• çoğunun yazıya geçirilmemiş olması ve islamiyet daha doğrusu islamiyete bu kadar çok sahip çıkılmasından dolayı (ki bence gereksizdir) çoğu unutulmuş, unutulmayanları ise bölük pörçük veya birbirine girmiş hikayeler şeklini almıştır, bir kısmına da islami sos eklenmesi unutulmamıştır.
  • türk tarih kurumu'nun bastığı, bahaeddin ögel'in hazırladığı iki ciltlik hazine.
  • ilintili başlıklar için:

    (bkz: ergenekon destanı)
    (bkz: alpamış destanı)
    (bkz: bakır dağ)
    (bkz: altın dağ)
    (bkz: çelik dağ)
    (bkz: buz dağ)
    (bkz: demir dağ)
    (bkz: türk mitolojisinde ejderhalar)
  • "oguz han gökten ates gibi indi, agaç kuytusunda bir hanim buldu onunla evlendi, bebeleri oldu, bebe dogar dogmaz öküzü yikti ve yedi..." benzeri olaylarin anlatildigi masalsi hikayeler bütünü.
    en belirgin özelliklerinden biri hep iyilerin kazanmasidir, yunan mitolojisi gibi devamli bir çatisma yoktur, iyinin dedigi olur. genis bilgi için (bkz: dede korkut masallari)
  • turk mitolojisi cok koklu ve eskiye dayanir.gercekleri yansitmak gerekir turkler saman dini basta olmak uzere, cok tanrili inanclarada bagli idiler.cok farkli inanclar ve buyuk cografya mitleri zenginlestirip cesitlendirdi.bu mitler zamanina ve dinine gore tamamen sozlu degildir.turk mitleri eski inanclardan:samanizm, aninizm , natürizm , manihaizm ,mazdaizm, budizm, taoizm,lamanizim 'den yogun sekilde etkilenmistir.
    turk mitolojisinin cok tanrili degilmis gibi gosterilmesi ve insanlarimiza tamaminin okutulmamasinin nedeni gunluk basit kaygilardir.turk mitolojisi, akillari allak bulak eden yapisiyla, yunan mitolojisini takmayacak kadar guzel ve kendine hastir.gecmisteki duslerimizin simdiye yansimasidir mitlerimiz.okurken gercekten atanizin bir zamanlar bizim icin bir seyler yapmak istedigini gorur onlari daha cok serversiniz.en cok dikkat cekilen nokta turklerin degismeyen karakter yapisidir ve malesef sene 2006'da olsa -500'de olsa degisen sadece ustumuze giydigimiz modern dedigimiz toplumun elbiseleridir.

    edit:uzun soluklu ve bazi bolumler kotu rusca cevirmenler ve azerice kaynaklardan araklandigi icin cumleler birden cok kez edit igtiyaci dogmustur.

    atalarimiz ne dusunuyordu :

    “ dünya bir deniz idi, ne gök vardı, ne bir yer,

    “ uçsuz, bucaksız, sonsuz, sular içreydi her yer!

    “ tanrı ülgen uçuyor, yoktu bir yer konacak,

    “ uçuyor, arıyordu, katı bir yer, bir bucak.”

    destanın bu bölümünde, yersiz, göksüz, sudan oluşmuş bir dünyanın varlığından bahsedilirken, tanrı ülgen’in uçtuğu ve tutunmak için (saklı, mahrem, içte kalan, görülemeyecek) sert bir yer aradığı belirtilmektedir. bu anlatıya göre, tanrı ülgen bir kuş’tur. destanın bu bölümü tekvin’de şöyle anlatılıyor:

    “başlangıçta allah gökleri ve yeri yarattı. ve yer ıssız ve boştu; ve enginin yüzü üzerinde karanlık vardı; ve allahın ruhu suların üzerinde hareket ediyordu.” destan şöyle devam ediyor:

    kutsal bir ilham ile, nasılsa gönlü doldu,

    “ kayıptan gelen bu ün, ona bir çare buldu.

    “ göklerden gelen bir ses, ülgen’e buyruk verdi:

    “ tut önündeki şeyi, hemen yakala!” dedi.

