• bu yıl karşılaştığım en güzel romanlardan biri.

    max tivoli, tarih boyunca çok ender görülen bir genetik rahatsızlık sebebiyle zamanın lanetine ugramıs, yaşını tersine alan, ruhu yaşlanırken bedeni gençleşen; fakat hepimiz gibi aşkın büyüsü, hüznü, imkansızlıgı ve süprizleriyle çevrili, bahtsız mı yoksa şanslı mı kararını kimsenin veremeyeceği bir kadere sahip, sıradışı bir insan.

    her birimiz birisinin hayatının aşkıdır sözleriyle başlayan, andrew sean greer'in hayranlık verici anlatımıyla bezeli, bu sürükleyici, sıradışı öykü, cihat taşçıoğlu'nun başarılı çevirisi ile dilimize kazandırılmış.
  • the time traveler s wifedan sonra bu yıl okuduğum en iyi ikinci ilk* roman.

    oldukça ilgi çekici bir konusu, pek ilgi çekici olmayan bir sonu ve artık ender rastlanan güzellikte bir anlatımı var. kurgusu ve hikayenin kendisinden ziyade -ki onlar da çok iyi- dilin kullanılışı zevkten mest ediyor.
  • ruhumu daha ilk satırlarından ele geçirip, bir de içimde şiddetle başka ruhlara sirayet etmesini sağlama, varlığını dünya aleme yayma dürtüsünü uyandıran tuhaf bir virüs tesiri yaptı benim üzerimde max tivoli’nin itirafları.

    ben biraz inanıyordum ki, okuyup da hatırasını en bir yüce, en bir değerli addedeceğim tüm kitaplar artık geçmişte kalmıştır; bundan sonrakiler ancak uzatmalar, ancak vakit geçirmelikler, evet, belki sevilebilecek, ama asla en sevilemeyecekler olacaktır. çocukluğun ve ilkgençliğin safiyetiyle, büyüsüyle birleşmeden bir kitabın gönlümün o mertebelerine çıkması sanki biraz da imkansızdır. bana yanıldığımı göstermek demek max tivoli’ye, hayatın en temel ve basit kaidesinin, zamanın saat yönündeki akışının, bedeni için geçerli olmadığı bu lanetlenmiş adama düşecekmiş.

    onunkiyle kıyas kabul edecek olmasa da, başka bir lanete, -teflon misali- pek az şeylerin tutunabildiği aciz bir hafızaya mahkum edilmiş olduğumdan, yalnızca birkaç ay önce okuduğum bu hikaye zihnimde çoktan karanlıklara karışmış, uzak bir sadaya, diplerde bir tortuya dönüşmüş durumda. heyhat çok şükür o sadayı, o tortuyu tarif edebilecek birkaç sözcük uyanıyor hala nöronlarımda, ki bir kitabı bu sözcüklerin işaret ettiği karışımdan daha çekici, daha davetkar kılacak az unsur tasavvur edebiliyorum kendi adıma: zarafet, hüzün ve olgunluk..

    evet, max tivoli bizlere gerçeküstü, fizikötesi, gerçekleşmesi -kocaman neon harflerle- namümkün hikayesini dünyanın en hakiki, en yaşanmış hayatıymışçasına sunar, talihsiz ruhunun her bir dalgalanmasını derinlerimizde aynı şiddette hissettirirken, satırlarından damlayan hep bir incelik, hep bir asalet, hayata dair hep o hüzünlü bilgelikti. ve ben de bir romandan zaten daha fazlasını beklemiyordum..

    işte bu yüzden şimdi max tivoli’yi gönlümün camekanlı dolabına, en sevdiğim, en gerçek (bazen de en ben) sandığım kurmaca karakterleri muhafaza ettiğim özel bölmeye yerleştirirken, sizleri de onu tanımaya, yaşadıklarını, en azından itiraf ettiği kadarıyla, okumaya davet ediyorum. r.s.v.p.
  • genetik bir rahatsızlıktan muzdarip olan max hayatını bizimkine ters istikamette sürdürmektedir. yani yaşını sıfıra doğru almakta, dolayısıyla da öleceği günü vesaire bilmektedir. aslında kitabın anlatmak istediği esas mevzu ve üsluba dikkat edilince fazlasıyla ayrıntı gibi kalıyor bütün bunlar, kapılıp gidiyorsunuz; ama yine de benim anlayamadığım şey 70 yaşında birisi olarak doğup onca yıl insanlardan kaçmadan, saklanmadan ama aynı zamanda da ana haber bültenlerine çıkmadan, en azından mahalli gazetelere manşet olmadan nasıl yaşayabildiği.

    bir ara memleketin şimdi hatırlayamadığım bir yerlerinde sakallı bir bebek doğmuş, bir kaç cuma sonra kıyametin kopacağını haber vermişti de tüm ülke teyakkuz halinde beklemiştik.
  • (bkz: the curious case of benjamin button)
    biraz esinlenilmis mi ne? bahsi gecen f. scott fitzgerald hikayesini okumadim ama yakinda vizyona girecek filminin fragmanini gordum. once "aa max tivoliii" dedim, zira fragmanlarda yasli dogan ve giderek genclesen bir adam ve onun asik oldugu kadin vardi. eve gelip bakinca anladim ki benjamin button max tivoli degilmis. esinlenme, kitabin ozundeki o ikircikli, gizemli olayin "aparma" olusu bariz de yine de bu the confessions of max tivoli'nin gozumdeki yerini degistirmiyor. anlattigi yer (san francisco) fitzgeraldinkinden farkli ve bu hikayeyi bambaska yapiyor(bkz: deprem). ayrica muhtesem guzel dili yine de max tivoli'nin itiraflarini nadide kiliyor.
hesabın var mı? giriş yap