• üstâd anlatıyor:

    "1950 yılının mayıs ayı başında, bir ikindi üzeri, lütfi’yle kadıköy’e geçip sıra sıra eski, güzel evlerin bulunduğu dumlupınar sokağı’ndaki 11 numaranın kapısını çaldık… neveser hanım, bu şirin kadıköy evinin giriş katında oturuyordu. kapıyı oğlu adnan açıp, bizi içeriye aldı… uzun salon, göze son derece huzur veren yemyeşil bir iç-bahçeye açılıyordu… bahçeye bakan geniş pencerenin yanında asılı duran sanatçının ağabeyi muhlis sabahattin’in (1889-1947) portresi, sanki kızkardeşinin piyanosuna gözünü dikmiş onun üst üste yarattığı bestelerini dinliyor gibiydi.

    özellikle operetlerinde (tam 23 operet bestelemiştir) türk musikisi makam ve usullerini uyguladığı gibi, zaman zaman da batı müziğinin tampere sesleriyle geleneksel türk perdelerini başarıyla kullanan; ayrıca türk musikisi formlarında da besteler yapan ve bugün halâ “dün gece saz meclisine neden geç geldin”, “bahar geldi gül açıldı”, “ hatırla ey peri o mesut geceyi”, “oturmuş testi elinde çeşme başında” başta olmak üzere pek çok parçasını zevkle dinlediğimiz muhlis sabahattin, kızkardeşinin kendi yolunu izleyen bestelerini dinledikçe, belki de bu dünyadan erken ayrıldığı için gözü arkada kalmıyordu… o portrenin yanında, bir zamanlar gelmiş geçmiş en büyük dublaj sanatçımız ferdi tayfur (sahtesiyle karıştırmayın lütfen) ile evli olan muhlis sabahattin’in kızı melek’in resmi vardı… sanki dudaklarındaki ince gülümseme, sanat bakımından rahmetli babasını aratmayacak böyle bir kızkardeşi bıraktığı içindi…

    iyi giyinmiş, özenli makyaj yapmış olan, 1904 doğumlu neveser hanım salona girip de biraz sohbet ettikten sonra lütfi ile radyoda okuyacağı şarkıları meşke başladılar. piyanosu başındaki sanatçının parmakları, rakseder gibi tuşlar üzerinde büyük bir âhenkle dolaşıyor ve yalnız ruhunu değil vücudunu da çalmakta olduğu bestesiyle bütünleştirip hâlâ çok güzel olan içli, duygulu sesiyle lütfi’ye refakat ediyordu…

    radyoda okunacak şarkıların meşki bittikten sonra, sanatçı parmaklarını tuşlar üzerinde şöyle bir gezdirdikten sonra:

    -size birkaç tane daha eserlerimden geçeyim, dedi ve başladı hem çalıp hem okumaya… güftesi de kendisinin olan valsini çalarken hareketleri ne kadar da asil… arkasından svingini bir genç kız kıvraklığı ile çalıyor ve fettan bir genç kız şuhluğuyla söylüyor… suzinak makamındaki zeybeğinde, vakur tavırları hemen dikkat çekiyor;

    “ödemiş bağlarında, gözlerim yollarında.”

    ardından çaldığı tangodan sonra söylediği segah şarkı, üç yüz güzel bestesinden biri;

    “bir emele bin ah çeksem, zevk duyarım her dem yadetsem,
    sevmek teselli şu boş alemde,neş’e vardır aşkın her eleminde.”

    sirtosundan sonra çaldığı laz havasını, kırk yıllık bir karadenizli gibi söylüyor. ardından çaldığı kaşık havası ise bir başka güzellikte.

    musiki hayatı daha 12 yaşında kadıköy’deki notre dame de sion’da okurken bir polka bestelemekle başlayan neveser kökdeş’in musiki aşkı bir süre “alafranga” olarak sürmüş: prelüdler, valsler,tangolar, fanteziler,marşlar, çigan havaları ve operet müzikleri yapmış. ve okulda düzenlenen piyano çalış yarışmasında da birinciliği kazanmış… ayrıca da pazarları, kilisede ilâhi söyleyen hristiyan arkadaşlarına orgla refakat etmeye başlamış…

    ankara ve istanbul radyolar’ında da çalışan sanatçı, ağabeyi muhlis sabahattin’in operetleriyle de bütün anadolu’yu dolaştığı gibi; ardı ardına da o birbirinden güzel, dillerden düşmeyen “sevmek seni bir suç ise”, “kuş olup uçsam sevgilimin diyarına”, “gül dalında öten bülbülün olsam”, “bahar pembe beyaz olur”, “sevda seline kapıldı gönül” gibi şarkılarını yapmış.