    “ ülgen bu emre uydu, uzattı ellerini,

    “ içinden tekrarladı, semanın sözlerini.

    “ denizden çıkan bir taş, fırladı çıktı yüze,

    “ hemence taşı tuttu, bindi taşın üstüne!

    “ artık ülgen memnundu, rahatı bulmuş idi,

    ”üzerinde duracak bir yeri olmuş idi”

    denizden ibaret olan bir dünyada tanrı ülgen’in su üzerinde durması olanaksız olan bir taşa binmesi ve bu taşı kendine yer olarak seçmesi, bu olayın sembolik bir olay olduğunu ortaya koymaktadır. ülgen’in bindiği veya üzerine konduğu bu taş, büyük olasılıkla frisyalıların tapmış oldukları “gök taşı”dır. gök taşı tekvinde şöyle anlatılmıştır:

    “ve allah dedi: suların ortasında kubbe olsun ve suları sulardan ayırsın. ve allah kubbeyi yaptı ve kubbe altında olan suları, kubbe üzerinde olan sulardan ayırdı; ve böyle oldu. ve allah kubbeye gök, dedi.” . destan şöyle devam ediyor:

    “ göklerin emri ile, bulunca ülgen durak,

    “ artık vakit gelmişti, gökleri yaratacak!

    “ ülgen hep düşünmüştü, ta göklere bakarak:

    “ bir dünya istiyorum, bir soyla yaratayım!

    “ bu dünya nasıl olsun, ne boyla yaratatım!

    “ bunun çaresi nedir, ne yolla yaratayım!”

    “ bir ak ana (ak ene) var idi, yaşardı su içinde,

    “ ülgen’e şöyle dedi, göründü su yüzünde:

    “ yaratmak istiyorsan, sen de bir şeyler ülgen,

    “ yaratıcı olarak, şu kutsal sözü öğren!

    “ de ki hep, “yaptım oldu!” başka bir şey söyleme!

    “ hele yaratır iken, “yaptım olmadı!” deme!

    “ ak ana bunu dedi, sonra kayboluverdi.

    “ ülgen’in kulağından bu buyruk hiç çıkmadı,

    “ insana bu öğüdü iletmekten bıkmadı:

    “ dinleyin, ey insanlar! “var’ı yok demeyiniz!

    “ varlığa yok deyip de, yok olup gitmeyiniz!”

    destanın bu kısmında, henüz hiçbir şey yaratılmamışken, su içinde yaşayan, kah görünüp, kah kaybolan bir “ak ana” ortaya çıkıyor. demek ki, tanrı ülgen’den önce yaratılmış bir dünya ve bu dünyada yaşayan canlılar vardı. ve bu durum, ülgen’in kendine var dünya üzerinde küçük bir dünya yaratmak istemesiyle de açık seçik anlatılmıştı. destan şöyle devam ediyor:
    “ ülgen yere bakarak: “ yaratılsın yer!” demiş.

    “ bu istek üzerine, denizden yer türemiş.

    “ ülgen göğe bakarak: “ yaratılsın gök !” demiş.

    “ bu buyruk üzerine, üstünü gök bezemiş!

    denizden çıkan bir taşa konan tanrı ülgen, zaten var olan yer’e ve göğe bakarak onların minik benzerlerinin yaratılmasını istemiş, bu istek üzerine tanrı ülgen’in üstü süslerle donatılmış (gök bezemiş). destanın devamı:

    “ dünya yaratılınca, tanrı rahatı seçti,

    “ oturmak için yine, altın dağına geçti.

    “ çok büyük bir dağ idi. altın dağ dedikleri,

    “ ayla güneşe değer, gökteydi delikleri.

    “ bulunurdu altın dağ, gökle yer arasında,

    “ ülgen de otururdu, bu dağın ta başında!

    “ dağın etekleriyse, dünyaya değmez idi,

    “ bir adam boyu kadar, durur da düşmez idi.

    “ dünya yaratılışı, altı günde olmuştu,

    “ yedinci günde ise, bay ülgen uyumuştu.

