• bilhassa böyle havalarda muazzam keyif veren icraat.
    her bir şehir nevi şahsına münhasır fakat istanbul için konuşmak gerekirse moda, kadıköy, biraz riskli fakat beyoğlu (tomtom civarı özellikle), kuzguncuk, samatya, nişantaşı, yeşilköy, cihangir, çengelköy, balat, çemberlitaş, salacak, bebek sırtları gibi muhitlerin dar, kıvrımlı-yokuşlu yollara sahip ara sokaklarında dolaşmak zamanı durduruyor; o sıralar her ne gerçeklik yaşıyor ve her neyle baş ediyorsanız zihin pause tuşuna basıveriyor.
    sokaklarda gezerken kafanızı kaldırıp, camdan cama gerilmiş çamaşır iplerinde sallanan çarşaf ve donlara, saksıda sardunya ekilmiş pervazlara, çatıdan çatıya uçan kuşlara, sokaklarda oynayan çocuklara, uzaklardan ekolu duyulan "eskiciiiee" nidasına, kapı önlerindeki taş merdivenlere oturmuş -bir zamanların genç ve güzeli, şimdinin en az üç çocuk annesi- hanımlara, cılız kalmış fakat her nasılsa ev kedilerinden daha sağlam hayata tutunan ürkek sokak kedilerine, restore edilmiş cumbalı evlere, semt az daha entelektüel ise ara sokaklarda açılmış renkli iskemleli, butik kahvecilere bakarak dolaşırken, kendinizi bambaşka bir boyutta hissediyor ve kafanızdan bu tanımadığınız yerlerin, yabancı simalarına hikayeler yazarak, kısa ömürlü de olsa bir yaşama sevinci ile doluyorsunuz.
    çıkıp dolaşmak lazım.
  • bunu kimse okumaz sabah sabah
  • "bir şehirde kaybolmuş hissetmeyi seviyorum"

    şeklinde özetlediğim tutkumu hikayeleştirdiğin için teşekkür ederim v for venera. yalnız değilmişim.
  • evet yıllar önce ergenlikte başladı ben de bu alışkanlık,
    yurtdışı seyahat ve yaşamda da devam etti,
    yaş ilerledi etrafta tanımadığım sokak kalmadı,

    uzaklara mı gitsek sözlük, çok uzaklara,
  • artırıyorum: tanımadığın bir şehrin ara sokaklarında kaybolmak.

    ben, ben olmuyorum artık, ben olmaktan kurtuluyorum. bütün sosyal, geçmiş, gelecek bağları kayboluyor; hayalet oluyorum. hele sokaklar tarihiyse, işin içine zamanda yolculuk da giriyor; film oluyorum.
  • böyle romantik bir bokmuş gibi yazıyorsunuz ya, ha işte her zaman öyle romantik bir eylem değil o.

    o zamanki sevgilimle interrail yapıp dokuz ülke tonlarca şehir gezmiştik bir ayda. sonra döndük geldik on beş güne kavga ettik ayrıldık.

    ayrılık acısı yaşıyorum, schengen de var, götüm pirelendi tabi. "e o zaman evde yaşamim lan ben bu acıyı, madem vize de var, gideyim başka bir yerde yaşayayım, siktir et pezevengi." diyerek ilk tek başıma yurtdışı seyahatime çıktım 23 yaşımda. akşam bileti aldım -bende bir gelenek bu, new york'a, budapeşte'ye de öyle akşamdan bilet alıp sabah gittim- dedim "anne bana ben viyana'ya gidiyorum sabah." "nasıl yani kızım?" diye biraz şaşırsalar da ses etmediler canlarım.

    neyse bindik gittik viyana'ya. viyana üniversitesi'nde sanat tarihi masterı yapan bir arkadaşım var, birkaç gün onla kalıp sonra leoben'e kuzene geçeceğim, gölleri, tiran'ı falan gezeceğiz. götümde patladı o tatil benim. kafamda hep adam. çünkü bir ay önce aynı sokakları onunla gezmişim, hiç dikkat etmemişim nereye nasıl gidilir, haritam oymuş çünkü. inadımdan aramıyorum ama kentten de zerre keyif alamıyorum.

    arkadaş sabah dersteyken ben dolaşıyorum viyana'yı. cafe sacher'e gidip sacher torte yiyeceğim meşhur diye. dönüyorum dolaşıyorum sokaklarda, yok. viyanalı'yı geçtim, elimi sallasam türk'e çarpacak yerde inadımdan sormadım da bir insan evladına. bulamadım cafe sacher'i. boktan viyana'da kaç saat dolandım durdum sokaklarda "bulacağım" diye hatırlamıyorum. kim bilir kaç defa etrafından geçtim. en son "sokarlar lan turtaya" diye haritayı fırlatıp atıp, gördüğüm ilk puba girip şinitzelle bira söyledim. "sacher torte ühü ühü" diye ağlaya ağlaya içip içip arkası kesilmeyecek olan o ilk ölümcül mesajı attım.

    kent bok gibi bu arada. heykeller bile birbirini kesiyor. çok beğendim ama hiç sevmedim viyana'yı. içinden nehir geçen kentte bir tane güzel köprü olmaz mı? yok arkadaş, yok. sonra aynı gün katolik teyzenin teki üzerimde askılı badi var diye beni kiliseden kovdu, yetmedi beldevere ya da belvedere her ne haltsa sarayın bahçesinde çimlerin kıyısına bastım diye uyuz karının tekinden azar işitip geri kalan günlerde kenti yerle aramda üç (3) cm mesafe ile gezdim.

    "o halde soru, nasıl kaybolunacağı. hiç kaybolmamak, aslında yaşamamaktır; nasıl kaybolunacağını bilmemek sizi felakete sürükler. önemli olan bütün dünyayı kaybetmek, onun içinde kaybolmak ve bütün bu aşamalardan ruhunu bulmaktır." diyor rebecca solnit kaybolma kılavuzu'nda. o an farkında değildim o sokaklarda dolaşırken. ruhumu bulmaya hazır değildim çünkü. ruhumu değil, adamı istiyordum. çünkü bahsi geçen ruhu zaten ona verdiğimi zannediyordum. yara sıcaktı, kapanmaya daha vardı.

    döndüm geldim, elimdeki haritaları yere serdim, "vay be!" dedim, "vay be! gittin, gezdin, kayboldun, buldun, bulundun, ne güzel ettin." sonrasında pekçok kentin çok sokağında tek başıma da başkalarıyla da kayboldum. hepsinde ruhumdan bir parça buldum, bir parça bıraktım.

    şimdi biliyorum ki dünyanın öbür ucunda da kaybolsam mesele değil. ben yolumu bulmasam da yol beni bulur. kaybolmak çoğunlukla bir kenti de kendini de gerçekten tanımanın tek yoludur. ha tekrar söylüyorum her zaman romantik bir eylem değildir. çünkü "kaybolmak" iyidir ama bazen hazır olmak gerekir.

    edit: imla.
  • gittiğim her ülkede yapmak istediğim olay. inanılmaz zevkli oluyor.
  • çok hoşuma gider. hele kaybolup yürüyüp yürüyüp karşıma güzel bir cafe çıkarsa bayılırım. bir kahve içer derin düşüncelere dalarım
  • ayy çok romantik
  • özgürce gezmenin en güzel karşılığıdır. kalabalık sokaklar tenhalaşır, bilmediğin, tanımadığın bir yerlerde bulursun kendini...
    muhakkak denenmeli
hesabın var mı? giriş yap