• amerikalı'ların neden geri zekalı olduklarını anlatan belgesel.
  • amerikalıların neden gerizekalı olduklarını değil neden dünyadan bihaber durumda bırakıldıklarını ve geride kaldıklarını anlatan şahane bir filmdir.
  • bizden daha iyi bir eğitime sahip amerikanın salak gibi gösterildiği film.

    bunlar kötü durumdaysa biz neredeyiz diye düşündürdü bu film.
  • (bkz: daughtry) abimizin leziz parçası
  • ‘’dört tane kurabiyem olsaydı ve iki tanesini yemiş olsaydım, ne kadarını yemiş olurdum?
    (zaman kazanmak için soruyu tekrar ederek) ‘’dört tane kurabiyen vardı. iki tanesini yedin. içler dışlar çarpımı yaparsın. (bunları söylerken eliyle havaya işlem yapmakta zihninde sayılarla boğuşmaktadır)biir, ikii, dört… (sonunda cevabı bulur ve hevesle cevaplar) kurabiyelerin yüzde ellisini yemiş olursun.’’

    bu başarılı hesabı uzun uğraşlarla da olsa yapabilen çocuk amerika birleşik devletleri’nde devlet okulunda 5. sınıfa giden zihni kalıplara sıkıştırılmış, zihinsel akışı bloke edilmiş ve özgür düşünmesi engellenmiş bir öğrencidir. amerika’nın eğitim sorunlarını dert edinen belgesel film bu diyalogla başlıyor ve yönetmenin sunuş konuşmasıyla devam ediyor:

    ‘’her sabah aynı şey.
    meyve suyu, ayakkabı, sırt çantası. sabah ritüeli.
    ve onunla birlikte bir huzursuzluk duygusu gelir.
    kim olursak olalım, hangi mahallede yaşarsak yaşayalım, her sabah okulumuza inanmak isteriz. inanmasak da inanmak isteriz.
    1999’da devlet okulları öğretmenleri konusunda belgesel yaptım. bir ders yılı boyunca, hayatlarını nasıl çocuklara adadıklarını izledim. bu öğretmenlerde bir umut vardı. devlet okullarının da başarılı olacağı inancını taşıyorlardı.
    on yıl sonra, kendi çocuklarım için bir okul beğenme zamanı gelmişti. ve işte o zaman gerçek göründü. devlet okulları konusundaki duygularım onları başarısız bir okula gönderme korkusu kadar ağır basmıyordu. böylece, birlikte yaşadığımı sandığım ideallere ihanet ederek çocukları her sabah üç tane devlet okulunun önünden geçirerek bir özel okula götürmeye başladım.
    ama ben şanslıyım. seçme şansım var.
    başka aileler şanslarını zıplayan toplara, bir kutudan kart çeken bir ele veya sayı dizisinden rastgele numara çeken bir bilgisayara bağlıyorlar.
    çünkü iyi bir devlet okulunda talebi karşılayacak kadar yer olmuyor. biz de adil olanı yapıp çocuklarımızı ve geleceklerini şansın ellerine teslim ediyoruz.’’

    çarpıcı eserine bu sözlerle başlayan davis guggenheim, hem yazıp hem de yönettiği 2010 yılı yapımı belgeselde, dibe vurduğunu iddia ettiği amerikan eğitim sistemini ele alıyor. olağanüstülüklere meyyal olan ve karşılaştığı sorunlarda hemen süper kahraman arayışına giren amerikan toplumuna “sorunlar bunlar fakat üzerimize düşen görevleri yaparsak, 'süpermen’i beklerken' bir yandan da boş durmazsak bütün bu enkazın üstesinden gelebiliriz.” mesajı veriyor. bir nevi toplumunu ödevlendiriyor.

    guggenheim, eğitim sisteminin çöktüğünü ispatlayacak verileri sıralayarak sorunları aktardıktan sonra kendince çözüm önerileri getirirken izleyiciyi belgesel sıkıcılığından uzak tutabilmek amacıyla kurgusal bir zemin üzerinden ilerliyor. akıcılığı sağlamak amacıyla da özellikle vurucu istatistikleri çok basit formatta da olsa animasyonlarla anlatmayı tercih ediyor.

    belgesel film, farklı yaş gruplarından üç öğrenci ve ailesinin eğitim sistemi içinde yaşadığı problemler ve geleceklerine yönelik kat ettikleri süreç üzerinden işliyor. ana kurgu bu üçlü üzerinden ilerlerken bir yandan başarılı bir charter okulu yöneticisinin sistem eleştirisini ve uyguladığı değişik yöntemlerle başarıyı nasıl yakaladığını hikayelendiriyor. aynı zamanda eyalete yeni atanan reformist bir milli eğitim müdürünün eğitim sistemini şahlandırmak amacıyla başta sendikal yapı olmak üzere yozlaşmış bürokrasiyle mücadelesi onlara eşlik ediyor. ailelerin özel hikâyeleri, ebeveynlerin sıra dışı fedakârlık ve özverileri, konu ve format dikkate alındığında fazlaca dramatize edilmiş olsa da verilmek istenen mesajlar bu yöntemle daha etkili kılınmaya çalışılmış.