    “ bir gün yattıktan sonra, bay ülgen kalktı yine,

    “ etrafına bakındı, neler yarattım diye.

    “ bizimkinden başkaydı, kendine eş dünyası,

    “ onun değildi yalnız, ay ve güneş dünyası,

    “ dokuz ayrı dünya da, fazla yaratılmıştı,

    “ birer cehennem ile, bir de yer katılmıştı.”

    tanrı ülgen’in, dünyayı yarattıktan sonra geçtiği altın dağ, başka bir dağ değil, kendi yarattığı dağdır ve bu dağın diğer bir adı da “tanrı dağı”dır. tanrı dağı’na altın dağ denmesinin nedeni de, “kutsal emanetler”in tümünün bu dağda bulunmasıdır. kaynaklar bu kutsal emanetler’in altından olduğunu yazsalar da, bu emanetlerin hiç biri altından veya gümüşten yapılmış emanetler değildir. çünkü “altın dağ”da diğer dağlar gibi taştan ve topraktan bir dağdı ve kutsal emanetler bu dağın üzerine resmedilmişti. dağ ve üzerindeki kutsal emanetler’in altından olduğunun ileri sürülmesinin nedeni, hem bu emanetlerin değerinin ifade edilebilmesi, hem de bu çok gizli yerin insanlar tarafından bulunamaması için olsa gerek. çünkü insanların bu dağı bulamamaları için eski ismi gizli tutulan tanrı dağı’na, ak dağ, demir dağ, olimpos dağı, sina dağı, kaf dağı, bülbül dağı, zeytin dağı, tabor dağı, golgotha dağı, ida dağı, arafat dağı gibi isimler takılmıştır.

    tanrı ülgen’in yarattığı dünyanın bizimkinden başka bir dünya olduğu, dağın eteklerinin, bu dünyaya değmediği, destanda çok açık bir şekilde anlatılmaktadır. destan şöyle devam ediyor:

    “ yine günlerden bir gün, tanrı ülgen denize,

    “ bakarak duruyordu, şaşırdı birden bire,

    “ bir toprak parçacığı, sularda yüzüyordu,

    “ toprağın üzerinde, bir de kil duruyordu.

    “ toprak üzerindeki şey, dedi, nedir acaba,

    “ insan oğlu bu olsun, insana olsun baba,

    “ görünmeğe başladı, insan gibi bir şekil,

    “ birden insan olmuştu, toprak üzerindeki kil.

    “ insanda toplanmıştı, her çeşitten yeterlik,

    “ bu ilk insanın ise, adı olmuştu erlik.” (prof. dr. b.ögel. türk mitolojisi. cilt 1. syf. 432)

    altay yaratılış efsanesine göre “ilk insan,” işte böyle bir dağda toprak üzerine kil’den yapılmıştı. aynı olay bir başka efsanede şöyle anlatılmış:

    türk-menlûk yaratiliş efsanesi

    “yılları sayılamaz, çok çok eski bir çağmış,

    “gökler sanki delinmiş, çok çok yağmurlar yağmış,

    “dünya sele boğulmuş, bu şiddetli yağmurla,

    “yeryüzü hep kaplanmış, sürüklenen çamurla,

    “sellerin önündeki, çamurlar bir yol bulmuş,

    “kara-dağcı dağında, bir mağaraya dolmuş,

    “mağaranın içinde, kayalar yarılmışmış,

    “yarıkların bazısı, insanı andırırmış,

    “kayaların yarığı, insan kalıbı olmuş,

    “kalıpların içi de, kille çamurla dolmuş,

    “aradan zaman geçmiş, yıllar asırlar dolmuş,

    “yarıklarda bu toprak, sular ile hallolmuş,

    “saratan burcu derler, bu burca gelmiş güneş,

    “havalar çok ısınmış, ateş ile olmuş eş,

    “insan kalıbındaki, su ile toprak pişmiş,

    “birbirine karışmış, zerreleriyle pişmiş,

    “onlara göre sanki, mağara bir kadınmış,

    “insana vücut veren, içi de bir karınmış,

    “güneşin ateşiyle, su ile toprak pişmiş,

    “dokuz ay süreyle de, serin bir rüzgar esmiş,

    “su, ateş, toprak, rüzgar, dört unsur derler buna,

    “bunlar temel olmuş ilk insan vücuduna,

    “tam dokuz ay geçince, bir insan çıkıvermiş,

    görüldüğü gibi, türk menlûk destanında altın dağ’ın adı “kara dağcı dağı” olarak değiştirilmiş, ama “yaratılış” olayının nasıl meydana geldiği, biraz daha gerçekçi ve açık olarak anlatılmıştır.

    ayrica eski turk tanrilarinin isimleri:
    adad,adakutay, adar,ağaç han, ağada, ağilim, aiyanar, akhan,ak toyun, alasbatır, alda, altay han, amal, aman, ammezzad- du, ammun, ammunki, ancazin, andarkan, ank, anshar, anu, anunnaki ler, arah, ardini, ardis, ark-hu , arsi mela , arunas , aş-kesapa , aştabi , ayata , ay han , babar , balala , baran - batır , bunçak , hutuh , gölpön ata , dağ han , darak , demir han , deniz han , devi (kali) , dingir , ea (enki, ank), ea* , enki , enlil , enmesarru , en urta , (en-zu), erlik han , kara han , gibili (girsu) gizida , goğa , gök ejderha , gök han , gök tanrı , gramadevate , gud , gudatu , gudea , gün han , haldi, halkı , hama-nni , haniş , hapantalliyas , harziş , haşameli , haşenil , huban , hurbi , hutran , hu- tuini , igigiler , ilu , in , ir , ira , iragal (nerga), irşirra’lar , iskur , işmekaralı , itoga , kabrides , kali (devi), kambarata, kumruşapa, karakaplumbaga karsa , kaşku , kayadan , kayra (kara han), ka-zal , kergiday , kuhumban , kındakarbu , kırsa- mas , kızıl kaplan , kızıl kuş , kuday , kumarbi , kusuk , lagamal (el-et), lama , lirgal narada , lugal , lugal banda , lugan kurkura , magan silkilak , malahay , manyos , mergen minki , mucera, mummu , mut, nabu , nahhunt, nalaini, nan nar, (en-zu) , napirtu , napsa , naruti , nergal , nerik , nin girsu , nin ,gişzida , ni-nip , nin karak , nin marki , ninuraş , nudimmu, oba , odine , oğan , okto han , ongol, orangay , öze gök , özen han , panintmri , papsukkal , piva , pushan , ra-mman , rudra , sabıray , sarı (kara) han , sarru , saspunas , sebitu , selardis , sin , sotrol , suiyesi , sulikatte , suma , sustuganah , şamaş, şandaş , şapak , şara , şar-rumma , şimege , şullat , şumukan, takiti , talay han , tarhan , tarhunza , tarila , telepinu , temti , tengere kaan , tesup , tinia , tiriyas , tirs , tor , toyer ,tuiyesi , turani , turko , turmuş , turun , uduran (huduran) , ugus (tugus) , ulu toyun, upurkupak, uraş, utu, ülgen , yalpagan , yarri , yeşil han , yıldız han , zabba-ba , zas hazuna , zit , ariyas , zu .

    turk mitolojisinde donum noktalarindan biri (ad koyma):

