63 entry daha
  • 4 senelik bir eğitimden sonra lisans mezunu olmak size sadece "sosyolojik düşünebilmeyi" bir nebze öğretir. sosyolog olmak içinse şahsi kanaatim en az doktoradır.
  • beni ikircikli bir hale sokan ilim dalı. bi yandan sosyoloji eğitimi aldığım için çok mutluyum; çok fazla şey öğrendiğimi düşünüyorum. en azından düşünebilmeyi, soru sorabilmeyi, fikir üretebilmeyi, argümantasyonu, ve okumayı (her türlüsünü; text okumak, sembol okumak, olay okumak vs.) belli bir ölçeğe kadar öğrendim. ama bir yandan da beni lanetlediğini düşünüyorum. hayatımı elimden söküp aldığını, beni kuruttuğunu, beni umutsuz bıraktığını, (benim karakterimle de alakalı olarak) beni duyarsızlaştırdığını, hissizleştirdiğini, varoluşumun büyüsünü bozduğunu düşünüyorum. tıpkı siz bu entry'i okurken nefes alıp verdiğinizin farkında değilsiniz de tam da şimdi bir anda manuel olarak nefes alıp vermeye başlamışsınız gibi birşey. aradaki fark, ben sonsuza dek manuel olarak nefes alıp vermek zorunda kalacakmışım gibi hissediyorum.

    benimki daha lisans. aslında hiç birşey bilmediğim; ancak bileyazdığım, bildiğimi zannettiğim falan bir evre. bir şeylere dair gerçekten bilgi sahibi olsaydım ne olurdu gerçekten bilemiyorum.
  • sosyolojinin bir bilim olup olmadığı tartışması muhtemelen sosyal bilimlerin en banal tartışmalarından biridir. bilim değildir demek ne kadar saçmaysa bilimdir de demek o kadar saçmadır. tek başına bilimin ne olduğunun bile açık olmadığını envai çeşit başlıkta yazmış olabilirim. biri bana gelsin bilim şudur şudur, ve kesinlikle şu şu değildir desin, götümü kesip vericem lan. o derece.

    ama en temel ve en çok kabul gören bilim paradigması içerisinde değelendirildiğinde sosyoloji bir bilim değildir, ve lütfen olmasındır zaten. "sosyal bilimci" demek, "bilim adamı" demek illa işte bizim böyle pozitivist işler yapmak zorunda olduğumuz anlamına gelmez. ama gene aynı paradigmanın oldukça kuvvetli pozisyonundan dolayı belki de sosyologları tanımlamak için "ilim insanı" falan demek daha mantıklı olabilir. sosyoloji bir bilimden ziyade bir disiplini temel alır. soru sorma ve düşünme disiplinidir. epistemolojik olarak da bakıldığında o da diğer bilimler gibi bir "neden" ve "nasıl" sorularını sorar bilgiye erişmek adına. tıpkı "neden yerden yüksekte bırakılan cisimler yere düşer" sorusu gibi sosyoloji de "neden insanlar bir arada yaşar" gibi bir soru sorabilir. ikisini birbirinden ayıran fark metodoloji ve karşılaştıkları sonuçlardır. sosyoloji "yaklaşımlar" üretme tandansına sahiptir, ancak fen bilimlerinde değişmez kanunlar aranmaktadır - ilk dönemde yaşayan comte gibi, simon gibi sosyal bilimcilerin düşündüğünün aksine teorik olarak insan faktörünün olduğu hiç bir sosyal olguda kanun geliştirilemez ve fen bilimleri ile bu alanda sosyal bilimler doğrudan ayrılır. bahsetmeye çalıştığım klasik bilim paradigması da "fen bilimleri" ekseninde şekillenmiş bir paradigmadır ve bence öyle de kalsındır yani. evvela, herşeyi kapsayacak bir bilim paradigması oluşturmak pek mümkün gözükmüyor. zaten öyle bir paradigma ortaya atılsa bile az önce bahsettiğim kuvvetli farklılaşmadan ötürü "kısmen bilim" falan diye kavramlar ortaya çıkacak ve tek başına, yekpare bir bilim niteliği taşıyan hiç bir alan kalmayacak. bi anlamı yok yani.