    piyanosu eşliğinde birbiri ardınca sıraladığı şarkılarına son verince birden bana dönerek: -sermet bey sevgiliniz var mı? diye sordu. hiç beklemediğimden sorusuna biraz şaşırsam da bütün içtenliğimle:

    -hayır, dedim. sevgilim yok.

    neveser hanım, piyanonun taburesinden kalkmadan sorularını sürdürdü:

    -ya anneniz, babanız?

    -onları, daha lisede okurken birkaç ay arayla kaybettim.

    -kardeşleriniz?

    -ben doğmadan ölmüşler; ailemin tek çocuğuyum. kardeşlerim olmadığından yeğenlerim de yok. üstelik teyzem, halam olmadığından, onların çocukları da yok. sizin anlayacağınız hayatta yapayalnızım.

    son cümleyi niye söylediğimi, daha kendim de anlamamıştım ki neveser hanım, piyanosunun başından kalkıp yanıma gelerek kanepeye oturdu. büyük bir içtenlikle ellerimi avuçları içine alarak, titremesini engelleyemediği bir sesle;

    -demek, dedi, siz de benim gibi yapayalnızsınız… belki bu yüzden daha salona girer girmez size çok büyük bir yakınlık duydum. belki de ruhlarımız aynı noktada birleşip kaynaştı; imtizac etti (uyuştu/kaynaştı); hatta izdivaç etti (birbirine eş oldu).

    ben bu sefer, onu teselli etmek için;

    -siz, dedim, benim kadar yalnız sayılmazsınız; bakın oğlunuz adnan var.

    bunun üzerine neveser hanım, nemlenmiş olan gözlerinden akan damlaları silmeden ve ellerini şefkatle avuçları içinde tutmayı sürdürerek; çok yalnız olduğunu ağabeyinin ısrarı ile evlendiği eşi mehmet ali bey’i çanakkale savaşı’nda kaybettiğini; oğlununsa sekiz yıl önce evlenerek başka eve taşındığını onun için de yapayalnız kaldığını sık sık iç çekerek anlattı.

    sonra da derinden gelen bir sesle:

    -sizin hayatınız da beni çok duygulandırdı; bundan sonra ilk bestemi sizin için yapacağım. ne kadar neşeli, hayata bağlı görünüyorsunuz. meğer bu içinizdeki yalnızlığı yenmek içinmiş, tıpkı benim gibi…bundan sonra bu iki yaralı kalp birbiriyle kucaklaşıp yalnızlıklarını bir parça olsun unutmaya çalışacaklar! artık sık sık görüşelim.

    gün battıktan epey sonra “yalnız kalpler” sokağında oturan bestecinin iznini alıp sokağa çıktığımızda, lütfi güneri, muzip muzip gülümseyerek;

    -benim bile hiç bilmediğim, dedi, bu “yalnızlığın” neveser hanım’ı çok duygulandırdı. yakında bu yalnızlıktan da güzel bir beste doğacaktır. hem üstelik bundan sonra pek de yalnız sayılmazsın!...

    gerçekten de öyle oldu… bir süre sonra, neveser kökdeş evime telefon ederek, yalnızlığımın kendisine ilham etmiş olduğu besteyi yaptığını, iki gün sonra da istanbul radyosu’nda muallâ mukadder atakan’ın okuyacağını bildirdi. bir an sustuktan sonra, biraz kısık bir sesle: “belki de bundan sonra bestelerimde hep siz olacaksınız” dedi ve hemen telefonu kapattı. yaptığını söylediği besteden çok, son cümlesi beni etkilemiş; fakat ne demek istediğini tam olarak çıkaramamıştım!...

    ve iki gün sonra, muallâ mukadder istanbul radyosu’nda, yalnızlığımın ilhamıyla yapılmış olan “gönlümün baharı bir gün açacak mı acep” diye başlayan şarkıyı okumaya başlayarak beni çok duygulandırmıştı. fakat beni daha çok duygulandıran, bundan sonra neveser hanım’ın bestesinde bulunacağım müjdesiydi!..."