    "müslüman türkler, oğuz-kağan'ın gençliğini mitolojiden kurtarmak istemişlerdir":
    müslüman türkler, oğuz-han'ın ad alması için, böyle bir kahramanlık yapmasını gerekli görmemişlerdi. oğuz-han, kendi adını kendi vermiş ve bütün oğuz milleti de, onun bu arzusuna uymuşlardı. efsaneler, onun ad alışını şöyle anlatıyorlardı:
    büyük toy yapılırdı, eski türk âdetince,
    böyle ad seçilirdi, çocuğun kudretince,
    kara-han atlar kesti, oğuz ad bulsun diye,
    çağırdı hep türkleri, yurdu şen olsun diye.
    oğuz-han birden bire, adım oğuz'dur dedi,
    beklemedi kimseyi kendi adını verdi,
    ne kadar türk var ise, hepsi şaşa kaldılar,
    bu tanrı sözü deyip, buyruğa katıldılar.
    bundan da anlaşılıyor ki oğuz-han'ın daha çok küçük yaşta iken kendi adını koyması, milletince bir tanrı buyruğu gibi kabul edilmişti. daha sonraki türk efsanelerinde olduğu gibi burada, gök sakallı bir ihtiyar görülmüyordu. oğuz-han, tanrının gönderdiği gök sakallı elçilerin yerine bizzat geçmiş ve kendi adını, kendisi vermişti. daha sonraki oğuz destanının parçaları sayılan "dede korkut" hikâyelerinde, çocukların adları, genel olarak "dede korkut" un kendisi tarafından verilirdi. anadolu masallarında ise gök sakallı ihtiyarlar ile "hızır" ın ve hatta "dede korkut" yerine, ihtiyar dervişler geçmişlerdi.

    eski turklerin devlet anlayisi :
    "eski türkler yeryüzünü bir türk devleti, oğuz kağanı da bütün insanlığın bir hükümdarı olarak düşünüyorlardı":

    oğuz han, 6 oğlunu toplamış ve onlara, birçok öğütler vermişti. bundan sonra beyleri ile, milletini de biraraya getirerek, büyük şölenler ile ziyaretler verdiğini de görüyoruz. eski türk kağanları, savaşlardan önce ve sonra bütün milleti toplar ve onlara, büyük ziyaretler verirlerdi. bu toplantılar aynı zamanda, birer "kurultay" ve "danışma" toplantıları idiler. uygurların oğuz destanına göre, oğuz-han konuşmağa başlamış ve kendi devletini tarif etmişti. o'na göre:

    "yukarıda gök, kendi devletinin bir çadırı gibi idi. güneş de oğuz-kağan devletinin bir bayrağı olacaktı". zaten eski göktürk yazıtları da öyle diyorlardı: "yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında ikisi arasında da insanoğlu yaratılmış insanoğlunun üzerine de, atalarımız bumın-kağan ile istemi-kağan, han olarak oturmuşlar". göktürk devletini kuran bumın ve istemi-kağan, yalnızca türk milletinin değil; gök ile yer arasında yaşayan, bütün insanlığın hükümdarları idiler. onlar, bu tahta tanrı tarafından oturtulmuş ve bütün yeryüzünü idare etme yarlığı da, yine tanrı tarafından onlara verilmişti. bu fikir, türklerin yalnızca devlet idare etme düşüncelerinde değil; türk dininin çok eski prensipleri içinde de bulunuyordu. büyük hun devleti ile, daha sonraki türk devletlerinde, bu düşüncenin türlü ve sayısız örneklerini bulabiliyoruz.

    "türkler ilk geminin yapılışı":

    oğuz-han'ın bir beyi, itil, yani volga nehrini geçerken kendisine bir kayık yapmıştı. bu kayık veya gemi sayesinde, oğuz-han'ın orduları nehrin karşı kıyısına geçerek, düşmanı mağlûp etmişlerdi. kayığı icâd etme motifi de, her halde türk mitolojisinin, en eski kalınıtılarından biri olsa gerektir. eski türkler, denizci bir millet değillerdi. bununla beraber kendi ülkelerinde de, birçok geniş nehirler ile göller bulunuyordu. uygur türkçesi ile yazılmış oğuz kağan destanı, türklerin gemi veya salı icâd etmelerini şöyle anlatıyordu:
    idil adlı bu ırmak, çok çok büyük bir suydu,
    oğuz baktı bir suya, bir de beylere sordu: "-
    bu idil sularını, nasıl geçeceğiz, biz?"
    orduda bir bey vardı, oğuz han'a çöktü diz.
    uluğ-ordu-beğ derler, çok akıllı bir erdi,
    bu yönde oğuz han'a yerince akıl verdi.
    baktı ki yerde bu beğ, çok ağaç var çok da dal,
    kesti biçti dalları, kendine yaptı bir sal.
    ağaç sala yatarak, geçti idil nehrini,
    çok sevindi oğuz-han, buyurdu şu emrini:
    "- kalıver sen burada, halkına oluver bey!
    "ben dedim öyle olsun, densin sana kıpçak-beğ!"
    tabiî olarak diğer oğuz destanlarında, kıpçak-beğ'in doğuşu ve bey oluşu daha başka türlü anlatılmaktadır.

