• bir poe öyküsü. sanat ve yaşam arasındaki parodoksal ilişkiyi sorgular.
  • "bir yerde olup ikisi calis.
    ayineye girdi aks-ü akis."
  • iş ve aşk arasındaki ince çizgiyi gözünüze sokan, mükemmel poe öyküsü..
  • ruhu ele geçirip bedeni yere cansız yığan portre.
  • 1842 yılında yazılmlış bu poe öyküsünde ressamın çizdiği resmi ne olarak gördüğünün de tartışılması gerektiği görüşündeyim.

    --- spoiler ---

    öyle ki çizilen resim sanatı, işi ya da saplantıları simgeliyor olabilir. hiç şüphesiz gerçeklik kavramının da göz önünde bulundurulması gerekiyor: anlatıcı resmi gördüğü anda gözlerini kapamasını taplodaki yüzün gerçek olduğunu sanıp korkudan, istemsizce yaptığını söylüyor ve öykünün sonunda ressamın özellikle tuvale bakarken, henüz karısına bakmadan duygularının kabarmasını ve karısının biyolojik durumuna dikkat etmeksizin dönüp "bu... bu canlı... hayatın ta kendisi bu" demesi yine gerçekliğin korkunçluğuna bir göndermedir fikrimce. simgesel anlamda düşünecek olursak kadının saflığı ve aşkı, adamın ise hırsı simgelediğini anlarız.

    --- spoiler ---

    sanat, iş, saplantı, saflık, gerçeklik ve poe için bildiğim kadarıyla olması gereken yine korku bu öykünün önemli kelimleridir. ayrıca çerçevenin mağribi usülü olması gerçekliğin asaletini, oval olması ise kadının saflığını simgeliyor. hatta zorlarsak gerçeğin tatlılıkla ve saflıkla örtülmesini de resim-sanat-kadının güzelliği perdesi ardında kalan saplantıyla da örtüşebildiği çıkarımını yapabiliriz

    ayrıca bu saplantı gerçeğini anlatan şu cümle geçer öyküde: zaten adam evliydi: sanat onun eşiydi. bu da iş ve aşk arasındaki ince çizgiden çok saplantı ve aşk arasındaki ikilemi anlatır.

    --- spoiler ---

    "kadın sanattan nefret ederdi çünkü sanat onun tek rakibiydi" diye devam eder öykü. bu da öykünün sonuna doğru erkeğinin mutluluğu için erkeğin kendisini aldatmasına göz yummasıyla, nefret ettiği bir şey* önünde gülümseyerek solmasıyla bağlantılıdır

    --- spoiler ---
  • o, benzerine az rastlanır bir güzelliğe sahip ve cazibesi kadar neşesi de sonsuz olan bir genç kızdı. ressamı görüp sevdiği ve onunla evlendiği an hayatının uğursuzluk saati çaldı. ressam ateşli, çalışkan, sert ve zaten eşini sanatında bulmuş bir insandı; halbuki o, benzerine az rastlanır bir güzelliğe sahip ve cazibesi kadar neşesi de sonsuz olan bir genç kızdı. şen, güler yüzlü, bir karaca yavrusu kadar oyunbaz, her şeye sevgi besleyen, değer veren; yalnız rakibi sanattan nefret eden, yalnız sevgilisini ondan ayıran palet ve fırçalar gibi uğursuz şeylerden korkan bir genç kızdı. böylece ressamın kendi portresini yapmak istediğini duyması, kız için korkunç bir darbe olmuştu.

    fakat kız mütevazı ve uysaldı. yüksek kulede, ışığın yalnız yukardan tuvalin üzerine düştüğü karanlık odada hiç şikayet etmeden haftalarca poz verdi. ressam içinden saatlerce, günlerce süren işinden pek gurur duyuyordu. ateşli, vahşi ve huysuz bir adamdı, hayallerinde kendisini kaybediyordu. öyle ki bu ıssız kulede ancak tepeden sızan ışığın sevgilisinin sağlığını harap ettiğini, onu içten içe yediğini hangi göz olsa görebilecekken, o göremiyordu. kız, büyük bir ünü olan ressamın işine ne derin bir aşkla bağlı olduğunu, kendisini çok seven fakat günden güne zayıflayan ve cesareti kırılan sevgilisini tasvir etmek için nasıl gece gündüz çalıştığını görüyor ve gülümsüyor, şikayet etmeksizin durmadan gülümsüyordu.

    gerçekten portreyi görenler, aslına benzeyişinden adeta bir mucizeden bahseder gibi alçak sesle bahsediyorlar ve bunun yalnız sanatçının büyük kudretinden değil, o kadar ustalıkla resmini yaptığı güzele olan derin sevgisinden geldiğini söylüyorlardı. fakat portrenin bitmesi yaklaşınca artık kuleye kimse kabul edilmez oldu. çünkü ressam işinin hararetiyle vahşileşmişti ve gözlerini tuvalden karısının yüzüne bakmak için bile pek seyrek kaldırıyordu. resme döktüğü renklerin, yanında duran sevgilisinin yanaklarından uçup gittiğini fark etmiyordu.

