• (bkz: esse est percipi)

    bu, var olan en eski temalardan biridir. platon'un mağara alegorisi'nden postmodern felsefe çağının başlangıcına, baudrillard'ın simülasyonuna kadar şöyle bir bakarsak işte berkeley'den bizi derin düşüncelere daldıracak bir cümle: “var olmak algılanmaktır” ampirizmin mantıksal uç noktası.

    bu cümlenin açtığı üçüncü gözümüzle bakarsak; algılanmayan şeyin var olduğu söylenemez. bir şeyi ancak algılıyorsak, bu şeyin dünyada olduğunu söyleyebiliriz. algılanan vardır. bir algı oluşuyorsa, o algıyı yaratacak bir şeyin var olması gerekir. bu da bu dünyada olmayı ifade eder. aynı zamanda, piskopos berkeley, tanrı'nın tüm algılarımızın dolaysız ve doğrudan nedeni olduğunu öne sürmüş. berkeley'e göre, o'nu ve iyiliğini görelim diye, nesneler olarak gördüğümüz şeyleri bize göstermiş. gözlerin nesneleri değil, ışığı ve rengi algıladığını ve algılanan nesnelerin zihin tarafından yaratıldığını düşünürsek bu algının sınırı nerededir? en küçük algı bile tüm evrenle bağlantı kurmuyor mu? kafamda deli sorular...
  • irlandalı filozof ve psikopos george berkeley'in idealizm düşüncesinin tam merkezinde ifadesini bulan sözdür.

    daha önce john locke doğrudan gerçekliği bilemeyeceğimizi, bilebileceğimiz tek şeyin zihindeki duyu verileri olacağını söylemişti. ona göre, bizim dışımızda var olan bir nesne olduğu gibi değil ancak algılarımızın süzgecinden geçerek bize ulaşır. şekil, yer kaplama, nicelik, yakınlık vs. gibi birincil nitelikler algılarımızın süzgecinden bozulmadan doğrudan bize ulaşırken ikincil nitelikler denen sıcaklık, koku, renkler algılarımız tarafından değiştirilerek bize ulaştırılır. bu nedenle örneğin, kırmızılık doğrudan nesnelerin niteliği olmayıp, zihninin nesneler üzerinde inşa ettiği ikincil bir nitelikken şekil bilgisi, örneğin üçgenlik nesnelerde nasılsa az çok olduğu gibi bize ulaşır, burada zihin daha ziyade pasif bir alıcıdır.

    berkeley ise lock'tan yola çıkarak bu düşünceyi bir adım ileriye götürür: madem ki algılarımız/duyu verilerimiz bildiğimiz tek şey, o halde zihnimizdeki tasarımlardan bağımsız bir gerçeğin olduğunu neden varsayalım ki? madem insana açık olan tek gerçeklik zihninin içerikleridir, neden bunun ötesinde bir gerçeklik arayalım ki? o zaman tüm olup biten zihindedir ve herşey özünde bir düşüncedir.

    buradan çıkan sonuç da hiç bir maddi gerçek olmadığı ve zihnin gerçekliği yarattığıdır. (bkz: idealizm)

    berkeley yanlış hatırlamıyorsam şuna benzer bir örnek veriyordu : kimsenin düşünmediği bir ağaç düşünün. var olabilir mi? olamaz. çünkü bunun var olabilir olduğunu söylediğiniz anda(ya daha önce) bunun olduğunu düşünüyorsunuz ve o ağacı yaratıyorsunuz. bu yüzden düşünce olmadan, algılanmayan hiç bir şey var olamaz.

    ancak, sağduyuya aykırı olmasına ilaveten birşeyin var olabilmesi için her seferinde algılanması gerektiği düşüncesi bazı teknik sorunlara da yol açıyordu. örneğin algılanan ancak sonra algı menzilinden kaybolan bir nesne bir var bir yok mu oluyordu?

    berkeley'in buna verdiği cevap ilk iddialarından daha az tuhaf değildi. diyordu ki, nesneler ilke olarak algılanmadığı sürece var olmaz ancak nesneler dünyasının sürekliliğini sağlayan şey, biz algılamasak bile tanrının bunları algılamasıdır.

    bütün bu söylenenlerin mantıki sonucu herşeyin tanrının zihninde olduğu ve böylece gerçeklik kazandığıdır.

    aslında bir psikopos olarak berkeley'in daha en başından beri ileri sürdüğü bütün bu tuhaf argümanlarla amaçladığı şey evreni tanrının varlığına bağlamaktı.
hesabın var mı? giriş yap