    oğuz destaninda "köpek başli" insanlar

    oğuz kağan destanlarının önemli bir bölümü de, "köpek başlı insanlar"ın ülkelerine yapılan akınlardı. türkler bu kavimlere, "it-barak" adı veriyorlardı. "it" sözü, eski türklerde de, köpek anlamına geliyordu. "barak da, bir nevi köpekdi". bazılarına göre, "siyah ve tüylü bir köpek cinsi" idi. fakat bu köpek de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi bir köpek olmalı idi. oğuz kağan destanlarına göre, "it barak'ların memleketi, kuzey-batıya doğru uzanan, karanlık ülkeleri içindeydi. oğuz-han, 'it-barak' lara karşı bir akın yapmış; fakat mağlûp olarak, dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan, küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı. bu adacıkta, savaşta ölen askerlerinden birinin karısı da, bir çocuk doğurmak zorunda kalmıştı. fakat buraya sığınan oğuz han'ın, ne bir çadırı ve ne de bir evi vardı. kadın, ağaç koğuğuna girmiş ve orada çocuğunu doğurmak zorunda kalmıştı. oğuz-kağan, kadının esenlikle doğum yapmasına sevinmiş ve çocuğa da, kıpçak adını vermişti". eski türk efsanelerine göre "kıpçak" sözü, "ağaç koğuğu" anlamına geliyordu. bildiğimiz üzere "kıpçak" lar, altay dağlarının batısından, ta güney rusya içlerine kadar uzanan, büyük türk kitleleri idiler. herhalde kıpçak sözü de, çok eski çağlardan beri meydana gelmiş, bir kavim adı olmalıydı. fakat türk destanlarını yazanlar, kıpçak'la "ağaç koğuğu" arasında bir benzerlik bulmuşlar ve bu yolla, kıpçak türklerinin türeyişlerini anlatmak istemişlerdi. az önce de söylediğimiz gibi, "oğuz-kağan, ikinci karısını bir göl ortasında bulunan küçük bir adacıktaki ağaç koğuğunda bulmuştu". uygurların türeyiş efsanesinde de, "eski uygur ataları, iki nehir ortasında bulunan bir odacıktaki, kayın ağacından" doğmuşlardı. bu örneklerden de kolayca anlaşılıyor ki, bir tarih olayı gibi gösterilen bu akınlarda, türk mitolojisinin çok eski ve müşterek motifleri, sık sık görülebiliyorlardı:
    türkler "barak" derlerdi, kara tüylü köpeğe,
    böyle ad verirlerdi, büyük soylu köpeğe.
    ,aslında efsaneler, bir köpek anarlardı.
    onu da köpeklerin, atası sayarlardı.
    bu köpek soylu idi, çok büyük boylu idi,
    av çoban köpekleri, hep onun oğlu idi.
    kuzey-batı asya'da güya "it-barak" vardı,
    türklerse iç asya'da, onlara uzaklardı.
    başları köpek imiş, vücutları insanmış,
    renkleriyse karaymış, sanki kara şeytanmış.
    kadınları güzelmiş, türklerden kaçmaz imiş,
    ilâç sürünürlermiş, ok mızrak batmaz imiş.
    destanda denilmiş ki, oğuz-han yenilmişti,
    bir adaya sığınıp toplanıp derilmişti.
    on yedi sene sonra, oğuz onları yendi.
    kadınlar yardım etti, orada savaş dindi.
    oğuz bu bölgeleri, "kıpçak-beğ" e il verdi,
    bunun için türkler de, oraya "kıpçak" derdi.
    gerçi, bu efsane idi. fakat içinde tarih olayları da yatmaktaydı. öyle anlaşılıyor ki, bu bölgedeki güzel kadınları türkler almışlar ve onlardan da, yeni bir nesil meydana getirmişlerdi. belik kıpçağın annesi de, güzel bir it-barak kadınından başka bir kimse değildi. sonradan kıpçak, oğuz-kağan tarafından bu bölgelere tayin edilmiş ve kuzey ülkeleri, hep onun soyları tarafında idare edilmişti. "kıpçak'lar da türkçe konuşuyorlar ve türk kültürüne sahip idiler". fakat oğuz destanı, kıpçağı oğuz-han'ın soyundan değil, nihayet askerlerinden birisinin neslinden getiriyordu. kıpçak kuzeylere gitmiş, orada soyları türemiş ve yerlilerle karışarak, yeni akraba. bir türk kavmi meydana getirmişti.