    bütün bu ahval ve şeraitte bir disiplinin bilim olup olmaması onu ne aşağı bir çalışma alanı yapar ne de tanrısal bir çalışma alanı yapar. bundan bilmemkaç yüz yıl önce ilk dönem fransız sosyologları bilimlerin hiyerarşisi üzerine düşünmekte ve sosyolojiyi en üst bilim olarak görmekteydiler. sosyolojinin altında bilim, astronomi, geometri falan filan gibi alanlar bulunmaktaydı. daha sonralarda neyse ki felsefe ve topyekün sosyal bilimler "bilimlerin hiyerarşisinin olamayacağına" karar verdiler ki çok aklı selim bir düşünceydi. çünkü bahsi geçen her türlü alan (fen ve sosyal bilimler) en temelde iç içedir. öyle olmasa nöropsikoloji, siyaset sosyolojisi, biyokimya falan filan gibi alanlardan söz edemiyor olurduk. bu ilimleri birbirinden ayırmak yerine birbirlerinin boşluklarını doldurabilecek alanlar olarak görmek dünya ilim, bilim, fen tarihi adına çok daha yararlı bir adım olabilir.

    demem o ki, zerre yapıcı olmayan tartışmalara kurban giden güzel disiplinimdir kendisi.
  • millet seçim falan yapacak şimdi. bir şeyler daha yazayım ben iyisi mi.

    sevgili üniversiteye girmek üzere olan dostlar; önce ben kendi pozisyonumu anlatayım: ben ösym bursuyla bilgi sosyoloji kazanmıştım. hazırlık okumadım ama 5 senede bitirdim okulu - kendi eşekliğimden. şimdi de gene bilgi üniversitesinde medya ve iletişim sistemleri üzerine master yapıyorum.

    şimdi ben bu bahsi geçen 5 sene içerisinde sosyolojiden hiç memnun olamadım aslında. evvela o bilgisayarın ekranında "ösym (%100) burslu bilgi üniversitesi sosyoloji" yazısını görünce ne yapacağımı şaşırmıtşım, çünkü son tercihimdi. evet. 7394. sıralamadaydım, ve "garanti" şıkkımdı kendisi. üstünde marmara hukuk falan vardı, ilginç bi şekilde puanlar yükselince girememiştim oralara falan. biraz kötü hissetmiştim çünkü bizim bölüm en köü 18000. kişiyi falan mı ne almıştı yani saçma sapan. neyse. kısacası bölüme girerken a) bölümün ne olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu (neden ea seçtiğime dair de en ufak bi fikrim yoktu, bana sorarsan gidip mimarlık okuyacaktım yani) ve b) bu bölümü okuyanlar ne yapar en ufak bi fikrim yoktu ve c) o kadar kastığım sınav boşa gitmiş gibi hissediyordum. siz de bu tercihinizde böyle hissedecek sonuçlarla karşılaşabilirsiniz. ben de bu yüzden anlatıyorum zaten bunları.

    şimdi bölüme girdik. nedir bu bölümün olayı bilmiyorum. işte kim sorarsa "toplum bilimi". ama emin olun benim kafa hala mimarlık fakültesi bölümlerinde falan yani. öyle alakam yok olayla. o zamanlar da (2007) daha yeniii yeni medyada falan sosyoloji lafı palazlanmaya başlıyor, ama bugünlerdeki kadar değil. annem "bak oğlum bilmemkaç bin tane sosyolog alınacakmış" falan diye gönlümü hoş tutmaya çalışıyor. böyle bir gariplikler. neyse ben bölüme girdim, ömrümde karl marx lafını duymamışım, komünizm bilmiyorum, dünya tarihi bilmiyorum, felsefeden gram anlamam. en edebi ürünüm bir ördeğe dair bir hikaye yani. böyle analojiler, sembolizmler, tarihsel ve sanatsal akımlar falan. olm alakam yok öyle böyle değil.