    kaynak: sermet sami uysal-baki kalan bu kubbede
  • 29 ekim 1925’te çorum’da doğan servet sami uysal, istanbul üniversitesi fransız filolojisi’nde (1948-1950), iki yıl okuduktan sonra türkoloji bölümü’nü birincilikle bitirmiş (1954); ayrıca paris üniversitesi fonetik enstitüsü’nden “pek iyi” derece ile mezun olmuş, sorbonne’da da “en üstün başarı” derecesiyle doktora hazırlamıştır (1969).

    galatasaray lisesi’nde müdür muavinliği ve edebiyat öğretmenliği (1956-1963); brüksel üniversitesi’nde (1963-1965) ve paris üniversitesi’nde (1965-1970), türk dili ve edebiyatı okutmanlığı yapmıştır... avrupa’dan, yedi yıl sonra, 1970 başında yurda dönen servet sami uysal, istanbul üniversitesi yabancı diller okulu türkçe bölümü başkanlığı’nı, emekli oluncaya kadar, yirmi yıl sürdürmüştür (1970-1990).

    bu sırada ayrıca, istanbul teknik üniversitesi’nde on yıl boyunca fransızca okutmanlığı yapmış (1970-1980); çapa tıp fakültesi’nde de, beş yıl süreyle “türkçe anlatım yöntemleri” dersleri vermiştir (1978-1983).

    servet sami uysal, edebiyat dünyasına küçük yaşlarda şiir yazarak girmiş: on beş yaşında yazdığı ilk hikâyesi ise türk yolu gazetesinde yayımlanmıştır... daha sonraları çeşitli gazete (cumhuriyet, vatan, yeni istanbul, akşam, ulus vb.) ve dergilerde (varlık, türk düşüncesi, cep dergisi, ayda bir, hayat, istanbul vb.); inceleme, deneme, anı, sohbet, şiir, hikâye türünde yazıları ve binin üzerinde röportajı, ayrıca da çevirileri yayımlanmıştır...

    bunlardan başka cumhuriyet gazetesinde, aşk her şeyin üstünde adlı romanı tefrika edilmiştir (1954).
    radyofonik oyunları, ankara ve istanbul radyoları’nda oynanan servet sami uysal’ın ıonesco ve camoletti’den çevirdiği çeşitli oyunlar da başta devlet ve şehir tiyatroları olmak üzere özel tiyatrolarca da sahnelenmiştir... ayrıca necati cumalı’nın nalınlar’ını, les sabots adıyla fransızcaya çevirmiş bu çeviri palais de chaillot (şayo sarayı)
  • türkolog dr. sermet sami uysal, ömrünün geride bıraktığı 80 yılında yaşadığı ve türkiye tarihinin canlı tanıklığı niteliği de taşıyan anılarını paylaştı. anlatılanlar, bugüne kadar duyulmamış olması ve yaşandığı dönemin şartları hakkında verdiği mesajlar açısından son derece ilginç.

    güçlü özgan

    türkolog sermet sami uysal’ın yaşamı, türkiye’nin yazılmamış tarihine tutulan bir ışık niteliğinde. dr. uysal, 1954 yılında cumhuriyet gazetesinde yayınlanmak üzere, ünlü edebiyatçılarımızın eşleriyle yaptığı röportajları bir araya getirdiği ve geçtiğimiz günlerde yayınlanan “eşlerine göre ediplerimiz” kitabıyla unutanlara ismini hatırlattı. ancak kendisinin anlatacakları sadece bu kitaptakilerle sınırlı değil. cumhuriyetin kuruluş aşamasında son derece aktif görevler üstlenen ailesi ve tanıdığı, arkadaşlık ettiği türkiye tarihine yön veren isimlerle ilgili olarak anlattıkları, o dönemler hakkında yapılan tartışmalara yeni bir yön verecek nitelikte. kimsenin hatırasına saygısızlık etmek istemediği belirten sermet sami uysal, anlattıklarının bu insanların ve o dönem şartlarının daha iyi anlaşılabilmesinde etkili olmasını umuyor. yaklaşık dört saat süren görüşmemiz boyunca konuşulanlardan bir kısmına yer verebildiğimiz sayfalarımızda, son derece şaşırtıcı ve yaşandığı dönemin profilini çizen örnekler bulacaksınız. dr. uysal’ın paylaştığı anılarından üç tanesini hiçbir kısaltma ve yorum yapmadan sunuyoruz…

    atatürk peygamber miydi?