    haftalar geçip de yapılacak az şey (ağzın üzerine vurulacak bir fırça, gözün üstüne düşürülecek bir renk) kalınca kadının ruhu, sönmekte olan bir lambanın alevi gibi bir an parladı. artık son fırça vurulmuş, boya sürülmüştü. bir dakika ressam, eserinin önünde hayran hayran durdu. fakat resme bakarken titrerdi, rengi uçtu, benzi ölü gibi sarardı: 'gerçekten, hayatın ta kendisi oldu bu!' diye haykırdı.
    gözlerini birden bire sevgilisine bakmak için çevirdi: genç kadın ölmüştü.

    (bkz: edgar allan poe)
  • edgar allan poe'nun çok ince bir kurguya sahip mini hikayesi. her sıkıldığınızda alıp okuyabileceğiniz bir öyküdür. kesinlikle bir oval portreden çok daha fazlası.
  • edgar allan poe/#80718080 tarafından 1842 de yayınlanmış hayat ile sanat arasındaki incecik bağın anlatıldığı, kısa öyküsüdür (oval portre).

    "insan, özünü hep kendine saklayabilir mi?"

    ***
    uşağımın, ağır yaralı halimde beni açıkta gecelemeye bırakmaktansa her şeyi göze alıp zorla içeri soktuğu şato, kim bilir ne kadar zamandır apeninler'in üzerindeki esrarlı heybet ve hüzün yığınlarından biriydi; hep böyle şatolardan bahseden mrs. radecliffe'in hayal ettiklerinden farksızdı.

    görünüşe göre bu yakınlarda, bir zaman için terk edilmişti. biz en az ihtişamla döşenmiş küçük bir daireye yerleştik.

    burası binanın uzak bir kulesiydi. süsleri zengin olmakla beraber yıpranmış ve eskiydi. duvarlarına altın arabesk çerçeveler içinde birçok canlı modern resimler ve perdeler asılmıştı. odalar türlü şekilde eski silahlar ve savaş ganimetleriyle donatılmıştı. yalnız duvarlara asılı olmayıp, binanın garip mimarisinin sonucu olan birçok girinti ve çıkıntılarına dayatılan bu resimlere, henüz başlayan buhranlarım yüzünden derin bir ilgi duyuyordum.

    onun için (zaten gece olduğundan) pedro'ya pencerelerin ağır kepenklerini kapamasını söyledim. başucumdaki yüksek şamdanın mumlarını yakmasını ve yatağı tamamiyle örten saçaklı siyah kadife perdeleri açmasını emrettim.

    bütün bunların yapılmasını isteyişimin sebebi, eğer uyku tutmazsa resimleri seyretmek ve yastığımın üzerinde bulduğum bir kitabı okumaktı –anlaşılan bu kitap duvardaki resimleri inceleyen bir eserdi.

    uzun uzun okudum, dikkatle, yakın bir ilgiyle seyrettim. saatler büyük bir hızla ve ihtişamla uçup gittiler. nihayet gece yarısı geldi. şamdanın yeri beni memnun etmedi. uyuklayan uşağımı rahatsız etmeden, şamdana zorlukla elimi uzatarak onu, kitabımı daha iyi aydınlatacak bir yere koydum.

    fakat bu hareketin beklenmedik bir etkisi oldu. mumların ışığı şimdi, o zamana kadar karyolanın gölgesinde kalan bir köşeyi aydınlattı. böylece o parlak ışığın içinde, evvelden farkına varmadığım bir resim gördüm. bu resim henüz kadınlık çağına giren bir kızın portresiydi. resme şöyle bir baktım, sonra gözlerimi kapadım. böyle yapışımın sebebini önce kendim bile bilmiyordum. ama gözlerim kapalı kaldığı sürece zihnimde bu sebebi araştırdım. bu, gözlerimin beni aldatmadığına inanmak ve hayal gücümü dinginlik ve huzura kavuşturup emin bir gözle bakmak için yapılmış ani bir hareketti. biraz sonra resme tekrar uzun uzun baktım.

    gördüğümün doğru olduğundan artık şüphe etmiyordum, edemezdim. çünkü resmin üzerine vuran mumların ilk pırıltısı duygularımın, içine düşmekte olan rüyalı dalgınlığı gidermiş ve beni iyice sarsarak uyandırmış gibiydi. portre, söylediğim gibi bir genç kızındı. sully'nin yaptığı resimlerdeki çok beğenilen başları andıran, teknik tabiriyle " vignette " tarzında yapılmış yalnız bir baştan ve omuzlardan ibaretti. kollar, göğüs ve hatta parlak saçların sonucunda resmin fonunu oluşturan belirsiz ve koyu karanlık içinde fark olunmayacak şekilde erimişti. çerçeve ovaldi, arapvari, zengince yaldızlanmış ve [il] hale [/il]lenmişti. bir sanat eseri olarak hiç bir şeye bu resimden çok değer biçilemezdi. fakat beni böyle birdenbire sarsan ne eserin yapılış tarzı ne de çehrenin harikulade güzelliğiydi.