    bizim önümüze geldi tabii okumalar lökür lökür. ingilizcem iyi, baya iyi ama; oku oku anlaşılır gibi değil. öyle bir dil var ki eserlerde çünkü. küfürün biri bin para bende tabii. sınıf desen ayrı. türban muhabbeti dönüyordu o zamanlar. bence girsin olm türban okula banane diyorum. sınıfta 4 tane gariban türbanlı var. böyle bizim solcularla falan (sizin gibi solcuyu sikeyim o ayrı da) aralarında derin bir uçurum var tabii. böyle pis, siyasi bir ortam. birbirlerine laf atıp duruyolar falan leş leş. ben bi soğudum bölümden. 1 tane arkadaşım yok falan çünkü o kadar bilgisizim falan ki. ben böyle bişey diyorum (yanlış bişey diyorum) arkamdan bağırıyo "ama hocam o öyle olursa şöyle bilmemne olmaz mıaaa" falan diye. laf kesiyolar, söz kesiyolar. işte klasik üniversiteli geyikleri, hocayla aşık atıyolar. her boku çok iyi biliyolar ya çünkü falan. amınakoyim öğrenmeye gelmişiz, sen hocayla aşık atıyosun... neyse. bi posta onlardan da tiksindim. böylelikle iğrenç bir 1. sınıf geçirdim. öğrendiğim şeyleri nasıl kullanacağıma dair en ufak bir fikrim yok. ne öğrendiğimi sorsan onu da bilmiyorum aslında.

    neyse geldik 2. sınıfa. ben hala mutsuzum. ne okuduğumu, ne yapacağımı bilmiyorum ve "e ne oluyor peki şimdi sosyolog? psikolog gibi bişey mi?", "sosyalis mi oluyonuz siz şimdi" falan gibi laflardan gına gelmiş. tribe giriyorum tabii. millet işte siyasetler, uluslararasılar, efendime söyleyeyim işletmeler falan okuyor. mezun olup iş bulacak bu insanlar o kadar net ki yani. para kazanıcaklar falan. ifrit oluyorum. nabıcam lan ben? yok. 2. sınıfı bıraktım abi ben. 11 tane ders bıraktım. tabii başka sebeplerim de vardı. 4 yıllık ilişkimden ayrılmıştım bilmemne, mutsuzdum yani. komple sikerler dedim bıraktım. ertesi sene tekrar 2. sınıf gibi başladık. ama ilginç bi şekilde ilk aldığım dersleri tekrar alırken kafamda bir şeylerin yer etmeye başladığını farkettim. yani 10.000 parçalık bir puzzle düşün, sanki çerçeveyi ufal ufak şekillendirmişim gibi hissediyodum yani. ama mutsuzum hala. yani bi sike dermanı yok öğrendiğimin. ne öğrendim mesela -- türk modernleşmesi öğrendik, ilk sosyologları, toplum biliminin nasıl ortaya çıktığını falan öğrendik. o sosyologlar beni etkiliyordu düşünce biçimleri falan açısından. tarihsel olarak olayarın nasıl konuşlandığını görünce heyecanlanıyodum bile bazen. ne bileyim ayrımcılık falan filan gibi toplumsal olaylar öğrendik. bir sürü şey işte. ama hala mutsuzum.

    3 oldum. 3. sınıfın ortalarına doğru çarklar şekillenmeye başladı ama mutsuzluk bâki. değişmiyor. ben hala okuyorum, hala sınıftakilerin gerizekalı olduğunu düşünüyorum ve öğrendiği şeyleri zerre içselleştirememiş insanların hayvan gibi notlar alıp benim sırf çalışmadığım için düşük not almama ayar oluyorum. adam hala cinsiyetçi küfürün bini bin para, her türlü empati yoksunluğu, her türlü iğrençlik ortada falan ama dağ gibi not alıyor. sinir oluyorum, daha çok nefret ediyorum falan. sosyolog olacaksın adam olamayacaksın kafasındayım çünkü cidden yavaş yavaş bir sosyologun nasıl bir insan olduğuna (olması gerektiğine değil ama) dair fikirler şekilleniyor kafamda. bir insan bu kadar çok fazla şey öğrenip hala nasıl bayağılığını sürdürebiliyor aklım almıyor falan. o seneyi de öyle garip düşünceler içinde geçiriyorum. 4 sınıfa geçmeden önce yaz okuluna gittim, orada sevgili hocam uğur kömeçoğlu'ndan iki tane ders aldım. o iki ders esnasında öyle bir gaza gelmek var ki bende. bilemiyorum nasıl anlatayım. böyle hoca bir şeyler anlatıyor ve ben bir yandan tez konusu belirliyorum kendime; önce alanı, konteksti belirliyorum, sonra konu ve tarih belirliyorum, sonra daraltıyorum falan. aklımdan fikirler fışkırıyor adeta bilmemne. o gazla hocamla görüştüm hocam ben akademik mi yapsam acaba diye. o da beni gazladı. tamam dedim ben akademik gidicem falan.

