*

  • nurdan gürbilek'in bir zamanlar defter dergisinde yayınlanmış harikulade makalesi. türkiye'de taşra denen yerin gitgide sönükleşmesi, merkez karşısında gitgide canlılığını, hayat belirtilerini kaybetmesi ve taassuba gömülmesini anlatır. benim için ise taşra sıkıntısı her pazar günü caddelere dolan radyodaki maç yayınlarının o mekanik sesidir. depresiftir gerçekten de taşra hayatı, cumhuriyetin 80. yılında.
  • defalarca okunası deneme.
    ...
    "taşra sıkıntısı adını verelim buna; taşra sözcüğüne yalnızca mekana ilişkin bir anlam yüklemeden, yalnızca köyü ya da kasabayı kast etmeden; onları da, ama onların ötesinde, şehirde de yaşanabilecek bir deneyimi; bir dışta kalma, bir daralma, bir evde kalma deneyimini, böyle hayatları ifade etmek için.... ancak taşrada bulunmuşların, hayatlarının şu ya da bu aşamasında taşranın darlığını hissetmişlerin, hayatı bir taşra olarak yaşamışların, kendi içlerinde bir şeyin daraldığını, benliklerinin bir parçasının sapa ve güdük kaldığını, giderek bir taşradan ibaret kaldığını hissedenlerin anlayabileceği bir sıkıntı."

    haydar ergülen'e göre türkçe denemenin unutulmazlarından.
  • taşra başkaca birşey değil, sadece kendisi olarak alındığında, "sonsuzluğa nokta"dır. eski bir anı olarak bıraktığın yerde durmaz, yaramazdır. özler gibi olursun o sıkışık tepişik ortamda, insanın boğazına sarılırcasına yaşayan, yaşanan taşra sıkıntısını, o sıkıntıları ama hemen toparlarsın kendini ve duygulanmalarını ve bu kente dönersin. kent tam bir "zararlı bakteri yatağı"dır, olsun... taşra sıkıntısı kaplar içini, ne dönmek istersin ne de kalmak. keşke insana bıraktığı bilgelikten ibaret olsa taşra sıkıntısının. keşke...

    sıkıntılar, aşılmış zorlukların katılaştırdığı bir kadın yüzünde asılıdır taşra sıkıntısı. ve tütün kokusu sinmiş bıyıklarıyla karşımızda asılı duran tükenmiş adam suratlarında... terkedilmiş kıyılarda çürüyen kayık fotoğrafları gibi bakması hoş ama ya bir de o kayığı yüzdürmeye kalksan. yüzdürülmez işte o, orada öylece kalmalıdır. uzaktan bakması daha hoştur.

    atlantis'e göre ise bu sıkıntı ağırdır ve şöyle birşeydir: "taşra benim içimde taşıdığım kendimdir". dönemiyorum.
  • iç sıkıntısının bir türüdür. silikleşerek kaybolma duygusudur. daha ziyade eğitimli kentlilerin yaşantıladığı bir deneyimdir. taşralılar (illâ taşradaki taşralılar değil) taşrada (illâ taşradaki taşra değil) sıkılmazlar. taşralıyı taşralı yapan da zaten taşradaki sıkılmazlığıdır; ne mutlu ne mutsuz bu grilikten taşrasını algılayamazlığıdır. sıkılanı sıkan hâl, taşralıların gündelik uğraşı hatta eylencesidir. taşra uymacılık, düzgücülük, sıradanlıktır ki bunlar sıkar. hattâ kişinin içedönük bir kişilik yapısı varsa bir kaç numara daha sıkıp kişiyi intahar dahi ettirir.
    yaşantılattığı hissiyat bakımından:
    (bkz: ne gelir elimizden insan olmaktan baska)
  • taşra gibi şiire yakışan bir sözcüğü metafizik bir bağlama oturtuyor bu paris sıkıntısından mülhem sihirli tamlama. her türlü dışarlanma (evet dışlanma değil, dış değil, dışarı) halini kapsayan bu yeni taşranın fazlaca küçük burjuvaya yakıştırılan sıkıntısı, ağızlara sakız olmuş gregor samsalaşma hali artık taşralaşan merkezde ve merkezleşen taşrada sınıf gözetmeksizin kendine konak yeri buluyor. tecessümünü ise çoğu kez ahşap evlerde, istasyonlarda, izbe kahvelerde bulmayı umuyor; eşdeğer olmayanı eşdeğer kılmaya çalışıyor, mekanı içselliğimize denk kılarak metafora çeviriyoruz. tüm bu ifade arayışı, sessizce akıp gitmeme hali bir tür noksanlığı, "nefsine uymayı" içinde örtük bir şekilde barındırıyor. o asil alman acılarında görülen riyakar romantizm yapış yapış akıyor kıyısından köşesinden, çirkin bir kibri gerçek bir acının içinde büyütüyor; acıyı sahteleştiriyor. asıl değil emare olan bu sıkıntının izleği varlığa uzanıyor oysa. insanın taşrasında doğan bu sıkıntının izini varlığın taşrasında sürmek, bir bakıma meseleyi asıl mecrasına çevirmek demek. önkoşul ise yalnız çıkmak yola, davul çalmamak giderayak.
  • taşra sıkıntısı kavramı, gerçeklikte nasıl merkez-taşra ayrımını içeriğinde barındırıyorsa, genelde arzu nesnesinin kent olduğu metinlerde (dönemlerde) kadın-erkek ilişkisi metaforuyla da dillendirilir.

    bende hangi günün doğduğu önemli değil. öyle olunca da ne senin şehrin ne de benim kasabam! birbirinden ayrısı yok. yalnız bir meşra, uzaklık ve gurbet ki orası; sen gibi. varsam, içinde olsam kendime dönecekmişim gibi gelir.
  • taşralıyam taşralı...
  • heidegger'in zaman üzerinden ele aldığı sıkıntı kavramının mekan aracılığı ile deneyimlenmesi hali.

    tarihsel ve toplumsal olarak mekan ile ilişkilendirilmiş değerler kümesine bağımlı bir gündelik hayata işaret ediyor. fenomenolojik bir varoluş sıkıntısı, göreceli bir yoksunluk var işin içinde. mekandan ve zamandan özneye uzanan bir daralma hali; mahrumiyet, mahremiyet ve masumiyet kavramlarının müphem bir yansıması.

    son tahlilde, taşra dışarıda ve uzakta olan değil aslında kendi içimizde her an yakınımızda olan bir mevhum.
  • taşra anadoludur ve insanın iliklerine kadar hissettiği sıkıntıdır.

    taşra sıcaktır, sarıdır, tozludur çoğu zaman. bir bira içecek yerler ararsınız ama bulamazsınız. ya da kendisiyle bir bira içecek bir kadın ararsınız ama herkes çay içer. cehennemdir. sanki bir kamera sizi sürekli izler. sevgilinizle bulaşacak delik ararsınız. buluştuğunuzda ise hep tedirgin olursunuz. aklınızda gitmek vardır ve gitmek için türlü türlü bahane arasınız ama çoğu zaman gidemezsiniz. bir şeyler vardır sizi orada tutan. oysa hiç bir neden yoktur kalmak için. kalırsınız, belki bir aşktır sizi orada tutan. hiç yaşanmayacak bir aşk için kalırsınız.
hesabın var mı? giriş yap