*

  • zaman zaman terk-i diyar eylemenin erdemlerini ifade eden eski soz.
  • bu akşam gittiğim yeni taşınmış arkadaşımın halini görünce "nah vardır" dediğim bir atasözümüzdür. yaşanılan mekanın değiştirilmesinin insana biraz ferahlık, yeni umutlar aşıladığını anlatır. fakat akabinde taşınma yorgunlugu ve bir sürü de masraf aşılar. bu kısımlar atasözünde anlatılmaz. oturulan yerde oturulmalı, kaşınılmamalıdır.
  • üzerine bir nefes daha alınması gereken bir saptama. keza, örtündüklerimiz bizi kılıktan kılığa soksa da, oynadığımız tiyatronun yer aldığı mekan ayni kalır. insan olan, niyaz sahibidir ve; sahiptir kendine.

    "niyazımı bu akşam sizde sergilemek istiyorum, mekanınız ve mecaliniz müsait ise..."

    deyin ve derin bir nefes alın. bekleyin. bekleyin.. bekleyin...
    cevap yoksa, zaten hava değişimi söz konusu değil. daha fazla iletişmek ve hırpalanmak isteyenler gerekli işlemleri yapsın:
    türkcell konturları yükleme boşaltma;
    bir memleketten diğerine muzaffer uçuşlar;
    evvel zaman öyküleri karakterlerine sponsor olmak;
    (bkz: kendinden kaçmak)
  • "tebdili mekanda hayir vardir" seklinde de kullanilan deyim.
  • sezen aksunun tebdili mekan sarkisinda.

    "tebdil i mekanda ferahlik yokmus aslinda
    acinin yüzölçümü yeryüzünden çokmus aslinda"

    diyerek çürüttügü sav.
  • tribün dergi'nin son sayisinda çikmis makalelerden biri. istanbulspor askimi anlatir. basliksiz göndermistim, tribüncüler de bunu uygun görmüsler demek ki...

    (bkz: gecmis zaman olur ki)

    aslında her öykü birbirine benzer. can kozanoğlu kızmasın, ümit kıvanç bozulmasın ama benim türkiye’de futbol yazınını “coşturan” insan olarak kabul ettiğim büyük üstat tanıl bora’nın nasıl gençlerbirliği taraftarı olduğunu anlatan makalesini ve (her ne kadar reklam alsa da endüstriyel futbola karşı olduğuna hala inandığım) tribün dergimizin 5. sayısında şekerspor’lu kıvanç koçak’ın yazısını okuyanların kolayca fark edebileceği bir noktadır bu. evet anladınız, yine bir kopuş veya kimilerine göre dönme öyküsüyle beraberiz.

    yukarıda bahsettiğim iki hikayede (ve bunlara ek sayılabilecek henüz anlatılmamış veya henüz benim duyup okumadığım ama varlığından emin olduğum birçok hikayede de) takım değiştirmek sebepsiz olur. ya birden bire tuttuğun büyük takımdan soğursun ya da şehrinin takımını “ya şunlar da burada yıllardır didinip duruyor bir bakayım neler oluyor” mantığıyla bir defa seyredersin ve virüs içine girer. benim takım değiştirmem sebepli, bilinçli ve istekli oldu. her maça giderdik diyemem ama biz üç arkadaş (ben, izzet ve can) , fenerbahçe stadı’nın (stad o zamanlar varlık vergisi’nin mucidi büyük iktisat ve memleketi idare uzmanı başbakan şükrü saraçoğlu’nun adını henüz almamıştı) maraton tribünü müdavimlerinden sayılabilirdik. peki sonra neler oldu?