    4. sınıfa geçtik, yollar biraz belirginleşti. ufak ufak çevremde mezun olmuş ve çalışan insanlar görülüyo tabii ama en tırt insanından en iyisine kadar herkes bi şekilde bişeyler yapıyor. ben biraz rahatladım o dönemlerde. hem kafamda bir şeyler şekillendi, hem de "demek ki aç kalmıyosun" falan tribine girdim. çok anlatmayacağım 4. sınıf kafalarını, mezun olma gayesi, artık derslerin seni heyecanlandırmaması (çünkü artık öğreneceğimizi öğrendik kafasındasın, sosyolojik düşünebiliyorsun ve sana gelen ekstra enformasyonu zaten kendi kendine de çıkartabilirmişsin gibi hissediyorsun) bilmemne.

    mezun oldum, yüksek lisansa başladım, geçen yıl bu işte. yüksek lisansta envai çeşit farklı bölümden farklı alandan insanlarla tanıştım. aynı bölümde yüksek lisans yapıyoruz falan. ve o insanlara bir kaç hafta geçirdikten sonra ben dedim ki "abi ben iyi ki sosyoloji okumuşum". neden biliyo musun? o kadar dar alanda paslaşıyor ki bu insanların fikir dünyaları, o kadar olur. metin üretmek yok, iki kelimeyi bir araya getirebilmek yok, ingilizce yok, yok allah yok. hepsi çalışıyor falan, başarılı insanlar. ama böyle bir entelektüel pırıltı yok çoğunda. mesela bir arkadaşım var ama, makine mühendisi. herif kendini inanılmaz geliştirmiş. yani sırf bölümle alakalı bir şey değil bu tabii. bir sürü de böyle insan vardı falan. bu ayrı. ama ben bu yetilerin hepsini lisansta kazandım; akademik metin yazmak, eleştirel ve çok boyutlu düşünebilmek, empati kurmak, argümantasyon yapabilmek, fikirlerini temellendirebilmek. bu sefer yüksek lisans bana çok kolay geldi zaten "heheee, yaparız lan" falan diye takılmaya başladım. paperlarda hep 10, 100 falan gelince tamam dedim yani.

    şimdi bu sene tez yılım, bitecek yüksek lisans. cidden bakıyorum da, iyi ki sosyoloji okumuşum ve öğrendiklerimi içselleştirmişim diyorum. çünkü en temel "insani" fonksiyonlarıma dair dev bir ilerleme kaydettim. o kadar dev ki o kadar olur yani, tarifi mümkünatsız. jargonum, ifadem, düşünce biçimim, "benliğime dair" algım, her şey değişti, yeniden yapılandı. düşünmek ve sorgulamak için çok iyi bir süre geçirdim gerçekten. inanılmaz yararlı oldu. ne iş yapacağım cidden önemli değil; "düşünmeyi bilmeyen" bir insan olmamdan iyidir. felsefe için de aynı şeyler geçerli netekim.

    bir çok dost eminim ki sosyolojiyi "ismi" yüzünden pek düşünmüyor. hukuk demek, sosyoloji demekten çok daha farklı, biliyorum. ama boşverin siz bunları. eğer kafanızda sosyoloji varsa, yazın girin abi. canavar gibi okuyun. sonra deişimi göreceksiniz.

    siyu.
  • evvela merak edenler için gelsin: (bkz: sosyoloji/@malganis)

    düşünüyorum da sözlük. bir şeyler yanlış. sosyoloji'den öyle böyle mezun olalı 2 senem doluyor. çok fazla okuma pakedim birikmişti, bunları daha okunabilir bir formatta arşivlemeye karar verip kendime bir sürü klasör aldım. ders ders okumaları kolay erişilebilir şekilde arşivleyeyim dedim. neydi amacım? atıyorum soc 262 denen urbanization isimli derste 6 farklı chapter altında sıralanmış 2 şer tane metin olsun. her chapter için bir tane folyo açıp chapter içindeki iki metni de aralarına bir adet renkli ayraç koymak suretiyle o folyonun içine koyup onu da klasörde syllabus sıralamasına göre klasöre yerleştiriyorum. bu metinlere istediğim anda hoop diye ulaşıp kolay okunabilecek (bildiğin a4 formatı işte, sayfa sayfa kolayca okuyabiliyosun) bir pozisyona evriltmenin daha kolay bir yolunu bulamadım yani. neyse.

