• milletin, kimi zaman da kulağına sokmak için keyif vericilerden beklediklerini doğal olarak filmlerden bekleyen jodorowsky'nin beatles'ın para babasından kopardıklarıyla (if you dont want to die. kill your money) izleyicilerini, hasta olduğunu zevkle savunduğu zihnine davet ettiği eşsiz bir yolculuk, hem de sinemayı deşifre eden sonuna rağmen. lsd yolculuğuna çıkan bir fellini'nin bir kulağına jarman, diğerine anger isimli meleklerin fısıldadıklarıyla dolduktan sonra, ayılmak için stalker'i izleyip sete gidince çektiği film olurdu bu, jodorowsky'nin olmasa. hayatta hiç birşey yapmamış olsan bile, holy mountain'ı sevdim, diyebileceğiniz bir filmdir. onların cremaster'ları varsa, şunların da holy mountain'leri var işte. "goodbye holy mountain. real life waits us..." peki bizim neyimiz var?

    bir eleştiride dediği gibi, greenaway'in text olmaktan öteye gitmemekle aşağıladığı sinemaya, siyah derili çocukların ekmek için birbirini parçaladığı bir ülkeden gelen bir "arka sıra cevabı". sinema şiirsel bir sınamadır, gerisi aynı hikaye.
  • aykiri insan, üstün insan jodorowsky'nin 1973 yilinda çektigi *her sey hakkindaki saheseri. dine, politikaya, aile içi dengelere, aska, sekse, kapitalizme, sahip olma hirsina meksika'dan kalkan orta parmak. referanslari anlamak için kabala, incil metinleri, budizm, yakin tarih, sürrealizm, sembolizm konularindan biraz haberdar olmak gerekiyor. ama bu görsel deneyimden keyif almak için sart da degil. hele öyle enfes bir sonu var ki. jodorowsky bütün sinema kurallarini yikip seyirciye de orta parmagini kaldiriyor. agzimiz açik kaldi. mest olduk. olay 1973'de bitmis diyesimiz geldi. bir kere izlemenin asla yetmeyecegi ironi bombardimani, pek çok sekansi ayri ayri kisa film olur. olaganüstü yahu, kendimizden geçtik. bu yeterince sik olmuyor.
  • alexandro jodorowsky üzerinden bir sinemasever dünyası analizi yapabiliriz. durmadan daha yeni bir isim arayan bir dünya sinemasever dünyası, başkalarının bilmediği yeni bir isim. başkalarının bilmediği ismi öne çıkarmak için kimi eksikliklerini de gözardı etmeliyiz, kuul hip bir havaya büründürmeliyiz mesela. misal daha ozu, mizoguchi, kurosawa bitirmeden seijun suzuki'yi bulmalıyız. veya 60lar japon erotik sinemasını tüketmeliyiz. ozu, mizoguchi ve kurosawa'yı tüketmemiş olmakta hususi bir sorun göremiyorum yanlış anlaşılmasın. ayrıyetten suzuki'yi bu işgüzar modacı zihniyetli sinemaseverler sayesinde keşfetmiş olmaktan da memnunum. ama hep aynı şey oluyor: bu daha evvel duymadığımız, keşfedilmemiş cevher rejisörler, birden japon sinemasının, kore sinemasının falan filan, olmazsa olmazı, medarı iftarı, büyük ustası ilan ediliyor. tamam suzuki'nin saykodelik sineması çok eğlenceli de, vasat bir kurosawa filmine yaklaşması mümkün değil. iyi filmi yok suzuki'nin, ilginç filmleri var.

    aynı şekilde 1960 ve 70lerde uyuşturucudan beyni sünger olmuş bir jodorowsky çıkıyor karşımıza isim olarak, "vay be nasıl bilmezsin? dünyanın en önemli yönetmenlerinden biri" diye tanıtılıyor. haydaa... hay amına koyyim ya... vallaha bilemedik... şimdi the holy mountain'ı bana tanıtan kişiye saygım sonsuz ve filmi izlediğime çok memnunum, çok şey aldım. ve fakat herşeyi yerli yerine bir oturtalım.

    evvela ilginç bir film, iyi bir film değil the holy mountain. ha çok ilginç bir film o ayrı. görsel açıdan, jodorowsky aldığı lsd'nin hakkını tepe tepe veriyor. kimi sahnelerin atlayan kurgusu heyecan verici derecede müthiş. yer yer kahkahalar atıyoruz, yer yer sanat yönetimine, kamera yönetimine, mizansene hayranlıkla bakakalıyoruz. sonuçta bir jodorowsky filmine ulaşmak için verdiğimiz onca çabaya değiyor. hiç pişman olmuyoruz.