    hikayeyi fazla uzatmaya gerek yok, ali şen’in klübün başına geçişi, takımın mucizevi trabzon galibiyetiyle şampiyon oluşu, galibiyetin ve şampiyonluğun baş mimarları oğuz ve aykut’un klüp’ten kovuluşları. kimilerine göre bu başkan’ın hatasıydı. tamam, oğuz ve aykut değerli futbolculardı fakat başkanlar ve futbolcular geçici, takım ve taraftarlık kalıcıydı. (bkz. tribün sayı:5 s:54 genç fenerbahçeliler grubu adına sertan: “biz hancıyız!”) benim için böyle olmadı. önceleri seyrettiğim takımdan zevk almamaya başladım. hatta gizliden gizliye gol yediklerinde, yenildiklerinde sevinmeye başladım. gördüğünüz gibi, artık benim için “biz” değil, “onlar” vardı. gözüm, idol oyuncularımın transfer olduğu yeni takımın üstündeydi. bu klüp zaten 1. lige çıktığından beri iddialı olmaya çalışan, isimli hocalar ve oyuncular getiren bir takım hüviyetindeydi. başlarında da her alanda en önde olma konusunu saplantı haline getirmiş, biraz bu duyguyla, biraz hevesle, (tahminen) epeyce de kara para aklama arzusuyla bu işlere bulaştığını sandığım cem uzan gibi bir başkan vardı.

    ve taşlar yerli yerine oturmaya başladı. benzer renkler, benzer idealler (şampiyonluk ve avrupa’da başarı), sağlam bir kadro, tanıdık yüzler (gökhan, halilagiç, oğuz, aykut, sergen, atakan, gerson, emre aşık, müzmin sakat salenko) vs... yeni durağım belliydi artık. umbro marka sarı formamı satın alıp istanbulspor’lu olmuştum.

    malatya’da malatyaspor’u, erzincan’da erzincanspor’u tutabilirsiniz, yadsınacak bir durum yoktur. fakat durum, türkiye’nin merkezinde, istanbul’da, diğer şehirlerde yaşayanların büyük çoğunluğun tuttuğu bir takımı bırakıp istanbulspor’u tutmaya geldiğinde işler değişti tabii. maçlara gitmeye başladığımda statlardaki sessizliğe ve sakinliğe alışmam zaman aldı. her içsaha maçında maçımız başka bir statta oynandığı için, üniversiteye yeni başlayan mimarlık öğrencileri gibi büyük statları gezmek (bir hafta inönü’de, ertesi hafta ali sami yen’de ve takip eden hafta kadıköy’de ve her hafta birbirini düzensiz takip eden bu sıralama ile değişik mekanlarda) benim için değişik bir tecrübe oldu. 30 bin kişilik stadlarda maksimum 5 bin kişiye oynanan maçlar, gündüz maçları, maç öncesi şovlarda tezahürat yapan küçük grubun çok fazla oyuncunun adını bilmemesi yüzünden oğuz ve aykut’un tribüne 6 defa çağırması (önce ayrı ayrı, sonra elele, sonra sergen’le birlikte sonra tekrar ayrı ayrı vs...), bütün maç boyunca sarı – siyah – şampiyon - istanbul tezahüratının tekrarlanması gibi olayların ne anlama geldiğini “büyük takım” taraftarlarının anlaması kolay değil. bu arada formamın yanına sarı-siyah bir atkı da eklemiştim. kız arkadaşım hasta yatağında yatarken ben istanbul-van maçındaydım. bugün kız arkadaşımın rahatsızlığının ne olduğunu hatırlayamıyorum ama maçın sonucu 6-2 lehimizeydi. izzet’le birlikte ataköy’e gidişimiz ve zar zor bizim takımın idman sahasını ve tesisleri buluşumuz da ayrı bir hikaye...
    istanbulspor’un en keyifli yanı, şehir dışına çıkmadan deplasman maçına gidebilmekti. bu cümlenin iki anlamı var. ikincisine daha sonra değineceğim. ilki, “büyük takımlar”la yapılan maçlardı. bu maçlarda beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan, kopuş sürecinde de beni hiç kınamadan doğal akışımı bulmamda büyük payı olan fenerli dostum izzet’e bu satırlarda teşekkürü bir borç bilirim. biri fenerbahçe, diğeri ise şükrü saracoğlu stadında olmak üzere 2 tane fenerbahçe – istanbulspor maçı seyrettim. ikisi de fenerbahçe tribünlerindeydi (arkadaş sebebiyle). fenerbahçe bu maçların ikisini de kazandı. fenerbahçe stadında oynanan ve gol düellosundan sonra istanbulspor’un mükemmel 4-3’lük bir galibiyet maçı çıkardığı beşiktaş maçı (20 bin kişiye karşı o zamanlar okul tarafı olarak bilinen açık tribünde evsahibi takım olarak 250 kişiydik), inönü’de yağmur ve çamur altında oynanan ve saffet akyüz’ün golüyle 2-1 kazandığımız galatasaray maçı (bir izzet bilir bir de ben bilirim gs tribünleri içinde nasıl dişlerimizi sıka sıka seyretmiştik maçı) şu anda aklıma gelen deplasmanlardan bazıları. deplasman sayılamayacak ama anlatmaya değer bir diğer maç ise bir kupa maçıydı: istanbul – altay. skoru hiç hatırlamıyorum ama turu geçmiştik galiba. maça izzet, can, ben ve kızkardeşim dörtlüsüyle gitmiştik ve koskoca fenerbahçe stadı’ndaki toplam kalabalık en fazla 100 kişiydi. bütün maç boyunca çıt çıkmadı. işin komiği biz ezici üstün taraftık, hiç altay’lı gelmemişti. (bu satırları yazarken kardeşim gelip maçın 3-1 bittiğini, gollerden birini aykut’un attığını ve o gün çok üşüdüğünü söyledi)