    işte bunlarla uğraşırken tabii derslerde neleri okumuşum, neleri okumamışım karşıma bir bir çıkıyor, o dönemlere gidiyorum falan. tabii sosyoloji okurkenki ruh halim vesaire de ayrı. daha önceki entrylerimi boşuna vermedim, orada yazyo biraz. biraz hevessiz vesaireydim. ama bir yandan da çok radikal sıkıntılar var, okumalarla tane tane uğraşırken o dönemki bütün sıkıntılarım, sancılarım, sinirlerim gözümün önünden gelip geçti adeta. ben neden okumadım bunları, neden okuduğumu bir türlü anlayamadım, ne öğrendim ben bu koca zaman diliminde? neydi sorunum diye düşünüp durdum. lisanstayken de düşünüp duruyodum, hala düşünüp duruyorum.

    cidden, neydi o sıkıntılar peki? bana öyle geliyor ki sosyoloji eğitimi denilen şey biraz yanlış anlaşılageliyor memlekette. yanlış. metodoloji yanlış başlı başına sanki. başka okulların müfredatlarına bakıyorum türkiyede, aynı bokun boncuklusu, biraz daha iyi, biraz daha kötü. ama temel dinamik hep eksik gibi geliyor. 4 yıl içerisinde çok daha kaliteli bir müfredat verilebilirdi gibi geliyor bana. 4 yıl çok kocaman bir zaman ya. ben bu konudaki düşüncelerimi daha önceden bizim bölüm başkanımıza falan da söylemiştim. haklısın ama... ile başlayan cümleler ile karşılaşmıştım tabii.

    evet farkındayım hala argümantasyonumu yapmadım - ahanda geliyor: abi sosyoloji dediğimiz disiplin çok geniş ve çok interdisipliner bir alan. özellikle ortaya çıkışı, düşünce tarzı ve metodolojisi itibarıyle "tek başına" ele alınabilecek bir şey maalesef değil. otomatikman sosyolojiye yeni başlayan öğrencilere gökten zembille inen marx'lar, weber'ler öğretmekle yola çıkmak ilk tahlilde zaten sıçışlara neden oluyor. ben hiç bir şey bilmeyen birisiydim ve bu şekilde girdim - otomatikman marx benim için hayalet bir figürden ibaretti. marx diye bi adam. diyalektik. materyalizm. ya o kadar hiç bişey ifade etmiyor ki bu kavramlar benim için. onlar da gökten inen kavramlar. kim bu adam, nedir, nereden çıktı? niye mühim? hegel kim? ya bişey diycem de, olm cidden hegel kim lan? cevap yok. çünkü ben marx öğreniyorum. aferin bana. ben hiç hegel öğrenmedim gençler. zaten yanlış da buradaydı. 1. sınıfta bize ortak müfredat diye bi bilgisayar ve matematik dersi dayadılar, haftada 5 saat ingilizce dayadılar, türkçe dayadılar (ki çok şükür o verimli bi dersti), bi de 4 saat "living in society, reflecting in society" isimli mi ne bir ders verdiler. bu dersin amacı da sosyolojiye giriş gibi bişeydi işte. kabaca sosyolojik düşüncenin içine girmemize ön ayak olması için tasarlanmış bir dersti. netekim tekrarlıyorum: "önayak" olacaktı. bizi sosyolojiye tek başına sokması mümkün değildi. bizi sosyolojiye sokmuş değildi.

