılan bir kapısı olan herhangi bir şeye) bakma süresi de bence dikey hayatta ne kadar kalmak istediğimiz, zamanın ve mekanın yatay sınırlarının dışında kalmaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzun süresi. bu süre de yatayda o şeyi sonrasında artık nasıl göreceğimizi etkiliyor.
  • kişiden kişiye değişir.
  • görünceye kadar.
  • ruhunuz doyduğunda bakmayı kendi bırakır. sanat eserine bakarken saatinize bakıyor ya da bir optimum süre belirleme isteği duyuyorsanız başkalarının koyduğu kuralların/çizgilerin içinden çıkamazsınız. sanat eserinin özgünlüğü kadar izleyicinin özgür düşüncesi de ilhamı almakta/anlamakta/sırra ermekte bu işin temel taşıdır. (elbette bantlanmış muza bakmaktan bahsetmiyorum)
  • verdiği etkiye göre değişir. bütün ömür bakmak isteyeceğiniz eserler de olabilir.
  • sanat eserine bakmak istediğiniz kadar bakınız bunda bir sorun yoktur, sorun son dönemde şu, müze ve sergilerde gördüğüm, selfie çekmek, fotoğraf çekmek, sıra sıra dizilip eserle fotoğraf çektirmek, yemin ediyorum illallah ettim. yakın zamanda bir avrupa şehrinde gerçekten fantastik ve eşsiz eserler olan bir kaç katedral gezdim, tahmin edersiniz ki uzak doğulu, avrupalı bir sürü milletten insan vardı bizim ülkedeki gibi mal mal eserlerin önüne geçip sizin hakkınızı gasp ederek fotoğraf çektiren çok az insan gördüm onların da türk olması ihtimali çok yüksekti hatta bir tanesi türkçe bir şeyler söyledi aha dedim tamam bu bizden. belli bir mesafede dur, fotoğrafını çekeceksen çek yürü git, herkes baksın, görsün, yorumlasın, keyfini sürsün. en son abdülmecit efendi köşk'ündeki içimdeki çocuk sergisine gittim, deli çıkıp geri döndüm, instagramda hashtagi ararsanız verilen pozları görebilirsiniz. ben de fotoğraf çektim, ama karşıdan, kimsenin önüne geçmeden, kafamı oramı buramı eserlere yapıştırmadan, kimsenin sergi gezme hakkını gasp etmeden. bir resme, fotoğrafa, esere belli mesafede durup bakın, istediğiniz kadar, buna kimse bir şey demez, ama şu fotoğraf işine acayip gıcığım.
  • eserine göre değişir, mesela atina okulu’na yıllarca baksan yeridir her seferinde başka bi şey görebilir, ayrıntı farkedebilirsin. son akşam yemeği de ona keza.
  • bakmak değil de meselenin görmek olduğunu birinin de bu şahısa anlatsın denilen başlıktır.
hesabın var mı? giriş yap