    ama iyi bir film mi the holy mountain? eğer katolik değilseniz, jodorowsky'nin katolik kilisesini "yerle bir eden" ucuz metaforları insanda "şunlar geçsin de yine ilginç bişeyler görelim"den öte bir his uyandırmıyor. ilginç şeyler, misal silah fabrikası, şudur budur, yine aynı ucuz sansasyonun, hesapta provoke edici olması gereken, ama kendi provoke ediciliğine, "fuck you"culuğuna, zıpırlığına (gereksiz yere, zira son derece konvansiyonel olduğunu belirtmek lazım) hayran zihniyetin eseri; ama en azından görsel açıdan bombastik. misal kurgusunun, her görüntüyü tablo gibi işleyişinin greenaway'i, ve özellikle wes anderson'ı etkilediğini görmemek mümkün değil. ama greenaway ve anderson komple sanatçılarken, filmleri bütünüylen "sanat eseri"yken, jodorowsky o filmleri etkilediği özellikleriyle kalıyor. gerisi hippi saçması bir dünya görüşü, doğayla bir olalım, üstün insana dönüşelim. sorun söylenende de değil, söyleyişteki insanı bunaltan naiflikte, o naifliğin tüm dünyayı hakir gören ucuzluğunda, çok bilmişliğinde ... veya filmin dvdsindeki röportaj yapılan amcanın "sansasyonel, görülmemiş!" şeklinde lanse ettiği o müthiş sürpriz son. ilüzyonu yok ediyoruz yani. lan ne ilüzyonu yarattın yok ediyosun? lsd almadık, biz farkındayız, kötü bir film, ilüzyon içinde değiliz. görülmemiş de değil, godard izledik çok şükür.

    nihayetinde bu derece katolik etkili filmlere dayanmak pek mümkün değil, uyuşturucu almadıysanız. iyi yanlarını, ki süper ilginç iyi yanlar bunlar tekrar edeyim, bir yana koyarsak mesajım şudur: gerçekten iyi olup da yeniden keşfedilen çok az kişi var. terrence malick belki, the thin red line'dan sonra. veya hali hazırda iyi bir yönetmenin değeri bilinmemiş bir filmi keşfedilir; after hours gibi misal. lütfen jodorowsky'i keşfetmenin heyecanıyla dünyanız değişmesin. kadrini kıymetini bilin, ama bir yönetmenle tüm sinema tarihini değiştirilebileciğini düşünmeyin. emrediyorum.
  • söyleyeceklerim spoiler sayılabilir belki lütfen kızmayın ama hayatımda gördüğüm en pis ve seyrettiğinize pişman eden sonlardan birine sahip bir filmdir kendileri. ahanda real life, haydi bakalım yolcu yolunda gerek mesajı bu filmin başına oturmuş kitle için yeterli bir son değil. yoksa bende bilmekteyim hala bekleyen faturalar olduğunu ve ödemezsem isa nın çilesinin çekeceğimin yanında hiç kalacağını...
    sonu dışında film gerçekten muhteşem. başlar başlamaz dünya ile bağınız inceliyor. lsd nasıl birşey acaba diye sordurtuyor yemiş bitirmiş adamlara. ölmeden önce görmek lazımlar klasörüne girmiş bir filmdir kendileri benim için...
  • the holy wood'a nazire, bir 1973 yapimi. 90'larin bilumum marjinale ovgu filmlerini takip etmis seyircilere cig romantizm tadi verebilir evet katiliyorum ama 73 tarihine biraz dikkat etmek lazim.

    --- spoiler ---

    henuz altinci his, fight club tarzi final baslangici degistirsin ekolu ortalarda yokken -illaki birileri daha once yapmistir ama yine de degerlidir- ve de postmodernizm illetinin her halini cok guzel tasvir ederken ederken bir anda kendisinin bir film oldugunu soyleyiveren bir mutevazi ruhtur.

    --- spoiler ---

    ve evet daha postmodernizmin adi yeni yeni konmaktadir jodorowsky bunu cekerken.
  • jodorowsky filmi; psychedelic kültürle ilişkili çekmiş. zıvanadan çıkmış insanlar... kendinden geçen tipler... vesaire. gerçekten o zamanın (70'ler) karşı kültürlerine orta parmağını fütursuzca gösteriyor. görsellik açısından harikulade bir film. enteresan kareler ve görsel galeri ile büyülüyor bizi jodorowsky .
  • izlemesi oldukça zor bir film.ayrıca iki kere izlememe ve üzerinde düşünülmüş birkaç sunum dinlememe rağmen hala tamamen anlamış değilim.
  • --- spoiler ---

    kadın dağı sikti.

    --- spoiler ---
  • bu filmi yazmak ve de yönetmek için "twisted mind" sahibi olmak yetmez. böyle bir şeyin ortaya çıkması için aklın başka bir etkene maruz kalması gerek*. "the thief" karakterini canlandıran oyuncunun "haplı" olduğunu jodorowsky dillendirmiş ancak kendi durumundan hiç bahsetmemiş*, zaten bazı sahneleri de hatırlamaması ayrıca şüphe uyandırmakta.
    (bkz: ne içtiysen ben de istiyorum)
  • iki günde izlediğim filmdir. ilk parçada düşündüğüm ile filmin gidişatı ve sonu tamamen farklıydı. ayrıca tez konusu edilesi karmaşıklıkta ve yoğunlukta harika bir filmdir.
hesabın var mı? giriş yap