    sorunlar burada başladı zaten. ben haftada 15 saat (yazıyla: onbeş) okula giden 1. sınıf öğrencisiydim. abi bak çok sinirleniyorum. 5 gün desem, günde 3er saat. saat 1-4 arası mesela. 15 saat. bu 15 saatin 4 saati sosyoloji. geriye kalanı ıvır zıvır. bomboş bir 1. sınıf yaşadım. peki ne olsundu? güzel soru. haftada 3 saat matematik ve bilgisayar zıttırısı yerine introduction to philosophy olmalıydı. ben marx dinlemeden önce diyalektik ne demek biliyor veyahut en azından bir fikir sahibi olmalıydım. hegel kimmiş, kant kimmiş (kanttan ilk defa adam gibi 4. sınıfta bahsettik biliyo musun sözlük?) en azından fikir sahibi olmalıydım. aydınlanmadan önce ne olmuş biliyor olmalıydım. dünyanın moderniteyle dönmeye başlamadığının farkında olmalıydım. bir de ekstradan introduction to european history gibi bir dersim olmalıydı. çünkü bütün o aydınlanmalar, moderniteler, descartes'lar, bilmemneler de buranın içinden fışkıracaktı. avrupa tarihi ve felsefe dersleri o kadar kaliteli ve organize bir şekilde işlenmiş olmalıydı ki, o koskoca birinci sınıfı bitiren insanlar (bu dersler 1 ve 2 olarak iki döneme dağılacak şekilde ayarlanmalıydı) gerçekten de sosyoloji denen disiplinin nasıl bir nehirden beslendiğini, dünyanın ne gibi şeyler yaşadığını, ana düşünce akımlarının nelerden geldiğine dair fikir sahibi olacaktı. yalanla, dolanla geçirdiğimiz önceki 11 (12) yıllık eğitim hayatımızın bize katmaktan aciz olduğu her türlü temel "sosyal bilim" bilgisini şööyle bir vermeliydi bize, zihinlerimizin kapılarını dünyaya, düşünceye ve tarihe doğru düzgün açmalıydı. bakın, ayı gibi detaylı derslerden bahsetmiyorum. gördüğünüz gibi introduction derslerinden bahsediyorum. bol bol okuyacaklardı bu birinci sınıflar. ama yeterli okumalar. o okuma paketleri bitecekti yani. güzel bir vize-final usülü. üniversiteye başlangıç için ideal falan. sonra 2. sınıfa gelince yavaş yavaş sosyolojinin alanlarına girmeye başlayabilecektik. kimmiş bu sosyologlar, ne demiş, ne düşünmüşler, o zaman daha iyi anlayacaktık. o zaman öğrendiğimiz şeyleri bir bağlama daha rahat oturtabilecektik, hayalet figürlerle, tepeden inme fikirlerle, nerden geldiği meçhul saçma sapan düşüncelerle uğraşmayacak, vaktimizi bir sürü ne anlama geldiğini bilmediğimiz kavramı çözmeye çalışmakla harcamayacaktık.

    hocalar o syllabus denen naneyle okumaları eşlenik yapabileceklerdi. ben syllabusta 1 numaralı metni okuma pakedinin sondan 8. metninde bulmayacaktım, paketleri açtığımda karşıma syllabusta da bulunmadığı için ne olduğunu bilmediğim, bir kitabın göbeğinden alınmış gibi duran ve yazarının dahi kim olduğunu bilmediğim anonim bir takım metinlerle karşılaşmayacaktım. okumam gereken metinler konulacaktı, bir ara okurum diye düşünülen ve dersimizin içeriğiyle uyumlu olan metinler konulacaktı - veyahut derslerde alakasız goygoylar, hikayeler dinlemek yerine adam gibi cayır cayır ders işleyecektik ve okumalar daha anlamlı hale gelecekti. tek tek kodlarını sayarım hangi derslerin gerçekten işe yarar olduğunu. aile ve cinsiyet sosyolojisi, küreselleşme, din sosyolojisi, kültürel antropoloji, hermenötik, modernite ve post modernite, araştırma yöntemleri, türk düşünce tarihi (4. sınıfta aldım bunu. nası ama? üstelik çok da dağınık bir dersti, okuma pakedini almamayı akıl edebilmiştim, çünkü kullanılmıyordu...) vesaire... bunların nerdeyse tamamı 3. ve 4. sınıf dersleri ve hemen hemen hepsinde hikaye dinledik. koskoca 2 yılım da böyle bok oldu. 3. sınıfta çok değer verdiğim bir iki hocamın sanırım 2-3 adet olan dersleri bizi hem teoriye, hem pratiğe (sahaya) yönlendiriyordu ve çok başarılı okumalar yaptık. 2. sınıfta da aynı hocam bize bir sürü ders verdi ve hepsi çok verimliydi. ama mesela aile ve cinsiyet sosyolojisinde "o kadınlar dayak yiyor, dayak soğuk yenir" diye kadın programı çeken ve sınıftaki biz erkekleri resmen zan altında bırakan bir odtülü hocam vardı mesela. küreselleşme dersinde amerikanın batısından yükselen asya kaplanlarından söz edip maykıl ceksının deri pantolonunun inekten pantolon haline dönüşme sürecindeki kdv olayını öğreniyorduk fransız ekolünden kopup gelen değerli hocamızdan. din sosyolojisi mesela iyiyle kötü arasıydı. okumalar çok kuvvetliydi, ama bölümümüze o zamanlarda yeni gelmiş ve tam bir sosyolog olmasıyla övünen (ba, ma, phd komple sosyoloji) sevgili başka bir odtülü hocamız derste pek de bişey anlatılmıyordu doğru dürüst. hermeneutic ve modernite falan derslerinde apayrı hikayeler dinledik. ulan koskoca 2 dersten 250 gram şey öğrendim, yemin ediyorum 250 gram. bu iki dersin konu başlıkları değil de içerikleri biraz daha modifiye edilerek kolaylıkla bir introduction dersi olabilirdi. abi çıldırıcam. kültürel antropolojide çok çok değer verdiğim ama yaşlılığından ötürü kafası gidip gelen dünya tatlısı bir hocam vardı. netekim, kendisini çok sevdiğim için ancak çok zorlayarak 3-5 kelime bişey öğrendim dersinden. o da sürekli git gel yapıyordu ve syllabus kesinlikle takip edilemiyordu. yok yani. yok. sonuç olarak ben ne öğrendiysem 2-3 hocamın derslerinden öğrendim. onların da alanları o kadar dar ki tabii, bişey ifade etmiyo çok. bütün bu hikayeler arasından da birazcık sosyolojik düşünme falan öğrendik, kendi içselleştirebildiğimiz kadarıyla. bu yani. bu.