    başarılı bir sezonun arkasından gelen dördüncülük, bir sonraki sene şampiyonluk hayaliyle ağırlıklı olarak fransa liginden transfer edilen kaliteli yabancı oyuncular, belki de bir devri ve rüyayı sona erdiren istanbulspor - arges dacia pitesti uefa ön eleme rövanş maçı. ilk maçı 2-0 kaybetmiştik. bütün seneki tribün doluluk oranlarını gören ve futbolda tribünün etkisini bilen başkan maç biletini nerdeyse bedavaya getirip bir de 20 şarkıcıya konser verdirince inönü stadı tamamen piknik meraklıları tarafından işgal edilmiş ve biz dışarıda kalmıştık. sonuç hüsran oldu tabii. arkasından gelen 4-0 veya 5-0’lık ankaragücü mağlubiyetinin üzerine haftalardır dinmeyen ve diğer istanbul takımlarıyla kavga etme boyutuna kadar varan statsızlık krizi eklenince cem uzan bu maceradan sıkıldı, takımı dağıtma ve tüm mali desteğini çekme kararı aldı.

    stat sorunu da böylece kökünden çözülmüş oldu, bütün maçlar bayrampaşa’da oynanmaya başladı. yalan söylemeye gerek yok, ben o stada hiç gitmedim, karşımdaki yeşil-beyaz duvara (daha sonra sarı-siyaha boyadılar yanılmıyorsam) bakarak maç seyretmeyi hiç kabullenemedim. takımımdan da gönül ilişiğimi hiç kesmedim. oğuz önce adana’ya arkasından fenerbahçe’ye gitti. bütün starlar takımdan ayrıldı. 200 gol barajını geçmiş ve türk futboluna adını bir kez daha yazdırmış şanlı bir oyuncu olan aykut ve gökhan metin türel’in yardımcılıklarını yapmaya başladılar. takım zar zor kümede kalabildi. önemli değildi ama. ben o takımın taraftarıydım.

    bu seneyle birlikte stadımız yine değişti. göçer sportif hayatımızın yeni durağı güngören belediye stadı idi. aykut artık teknik direktör olmuştu, bundan sonrası herkes tarafından biraz daha iyi bilinen bir hikaye. takımın özellikle ilk yarının ilk bölümünde aldığı başarılı sonuçlar ve bu sezon herhangi bir kötü rüya görülmeyecek olmasının bana verdiği mutluluk. şimdi madalyonun tribün’ü ilgilendiren kısmını açalım. diğer bir deyişle güngören belediye stadı’nda havalar nasıl? televizyonda görmüşsünüzdür belki, stad taç çizgilerine paralel uzanan karşılıklı 2 tribüne sahip. yani açık tribünler yok. şeref tribününün de içinde olduğu tribün her maçta rakip takıma veriliyor ve koltuksuz olduğu için 10 bin kişi alan bu tribünü rakip istisnasız her maçta dolduruyor. karşı taraf ise bizim takımın. sol dip köşede maç boyunca sürekli tezahürat yapan 250-300 kişilik kemik kadroyu çıkartırsak bizim koltuksuz 5-6 binlik tribünün doluluğu meteorolojik şartlara, rakibe ve keyife göre değişiklik gösteriyor. takımın her maçını 2-3 bin taraftar desteğiyle oynadığını söylersem yalan olmaz. işte yukarıda daha sonra değineceğimi belirttiğim deplasman takımı olmanın ikinci anlamına geldik. eskiden, takım stadını büyük maçlarda oynarken rakip bu kadar kalabalık gelmezdi. şimdi, taraftarlık ruhu arttığından mıdır, futbol güzelleştiğinden midir, mikro-milliyetçilik güçlendiğinden midir pek anlamasam da karşımdaki tribünün her hafta dolu olduğunu görüyorum. maç bitince önce onlar stadı terkediyor, biz evsahibi takım taraftarı olmamıza rağmen belki yarım saatten fazla onların dağılmasını bekliyoruz. izzet bile isyan edip bir daha o stada gitmeyeceğini beyan ettiğine göre durum bir miktar bezdirici olmalı. ben yine de o stadın yolunu tutuyorum.