    “cumhuriyetin ilan edildiği dönemde atatürk’ün en yakınında olan kişilerden birisi olan afet inan, devrimlerin ve atatürk’ün propagandasını yapmak için ailemin yaşadığı çorum’a geldi. afet hanım çorum’da, cumhuriyet ilan edildiğinde tbmm başkanı olan büyük teyzemin eşi ismet eker’in evinde misafir ediliyordu. geliş amacına uygun olarak düzenlediği bir konferansa, salon mümkün olduğu kadar kalabalık görünsün diye annem beni de götürdü.
    annem, son derece aydın bir insandı. o dönemin türkiye’sinde fransa’dan gelen hocalardan fransızca dersleri alan bir genç kızmış. dedemin hanımı da, elindeki bir çiftliği satıp milli mücadelede kullanılması için mustafa kemal’e gönderen bir kişiymiş. sanırım bunlar ailemin mustafa kemal devrimlerine ne kadar yakın olduğu gösteren iyi örnekler. bu anlamda o toplantıya katılmamızdan daha doğal bir şey olamazdı.

    büyük teyzem de ev sahibesi olarak annemin yanına oturdu. afet hanım konuşmasına başladı. bir yerde, “nasıl ki vaktiyle peygamberler geldiyse, şimdi de asrımızın peygamberi hatta allah’ı mustafa kemal’dir” dedi. çocuk olmama rağmen bu söylenen sözün ne kadar ağır bir laf olduğu anlayabilmiştim. o anda annemin, sırtına bıçak saplanmış gibi irkildiğini hissettim.

    afet hanım o sözleri edince, annem elini kaldırarak söz aldı ve “afet hanım galiba diliniz sürçtü. son cümlenize çok şaşırdım, şehrimizin misafirisiniz, size sonsuz saygımız var ancak söylediklerini tüylerimi diken diken etti. lütfen sözünüzü geri alır mısınız?” dedi. bunun üzerine afet hanım, bu sözleri bilerek sarf ettiğini, belirterek aynılarını tekrarladı.

    annem de, peygamberime allahıma hakaret edilen bir yerde duramayacağını yüksek sesle söyleyerek beni alıp çıktı dışarıya. zavallı teyzem de annemle aynı düşüncede olmasına rağmen, ev sahibi konumunda olduğu için içeride kaldı. bütün bu yaşananlar afet hanım tarafından, son derece çarpıtılarak mustafa kemal’e iletilmiş. afet inan, çorum’da yaşayan büyük bir ailenin devrime ve atatürk’e muhalif olduğunu söylemiş. atatürk kendisini itirazsız dinlemiş. ancak eniştemi çağırarak durumu sormuş. eniştem de olayın arkasındaki gerçekleri olduğu gibi anlatmış. bu olay orada kapanmış.

    bu yaşananlardan birkaç yıl sonra kanser olan büyükannemi tedavi için istanbul’a götürmek için trenle seyahat ediyorduk. tren ankara’ya geldiğinde, atatürk’ün etimesgut’a geleceğini duyduk. treni kullananlar da dahil olmak üzere hepimiz atatürk’ü görmek üzere oraya gittik. atatürk’ü ilk gördüğüm anı hiç unutmam. arkadan güneş vuruyordu ve sarı saçları olağanüstü şekilde parlıyordu. kısa kollu bir süveter giymişti. o’nu görünce “allah atatürk!” diye bağırdım. herhalde afet hanım’ın konuşmasının bilinçaltıma olan etkisiyle bunu söylemiştim. bunu duyunca gözünü dikerek bana doğru yürümeye başladı. önümde durdu, iki konumdan tutarak beni havaya kaldırarak kucakladı ve “ben allah değilim” dedi. ben de “sen allahsın” diye ısrar ettim. bu ısrar üzerine atatürk çok şaşırdı ve ailemin kim olduğunu sordu. annem de kendilerini tanıttılar. “böyle şeyleri kim öğretiyor bu çocuklara” diye sorunca, “paşam, o bir çocuk aklı ermediğinden söylüyor bunları. asıl tehlike akılları erenlerin de bunları söylemesi” dedi. mustafa kemal son derece zeki bir insan tabi, hemen bağlantıyı kurdu. “yoksa siz o çorumlu aile misiniz” dedi. fazla da uzatmadı konuyu.