    asıl beni hayrete düşüren, yarı uyku halinde birdenbire sarsılan hayalgücümün bu portreyi yaşayan bir insana benzetmesiydi. bir bakışta resmin, tarzın ve çerçevenin düşmanlığını hemen farketmiştim; bunlar deminki fikri hemen dağıtıyorlar hatta akla gelmesine bile fırsat bırakmıyorlar. bu sebepleri ciddi olarak düşünerek, yarı oturmuş yarı uzanmış vaziyette, belki bir saat gözlerim portreye dikili kaldım. sonunda, etkisinin sırrını çözdüğüme inanarak yatağın içine düştüm. evet, resmin sihrini o mutlak canlılığını bulmuştum. bu beni önce şaşırttı, allak bullak etti, sonunda sindirip ürküttü.

    derin ve saygılı bir korkuyla şamdanı eski yerine koydum. sonsuz heyecanıma sebep olan şey de bu suretle gözümün önünden kalkmış oluyordu. telaşla resimleri tahlil eden ve hikayelerini anlatan o kitabı aradım. oval portreyi gösteren sayfayı çevirerek şu belirsiz ve garip kelimeleri okudum:

    " o, benzerine az rastlanır bir güzelliğe sahip ve cazibesi kadar neşesi de sonsuz olan bir genç kızdı. ressamı görüp sevdiği ve onunla evlendiği an hayatının uğursuzluk saati çaldı. ressam, ateşli, çalışkan, sert ve zaten eşini sanatında bulmuş bir insandı; halbuki o, benzerine az rastlanır bir güzelliğe sahip ve cazibesi kadar neşesi de sonsuz olan bir genç kızdı; şen, güler yüzlü, bir karaca yavrusu kadar oyunbaz, her şeye sevgi besleyen, değer veren, yalnız rakibi sanattan nefret eden, yanlız sevgilisini ondan ayıran palet ve fırçalar gibi uğursuz şeylerden korkan bir genç kızdı. böylece, ressamın kendi portresini yapmak istediğini duyması kız için korkunç bir darbe olmuştu.

    fakat kız mütevazi ve uysaldı. yüksek kulede, ışığın yalnız yukardan tualin üzerine düştüğü karanlık odada hiç şikayet etmeden haftalarca poz verdi. ressam içinden, saatlerce, günlerce süren işinden pek gurur duyuyordu. ateşli, vahşi ve huysuz bir adamdı; hayallerinde kendisini kaybediyordu. öyle ki, bu ıssız kulede ancak tepeden sızan ışığın sevgilisinin sağlığını harap ettiğini, onu içten içe yediğini hangi göz olsa görebilecekken, o göremiyordu. kız, büyük bir ünü olan ressamın işine ne derin bir aşkla bağlı olduğunu, kendisini çok seven fakat günden güne zayıflayan ve cesareti kırılan sevgilisini tasvir

    etmek için nasıl gece gündüz çalıştığını görüyor ve gülümsüyor, şikayet etmeksizin durmadan gülümsüyordu.
    gerçekten portreyi görenler, aslına benzeyişinden, adeta bir mucizeden bahseder gibi, alçak sesle bahsediyorlar ve bunun yalnız sanatçının büyük kudretinden değil, o kadar ustalıkla resmini yaptığı güzele olan derin sevgisinden geldiğini söylüyorlardı.

    fakat portrenin bitmesi yaklaşınca artık kuleye kimse kabul edilmez oldu. çünkü ressam işinin hararetiyle vahşileşmişti ve gözlerini tualden karısının yüzüne bakmak için bile pek seyrek kaldırıyordu. resme döktüğü renklerin, yanında duran sevgilisinin yanaklarından uçup gittiğini fark etmiyordu.

    haftalar geçip de yapılacak az şey (ağzın üzerine vurulacak bir fırça, gözün üstüne düşürülecek bir renk) kalınca kadının ruhu, sönmekte olan bir lambanın alevi gibi, bir an parladı. artık son fırça vurulmuş, boya sürülmüştü.

    bir dakika ressam, eserinin önünde hayran hayran durdu. fakat, resme bakarken titrerdi, rengi uçtu, benzi ölü gibi sarardı, ' gerçekten, hayatın ta kendisi oldu bu! ' diye haykırdı. gözlerini birden bire sevgilisine bakmak için çevirdi: genç kadın ölmüştü. "
hesabın var mı? giriş yap