    "köpekbaşlı insanlara avrupa ve hint mitoloilerinde de rastlanıyordu". eski yunan mitolojisinde de, köpek başlı insanlarla ilgili, birçok efsanelere rastlıyoruz. daha sonraki avrupa mitoloji de, köpek başlı insanlara, zaman zaman yer vermişti. avrupalılar, bu köpek başlı kavme, "borus" adını veriyor ve onların, bugünkü finlandiya ile rusya'nın kuzey kısımlarında yaşadıklarını söylüyorlardı. oğuz-kağan destanındaki "it-barak" lar da aşağı yukarı, aynı bölgelerde idiler. bu bakımdan, avrupa ve yunan mitolojisi ile türk mitolojisi arasında, bir benzerlik ve bir bağ meydana gelmektedir. köpek başlı insanlar motifi, herhalde türkler arasına, dışarıdan gelmiş bir efsane olmalı idi. fakat türkler, köpeğe önem vermezlerdi. köpek, türklere göre, aşağı bir hayvandı, bunun için de türk mitolojisi, köpek başlı insanları daima küçük görmüştü. köpek başlı insanlarla ilgili efsaneleri, hindistan'da ve güney bölgelerinde de görüyoruz. hint mitolojisi zaman zaman, köpeğe daha fazla önem vermişti. bu sebeple hindistan'daki köpek başlı insanlar, aşağı bir sınıfı değil; soylu hintlileri temsil ediyorlardı. motifin, eski yunan'da ve avrupa'da görülmüş olmasına rağmen, türklerde de bunların benzer şekillerini görmüyor değiliz. meselâ doğu göktürk devletinin önemli bir bölümünü meydana getiren. tarduş türklerinin ataları da, "başı kurt ve vücudu insan olan" bir kimse idi. " köpek başlı insanlara, çin efsanelerinde de büyük bir yer verilmişti. çin'in kuzeyinde ve mançurya'da oturan bazı kavimler çinlilere göre köpek başlı idiler. bu efsaneler çin'de, çok daha eski çağlarda başlamıştı. hatta diyebiliriz ki, çin'in köpek bağlı efsaneleri, yunanistan'daki efsanelere nazaran daha eski idiler". mançurya'nın kuzeyinde oturan iptidaî moğollar, köpeğe büyük bir önem verirlerdi. onlarca köpek, hem kutsal ve hem de kendi milletlerinin atası idi. bu sebeple oğuz-kağan destanına köpek başlı insanlar motifinin, çin'den mi, yoksa avrupa'dan mı geldiğini, kolayca kestirmek mümkün olamamaktadır. cengiz-han devrinde yazılmış olan oğuz destanları, daha çok batı ile ilgileri olan yazarlar tarafından kaleme alınmışlardı. bu sebeple oğuz destanlarında köpek başlı insanlar, kuzey rusya ile finlandiya'da gösteriliyorlardı. elimizde bu konu ile ilgili, daha eski kaynaklarımız maalesef yoktur. buna rağmen, eski türk destanlarında, güya kuzey mançurya'da yaşayan "köpek başlı" insanlardan da söz açılıyordu.
  • unutulmustur...
hesabın var mı? giriş yap