    nereye gittiğimizi sordu. annem de anlattı. bunun üzerine büyükannemin elini öpmek istediğini söyleyerek bizimle trene geldi. büyükannemin elini öptükten sonra, kendisi için yapabileceği bir şey olup olmadığını sordu. bunun üzerine büyükannem de, ülkeyi güzel yönetmesini istediğini bir de başucuna koymak için imzalı bir fotoğrafını istediğini söyledi. gerçekten de kısa bir süre sonra fotoğraf gümüş bir çerçeve içerisinde çorum’daki evimize geldi. o fotoğrafı paris’teki görev yerime bile taşıdım. ancak maalesef görevim bitip memlekete dönerken çalınan bavulumun içerisinde o fotoğraf da bulunuyordu.”

    hasan ali yücel’in suzinak şarkısı kim için bestelendi?

    sermet sami uysal’ın ikinci olarak anlattığı hatırası, cumhuriyet gazetesi için 1950’li yıllarda edebiyatçılarımız ve eşleriyle yaptığı röportajların birisiyle ilgili. bir dönemin milli eğitim bakanı, şair can yücel’in babası hasan ali yücel’in dragos’taki evinde geçen bir olay.

    “ben lisedeyken ve üniversitedeyken değişmeyen bir milli eğitim bakanı vardı: hasan ali yücel. benim cumhuriyet gazetesi için yaptığım röportaj dizisine dahildi kendisi. dragos’taki evine röportaj için gittiğimde, önceden yaptığı bir araştırma sonucunda kendisiyle ilgili küçük ve masum bir sırrı biliyordum. eşinin yanında bu anlatacağım konuyu açarak aile düzenlerinin etkilenmemesi için, bir ara mutfakta yalnız kaldığımızda, “sizin en beğendiğim besteniz, ‘sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz’dır” deyince, bunun arkasından bir şey geleceğini anlayarak. “ben de bu bestemi çok beğenirim” dedi.

    “bu besteyi ilham eden hanımefendiyi de çok beğenirim” dedim. bu beste için hasan ali yücel’e ilham veren hanımın, kendisinin de üyesi olduğu kabinenin başındaki hasan saka’nın eşi olduğunu biliyordum. bu son derece platonik duygularla ortaya çıkarılan bir eserdi. hasan bey’in hanımı son derece güzel bir hanımefendiydi. ben bütün bunları kendisine söyleyince, hiç inkar etmedi. üstelik, içinden geldiğini belirterek, o güzel sesiyle kendi şarkısı mutfakta bana okudu. hasan ali yücel’in sesi çok güzeldi. bence eğer sahneye çıksaydı, bütün müzisyenleri silebilirdi. söz konusu şarkısını okurken de biraz da dalgılığından olsa gerek, usul tutarken bir eliyle kendi dizine, diğeriyle de benim dizime vuruyordu.

    şarkı bittiği zaman, “keşke müziğe devam etseydiniz” dedim. bunu söylerken de, yine röportaja gitmeden önce öğrendiğim ancak o anda kendisine sormadığım bir sırrı daha aklımdan geçiyordu: hasan ali yücel, ismet inönü’nün annesine mevlüt okurmuş. bu nedenle inönü’nün annesi o kadar mutlu olurmuş ki, ismet paşa’ya “bu değerli adamı mutlaka vekil yap” diye de ısrar edermiş. rivayet odur ki, hasan ali’nin bakan olmasında ismet inönü’nün katkısı bulunuyor.”

    bakanla büyükelçi arasındaki inönü kavgası

    dr. uysal’ın paris üniversitesi’nde görevli olarak bulunduğu dönemle ilgili olarak anlattığı ve merkezinde ismet inönü’nün fotoğrafı bulunan; bir bakan ile paris büyükelçimiz arasındaki tartışma son dereve ilgi çekici.

    “eski başbakanlardan süleyman demirel’in ortaokuldaki hocası orhan dengiz’di. sonradan milli eğitim bakanı olan orhan bey’i tanıma fırsatım oldu. bana göre kendisi son derece kültürsüz bir kişiydi. ben 1966 yılında paris üniversitesi’nde hocayken elçilikte bir toplantıya katılmıştı kendisi. orada yaşayan öğrencilerin barınabilmesi için bir türk evinin açılması için uğraş veriyordum. çünkü meksika’dan ermenistan’a kadar pek çok ülkenin benzer amaçlı evleri varken, türkler için bir evin olmaması beni rahatsız ediyordu. üniversite, bizim üzerine ev yapabilmemiz için bir arazi tahsis etmişti. oraya bir türk evinin yapılamamasının nedeni, orhan dengiz’dir.

