• (bkz: february)
  • nam-ı diğer february.

    gerek hereditary olsun gerek the witch olsun ari aster ve robert eggers'ın başarılı temsilcilerini bulduğu "sanatsal korku filmi" furyası var son zamanlarda.

    işte bu film de bu furyaya uyanlardan.
    sanatsal kısmı biraz aşırıya kaçmış sanki. yönetmen sanatsal film çekeyim derken korku kısmını biraz ıskalamış.

    hikaye tekdüze verilmiyor, kurgu açısından ilgi çekici.
    film bittikten sonra yapboz tamamlanınca şaşırtıyor izleyiciyi.
  • --- spoiler ---
    film hakkında yazdığım aşağıdaki incelememi görsel açıdan daha derli toplu bir halinden okumak için;

    the blackcoat's daughter (2017) | jeune et diabolique
    --- spoiler ---
    ________________________________________

    regan macneil. the exorcist'in merkezindeki kız çocuğu. bir klasik: ana babası ayrı. kendisini çok seven annesiyle abd'de yaşıyor. babası avrupa'da. evde asla yalnız bırakılmıyor. eğer annesi yoksa, annesinin arkadaşı ve kendisinin akıl hocası sharon onun yanında oluyor. ama regan'ın en yakın arkadaşı ne annesi ne de sharon; bir ouija tahtası aracılığıyla edindiği hayali arkadaşı kaptan howdy. fakat ouija tahtaları arkadaş edinmek için pek ideal yerler sayılmaz. ki regan'ı kaptan howdy ile tanıştıran ouija, küçük kızın pazuzu tarafından ele geçirilmesine de aracı oluyor. pazuzu: mezopotamya mitolojisindeki rüzgar şeytanlarının kralı.

    the exorcist. leo tolstoy, charlie chaplin ve led zeppelin eserleri gibi bir film: herkesin hakkında bir şeyler konuşabilecek kadar bildiği ama pek az insanın gerçekten oturup okuduğu, izlediği ya da dinlediği türden. hikâyesini anadillerimizi öğrenir denli bir doğallıkla öğreniyoruz. bir çocuğun ruhu bir şeytan tarafından ele geçirilir, bir din adamı incil, haç ve kutsal su kullanmak suretiyle şeytanı çocuğun bedeninden defeder. bu olay örgüsünü bilmek için filmi izlemiş ya da kitabı okumuş olmak gerekmiyor. filmi ilk izlediğimde benim için de durum böyleydi. filmin kaba bir parodisine yer verilen 2001 tarihli scary movie 2'yu ve hatta 2007 tarihli kutsal damacana'yı dahi orijinal eserden önce izlemiştim. tüm bu zamansız malumat filmden alabileceğim merak kaynaklı tadın büyük ölçüde önüne geçtiyse de son sahnede regan'ı tüm o olup bitenlere dair hiçbir şey hatırlamazken görünce kendimi şunu merak ederken bulmuştum: peki ya regan aslında şeytandan memnunduysa?

    the blackcoat's daughter. bir ilk film. yazarı ve yönetmeni oz perkins. psycho'nun psycho'su anthony perkins'in oğlu. yatılı kız okulunda ailesinden uzakta ve hiç arkadaşı olmaksızın aylar geçiren bir genç kızın ruhu bir şeytan tarafından ele geçirilir. kulağa başta 95 dakikalık bir klişe roller coaster'ı gibi gelse de film kötücül ruhlar tarafından ele geçirilme hikâyelerine hem yeni hem de estetik anlamda güzel bir soluk. peşine düştüğü temel soru: peki ya kat aslında şeytandan memnunduysa?

    kat aslında şeytandan memnundu. christopher marlowe'un doctor faustus'u şeytandan kara büyünün sırlarını, goethe'nin faust'u ise evrenin sonsuz bilgisini istiyordu. perkins'in hiçbir insandan hiçbir somut yakınlık bulamayan kat'i ise mavi-gri tonlarla daha da belirginleştirilen bu soğukluk ortamında yalnızca altına sığınabileceği bir çift sıcak kanat istiyordu. şeytan onu arayıp soruyordu, onun yanında duruyordu, onu gülümsetiyordu, ona bir amaç, bir yaşama sebebi veriyordu. karl marx 1843'te hegel'in hukuk felsefesinin eleştirisine katkı adlı yazısında «din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, ruhun dışlandığı toplumsal koşulların ruhunu oluşturur» diye yazarken kendilerini iyicil olduğuna iman edilen bir tanrının himayesi altında huzurlu hisseden kitleleri kast ediyordu. fakat temel motivasyonlar aynıysa bu alıntıyı niçin yalnızca tanrıya iman eden kitleler için kullanalım? şeytan kat'in afyonudur.

    dışarıdan bakıp duyunca göze-kulağa kötü, korkunç, iğrenç gelenlerin içeriden bir bakışla ne denli cazip olabileceğinin, bu cazibeye kapılan kişinin ne gibi sebep ve motivasyonları olabileceğinin üzerine giden yapıtlar hep çok ilgimi çekiyor ve aklıma ilk düşüncede françois ozon'un jeune et jolie filmi geliyor. 2013 tarihli filmde ısabelle adında "genç" ve "güzel" bir kadın içinde duyduğu bastırılamaz seks yapma arzusunu tatmin etmek için tek gecelik ilişkiler yaşamaya başlıyor ve bir yandan ihtiyaç duyduğu bedensel tatmini elde ederken diğer yandan da kendine hatırı sayılır bir gelir elde ediyordu. daima düşkünlükle, çaresizlikle, "kötü kadınlık" ile açıklanıp tek celsede infaz edilen seks işçiliği, bu defa ozon'un ısabelle karakteri üzerinden iyimser, acındırmasız bir gerekçelendirmeye kavuşuyordu. tıpkı ozon'un ısabelle'i gibi perkins'in kat karakteri de kendisini ele geçiren şeytanı benimseyip kendisine arkadaş bilmesiyle türdeşlerinden tamamen ayrılıyor.