    sizce de yanlış değil mi bişeyler? benim kıçımı yırtıp girdiğim okuldan (okullardan) almam gereken eğitim bu mu? bu şekilde mi olmalıydı yani? bunu değiştirmek gerek. bunun değişmesi gerek. kendinizi süslü okul isimlerinizle aldatmayın, süslü hoca isimleriyle hiç aldatmayın. biz de süslü hocalar gördük ama bi boka yaramıyolar malesef. süslü okullara girmeniz çok çok büyük başarıdır, bu başarının hakkını bu okullardan, bu okulun hocalarından talep etmekten geri durmayın en azından. deyin ki ben 3 sene kıçımı yırttım, ilk yüzde bire girdim, senin bana verdiğin syllabus bu mu deyin. bu mu bize hazırladığınız müfredat deyin. deyin anasını satiym. beğenmiyosanız deyin. keşke ben de diyeydim. ama ben zaten "aman ünv bitsin diye girdik" diyen insanlarla bir arada okuduğum için diyemedim. siz diyebilirsiniz ama bence.

    yazıyorum yazıyorum sinirim geçmiyo sözlük.
  • bu bölümün mezunu olarak olsa olsa siklenmeme diplomasına hak kazanırsınız.

    nasıl mı?

    örneğin, iş vereniniz sizi işten attı. hop naptınız? hemen hukukçunuza koştunuz. barolu, cüppeli über avukatımız bize hemen ne yapmamız gerektiğini kelime kelime anlattı. çünkü o yıllarca bunu okudu, yıllarca şey tecrübe etti, e bu işin piri o oldu. hukuk kuralları çerçevesinde size nasıl düşünmeniz gerektiğini, nasıl davranmanız gerektiğini anlattı. siz de tıpış tıpış gerekli işlemleri yaptınız, avukatınızın danışmanlık mı artık ne bok ücreti varsa onu verdiniz. devam.

    basurunuz mu azdı? hooop soluğu göt doktorunda buldunuz. göt doktoru size acıyı biberi yasakladı. abdest alırken zorluk olmasın diye mesh kullanmayı önerdi (!). götünüze gliko bilmemne ilacı sürün, bişeyciğiniz kalmaz dedi. veyahut yoook bu göt yarrağı yemiş dedi, buna ameliyat lazım dedi. doktor dedi. götünüzü naptınız? hemen dayadınız lazerin altına. di mi? evet. dayadınız.

    deprem oldu. naptınız hemen? mühendislere, mimarlara koştunuz. mimar bey bizim evde şöyle çatlak var dediniz. mühendisimiz çatlak dikse siklemedi, çaprazsa oo hemen güçlendirme yapalım dedi. niye? çünkü elinde beton mukavemet ölçeriyle geldi evinize, betonu ölçtü, demirlerinize baktı, etriye aralıklarına baktı. di mi. hop çözdü olayı. e senelerce okudu tabii. biz bilemeyiz onun bildiklerini. siz de binlerce lirayı mimar, mühendis dedi diye verdiniz. hiç düşünmediniz. içiniz rahat, güveniniz tam. çünkü, mimar, mühendis o. senelerce okudu di mi.