    1966 yılında paris’i ziyaret eden bakan, uçaktan iner inmez, büyükelçi namık yolga’nın odasına gidiyor. namık yolga’nın büyükelçilikteki çalışma masasının üzerinde ismet inönü’nün imzalı bir fotoğrafı bulunuyor. orhan bey, böyle şeylere tahammül edemediği için, elinin tersiyle çerçeveye vurarak hemen o fotoğrafı kaldırmasını istiyor. namık bey de, kendisinin elçilik görevi devam ettiği sürece o fotoğrafın masasının üzerinde kalacağını söylüyor.

    bakan dengiz, o fotoğraf masanın üzerinde durduğu sürece, elçilik yapamayacağını söylüyor. namık bey, devrilmiş olan çerçeveyi düzeltiyor. bunun üzerine bakan tekrar vurarak bu kez yere düşürüyor. bu nedenle büyükelçi ve bakan arasında son derece sert bir tartışma geçiyor. bakanın büyükelçiliği ziyaretinin nedeni, bizim de katılacağımız paris’te bir türk evi yapılması konusundaki toplantıydı. toplantının başlayacağı saatlerde yaşanan bu tartışmayı bana sayın büyükelçi toplantı için yanıma geldiğinde anlattı. çünkü odaya girdiklerinde ikisinin de yüzünden düşen bin parçaydı. büyükelçi yanıma oturduğu için ne olduğunu sorma fırsatım oldu. o anda öğrendim içeride olanları.

    toplantı başladığında, sayın bakan sanki yeni keşfedilen bir şeymiş gibi paris’in güzelliklerini kendince bize anlatmaya başladı. o sırada odada davetli olarak bulunan ve kötü yaşama şartları nedeniyle neredeyse verem olma noktasına gelen bir öğrenci elini kaldırarak, “biz buraya boş sözler dinlemeye gelmedik. sermet hoca’ya üniversite tarafından verilen arsa üzerine bir türk öğrenci yurdu yapılmasını istiyoruz” dedi.

    bunun üzerine bakan son derece çarpıcı bir yanıt verdi: “benim türkiye’deki öğrenciler için bile yurt yapma olanağım yok. böyle bir durumdayken, gavur memleketinde yurt mu yaptıracağım!” dedi. biz o anda kiminle görüşmekte olduğumuzu anladık. odada bulunan tüm öğrenciler ayağa kalkarak, mekanı terk ettiler. onlar kalkınca ben de gitmek üzere kalktım. bunun üzerine sayın büyükelçi, elimden tutarak öğle yemeğine kalmamı istedi. o anda bakan “ben de kalacak mıyım” diye sordu. bir insanın bu kadar görgüsüz olabilmesini anlayamıyorum hala. sayın büyükelçi de bizim özel şeyler konuşacağımızı söyleyerek bakanı tersledi. görüşme de o anda bitti zaten.”
  • yeni çıkan bir abdülhak şinasi hisar vardı adlı eserinde usta yazarın yaşadığı ve onunla ilgili yaşanan anıları yazan yazardır.
  • yahya kemal , ev telefonunu aldigi s.samiyi , ilk buluşmalarının ardindan sabahin korunde arayip , birkac defa oksurdukten sonra " sizinle iyi dost olacagiz , nolur bugun bana gelin " diye usteliyor.
  • "baki kalan bu kubbede" kitabı çıktığında, 2005 yılında, hakkı devrim'e imzalayıp takdim etmiş. yıllar sonra o kitabı bir sahaftan aldığımda, kapağının içinde ithafı ve imzası ile karşılaşınca hem hüzünlenmiş hem de buruk da olsa sevinç duymuştum. zira 2013'te sermet sami uysal ile karşılaşmıştım fakat o çok merak ettiğim abdülhak şinasi hisar kitabını (ki daha sonra kapsamlı bir şekilde tekrar kaleme alıp yayınlamıştı) imzalatma imkânım olmamıştı, başka bir kitapla ağırlamak nasip olacakmış demek...
hesabın var mı? giriş yap