    the blackcoat's daughter. anlatısını ilk sahnesinden itibaren görsel estetikten taviz vermeden sakince inşa edip neredeyse hiçbir basit açıklamaya meyletmeden son sahnelerine dek sürdürüyor. film boyunca bir yanda kat ile rose'u yatılı kız yurdunda bir arada, diğer yanda ise joan karakterini yurttaki ikiliden tamamen bağımsız bir yolculuk halinde seyrediyoruz. filmin büyük bölümü joan'in kat ile rose'un bulunduğu yurda varmasıyla yaşanacakların merakıyla geçiyor ve tam burada film sarsıcı dönüm/çözüm noktasına varıyor: öğreniyoruz ki joan gençlik çağındaki kat'ten başkası değilmiş; birlikte yolculuk ettiği ve eski dostu şeytana sunmak için kafalarını kestiği çift ise vaktiyle kafasını kestiği okul arkadaşı rose'un ana-babasıymış.

    rose'un filmde kötülük kaynağı bir karakter olarak değil de yalnızca bir kurban olarak portrelenmiş olması da ayrıca sevindirici. henüz filmin erken sahnelerinde rose'un hamile olduğunu ve bunu ailesine bildirmekten imtina ettiğini öğreniyoruz. ana akım sinemanın, özellikle korku sinemasının genelleştirilmiş ahlak yasalarına göre nispeten serbest bir yaşam süren kadınları cezalandırmaya, "iffetli" meryem ana figürlerini ise ödüllendirmeye meyilli olması on yıllardır haber değerinden yoksun. misal, şu günlerde anlaşılır sebeplerle kendisine yeniden kalabalık bir izleyici kitlesi bulmuş olan contagion. steven soderberg'in 2011 tarihli salgın konulu filminde "the patient zero", enfekte olan ilk hasta olma şerefine layık görülen karakter, abd'deki kocası mitch'i uzak doğu'daki iş gezisi sırasında bir meslektaşıyla aldatan beth emhoff karakteri oluyordu.

    the blackcoat's daughter'da ise söz konusu "daughter" tahmin edilebileceği gibi rose değil, kat oluyor. şeytan çıkarma ayini sırasında peder tarafından defedilen şeytanı yaşlı gözlerle izleyen kat, ona «gitme!» dediyse de şeytanı durduramıyordu. yıllar sonra yurda joan adıyla geri dönüp rose'un ana babasının kesilmiş kafalarını kazan dairesinde sunduğundaysa daha önce «gitme!» yalvarısına yanıt vermeyen şeytan, bu defa «gel!» çağrısına yanıt vermiyor. böylece tek arkadaşı tarafından da terk edilmiş olduğunun ayırdına varan kat/joan, filmin son sahnesinde kendisini tamamen yalnız ve tümüyle amaçsız bir vaziyette feryat figan ağlarken buluyor.
  • the blackcoat's daughter (2015)

    pyscho ve the trial gibi kült filmlerin ve o dönemin usta oyuncusu anthony perkins'in oğlu oz perkins'in yönetmenlik koltuğuna oturduğu, klasik korku gerilim filmlerinden farklı ve bağımsız, dingin anlatısı ve kurgusal başarısıyla takdirimi kazanan, ancak aynı zamanda yarattığı gizemden fazla nemalanmaya çalışmasıyla da keyfimi kaçıran, sanatsal bir korku gerilim filmi the blackcoat's daughter. özellikle, hiçbir şekilde eğreti durmayan yaratıcı ve zekice ayrıntılar ile, türün diğer filmlerinden farklı bir kulvara giren film, özellikle son çeyrekteki etkileyici sahneleri ve başarılı finaliyle izleyiciyi filmden memnun ayırıyor. her ne kadar yarattığı gizemin dozunu kaçırsa da ve her sahnede bastıra bastıra kullandığı müzikleri gereksiz gibi dursa da, yine de bu tür için yeterli kalitede ve orjinallikte.

    7 / 10
  • hakkında yazılan entryleri şok olarak okudum zaten dayanıp bitiremedim de.

    daha kötü ne izledin derseniz şu an bir cevabım yok. ulan filmdeki kız şeytana gitme dedi diye ne kastırmışsınız faust maust bile demişsiniz, yok anasının amı ya. işte bu tipler modern sanat sergisine gidince yere düşen gözlüğü sanat eseri sayan tipler.

    bakın her şeyi izliyorum, aklınıza gelebilecek her şeyi. ben türler arasında ayrım gözetmeksizin bu kadar boktan çok az şey izledim. hatta şu an 1 numara bile diyebilirim. bir film dingin diye iyi değildir. yönetmen denen zat o kadar saçma bir senaryoyu o kadar alışagelmiş bir şekilde işlemiş ki kusmamak için zor tuttum kendimi. işin rezil tarafı bunu orijinal sanmak. hele bir de sanatsal demişler ki kendimi sikecem yahu.

    bu filmi öven adam beni sıçarken izlese zevkten bayılır. çünkü ben sıçma esnasına çömelirken, köylünün akıttığı alın teri sonrası o dingin, düşünceli sözde dinlenme haline gönderme yapıyorum. vücudumdan umarsızca attığım dışkılar kapitalist emek sömürüsüne göndermedir ki eminim gözünüzden kaçmayacaktır.
hesabın var mı? giriş yap