    mesela hiç biriniz çıkıp; fakat öyle yasa mı olur, ben kabul etmiyorum bunu ve ben bu yasaya göre değil, şu yasaya göre yapıcam işlemlerimi demediniz. ben bundan sonra götümden değil sikimden sıçmak istiyorum, o yüzden siz komple dikiş atın bu göte, bağırsaklarımı da sikime yönlendirin, öyle yaşiycam ben demediniz. “çatlak mı? amaan, çatlaktan bişey olmaz, bu binayı benim emmi oğlum yaptı, yüzyıllardır binalar böyle yapılıyor, bir bok olmaz amınakelli, ne ki” demediniz.

    niye demediniz lan? desenize?

    eee, hasbel kadar bi gün (allah korusun) kendinizi sosyolojide buluverdiniz. yeni yeni şeyler öğrendiniiz , öğrendikçe etrafınızdakilerle tatlı tatlı paylaştınıız. ama noldu? “yavrum sen daha öğrencisin” denildi. siklemediniz. bizim tecrübelerimiz var, siz daha gençsiniz denildi mesela. sonra mezun oldunuz, işe girdiniz ne bileyim toplumda bir birey olarak anılmak için gerekli her boku yaptınız. ı-ıh. hiç kimse siklemedi sizi. yav yapmayın etmeyin, bakın ben şöyle şeyler gördüm, böyle şeyler okudum, bakın ben bu işin eğitimini aldım. yok. hiç kimse bir toplumsal fenomen karşısında "lan dur bir de şu bizim ahmete soralım, o sosyolog, o doğrusunu bilir" demedi.

    hadi velev ki biri çıktı da dedi, bi sorak hele diye. siz sosyolog kardeşlerim insanların pek alıştığı, duymayı pek sevdiği, medya tarafından sürekli pompalanan ve "common sense" diye adlandırılan zırvalardan bahsetmekten hoşlanmadığınız için insanların nefretinin, karşı tarafın tepkilerinin, ne bileyim bütün o bahsi geçen fenomenlerin altını arayıp toplumsal belleğe, düşünce sistemlerine, kültürel akıntıya falan bakıp, olayları yargılamaya değil anlamlandırmaya çalıştınız ve etrafınızdakilere muhtemelen "haklı veyahut haksız" olacakları gaz, net, olgusal argümanlar sunamadınız.

    otomatikman;

    siz gene siklenmezsiniz.

    "ee sen şimdi çok akademik yaklaştın ama" falan derler. veyahut "tamam ama ben bunu biliyorum bak, bilmemne" derler mesela. sonuçta gene siklenmemiş olursunuz. siz, insanlara duymak istediklerini söylemediğiniz sürece siklenmez ve onay alamazsınız. çünkü insanlar size adeta yalnızca kendilerini desteklemek için soru sorarlar gibidir herşey, ve siz karşı bir duruş geliştirdiğinizde, veyahut onların kendi düşüncelerini sorgulatmaya çalıştığınızda size gene kendi düşünceleri ekseni içerisinden cevaplar vermeye çalışırlar ve bu eksenden dışarı adım atmaya dair yaptığınız bütün davetler havada asılı kalır.

    sizin senelerce üzerine çalışıp genel bir vizyon edindiğiniz, ve belli başlı algı biçimlerini kendinize kıçınıza kazıklar gire gire kazandırdığınız bu toplumsal düzlemde size verilen diplomanın üzerinde "sayın malganis, bu diploma sayesinde artık dünyanın en siklenmeyen ve bi sike derman olamayan insanlarının arasına katıldınız. sikimize kadar yolu olan terminolojiniz ve yorumlarınızla size başarılar dileriz" yazar. tepe tepe kullanmanız için kuşe kağıda basıp kaliteli bir dosyayla verirler size. bundan sonra isterseniz başucunuza, isterseniz arabanızın aynasına, isterseniz boynunuza asıp gezebilirsiniz siklenmeme diplomanızı. böylelikle insanlar "ha tamam lan bu sosyologmuş, buna sormasak da olur" diyebilir, kolayca sizi ve kendilerini gereksiz ve de bir o kadar antirifonstik sevgi kelebeği duygu ve düşünce dünyalarından uzak tutabilir, boşuna vakit kaybetmeden mutlu ve herşeyi bilen hayatlarına geri dönebilirler.

    hayırlı olsun!
259 entry daha
hesabın var mı? giriş yap