    yavaş yavaş sonuca geldik ve bu kadar hikayeyi boşuna anlatmadığıma göre artık toparlamam gerek. tribünleri bilenler ve tribün dergisi’ni takip edenler, tribünün futbol hayatında ne kadar önemli yer tuttuğunu bilirler. türkiye bazında konuşursak, stadını “cehennem” olarak tanımlayan ve bir tribünü kaplayacak boyutta bayrak açabilen takım taraftarları vardır; stadını “mabet” olarak nitelendirip 3-0’dan 4-3’e maç çeviren ve takımı gerçekte sezon genelinde hiç güzel oynamasa da tek başına şampiyonluğu getiren tribünler vardır; sahaya bir sırt dönüşüyle başkan değiştirebilecek kudrete sahip tribünler vardır; şampiyonluk yakalayabildiği tek dönem olan 70’li senelerde taraftar baskısıyla “rakip takım zamanında burada korner atmaya bile korkardı” dedirten takım vardır; maç yayınının iptal edilmesinden aldığı cesaretle konuk izmir takımını kelimenin gerçek anlamıyla döve döve kendi takımını 1. lige yükselten taraftarlar bile vardır.

    benim takımım, bunlardan hiçbirine sahip değil. curva sud, curva nord, ultras, havai fişek gösterileri, dev bayraklar, italyan stili tek kişilik pankartlar, konfetiler, görkemli kalabalıklar, birbirine bağımlı veya birbirinden bağımsız tribün grupları imkansız şeyler gibi gözüküyor. ama takım yine de kendi çapında bir şeyler yapmaya çalışıyor. bugün baktığımızda dolu tribünlere oynayan birçok anadolu takımını hem puan cetvelinde hem de oyun kalitesi bazında geride bırakıyor. ligin ilk yarısında deplasmanda 1-0 kazandığımız beşiktaş maçından sonra maçın kahramanı alban bushi’nin “dolu tribünlere ve bizi destekleyen bir taraftar kitlesine sahip olsaydık hedeflerimiz daha farklı olurdu” sözü dikkatimden kaçmıyor. o takım orada, destek bekliyor.
  • acep bu sözün mânâ i mehfûmu sadece, yeni ve farklı bir mekâna geçmekteki ferahlık mıdır yoksa mekânı yeni ve farklı bir hâle sokmak da kasdedilmiş midir/edilebilir mi? merak etmişimdir.
  • tdk'ya göre;
    sağlık veya görev değişikliği nedeniyle bir yerden başka bir yere giderek huzur sağlanacağını bildiren bir söz.
    yine tdk'ya göre tebdilimekânda ferahlık vardır şeklinde olması gereken söz.

    cümle değil yani. bilemiyoruz, ikilemlere gark oluyoruz...
  • bir mekanı algılama, özümseme ve benimseme sürenizin kısalığı ile değiştirme isteğinizin yoğunluğu arasında doğru; bir mekandan kaçarak uzaklaşmak istemenizin ardından bunu gerçekleştirebilme potansiyeli yatarabilmeniz arasında mutlaka ters orantı vardır. bu ne tanım ne de örnektir, tebdil-i mekanda ferahlık olup olmadığına dair kesin bir fikir vermez. alıcılarınızın ayarı ile oynamayınız.
hesabın var mı? giriş yap