    amerikan eğitim sisteminin 1970'li yıllara kadar dünyanın en kaliteli okullarına sahipken günümüzde amerikan okullarının “terk-i tahsil fabrikası”na dönüştüğünü çarpıcı verilerle ortaya koyuyor. film, sorunları aktarma ve sistemin içinde bulunduğu sefaleti fotoğraflama noktasında oldukça başarılı fakat öğrenci başına harcanan para 4 bin dolardan günümüzde 9 bin dolara çıkmasına rağmen okulların “akademik bataklık” olmaktan kurtulamadığını izah ederken sistemin neden ve nasıl bu hale geldiğine dair doyurucu bilgiler veremiyor. istatistikler daha çok bugünün ne kadar kötü olduğunu vurgulamakla yetiniyor.

    eğitim sisteminin içinde bulunduğu tıkanıklığı amerikan rüyasının felaketi olarak gören belgesel, seri şekilde son dönemlerde başkanlık yapmış siyasetçilerin seçim vaatlerinden kısa cümleler aktarırken hepsinin de eğitimle ilgili vaatlerini seçim kampanyasının ana unsurlarından biri olarak koyduğunun altını çiziyor. hatta bir tanesi “eğitim başkanı olacağım.” bile diyor.

    belgesel genel sorunları aktarırken her eyaletten bahsediyor fakat daha çok eğitim açısından en acınacak durumda olan eyalet olarak gördüğü washington’u ele alıyor. son on yılda yedi bölge eğitim müdürü değiştiren dc’nin eğitim koltuğuna oturan tüm müdürler köklü ve radikal değişim sözü vererek okulların durumunu bu kez değiştirecekleri vaadiyle göreve gelmişler. son olarak göreve doktorası ve yöneticilik tecrübesi olmayan, sadece üç yıl öğretmenlik yapmış birini getirmişler. müthiş karmaşık ve hantal bir bürokrasileri var ve okulların daha iyi olması için yapılanlar, iyileşmesini önleyen faktörler haline gelmiş. yeni atanan tecrübesiz fakat gerçek anlamda reformist yöneticinin ilk işi bu bürokratik oligarşiye savaş ilan etmek olacaktır. otuzdan fazla okul müdürünü görevden alıp 24 devlet okulunu da kapatmayı planlaması küçük çaplı bir kıyametin kopmasına yetecektir. ‘’okulları değiştiremezsiniz.’’ söylemiyle statükocu bir yaklaşım içinde olan sendikaları karşısına alan bölge müdürünü eylemler ve sokak gösterileri beklemektedir.

    yetersiz ilk ve ortaokullar, yeterli eğitim görmemiş öğrencileri sadece bir iki yıl dayanabilecekleri yerel liselere göndermektedir. araştırmada tespit edilen iki binden fazla terk-i tahsil fabrikasından en kötülerinden biri olan los angeles’teki locke lisesinde dokuzuncu sınıftaki 1200 öğrenciden sadece üç veya dört yüzü onuncu sınıfa geçebiliyor. yani dokuz ile onuncu sınıf arasında 800 öğrenci kaybediliyor. sistemin içinde ilerleyerek bir şekilde dokuzuncu sınıfa gelebilen bu okuldaki öğrencilerin okuma düzeyi birinci sınıfla üçüncü sınıf arasında bir düzeyde kalmış. kırk yıllık okuldan bu sürede geçen 60 bin kişiden 40 bini mezun olamamış. yani kırk yıl boyunca bu okul bölgeye böylesi bir zarar vermiş. okulun müdürü manzarayı tek cümleyle özetliyor: ‘’on beş yaşında ve okulu terk etmiş. senaryo yazarı falan olamayacaklar.’’ sokaklarda dolaşan ve hayattan bir şey beklemeyen milyonlarca çocuk. modern eğitim sisteminin eğitim zayiatları. okulu terk etmişler, diplomaları yok, bir becerileri yok. okulların başarısızlığı kuşaklarca o bölgenin geri kalmışlığına bağlanırken reformist eğitimciler bunun tam tersini düşünüyorlar ve bölgelerin geri kalmışlık sorunlarını, bölgenin yetersiz okullarına bağlıyorlar.

    terk-i tahsil görevi gören akademik bataklıklardan biri olan oliver lisesinden mezun olan bir amerikalının anlattıkları eğitim sistemini kontrolünde tutma arzusunda alan fakat yönetemeyen, beceremeyen devletin nasıl bir toplumsal travmaya neden olduğunu göstermesi ve ardından yönetmenin bu beceriksizliği ifşa ettiği istatistiksel akıl yürütme ilginçti:

    ‘’çocukların hiçbirinin hiçbir özlemi yoktu. nereye gittiklerini bilmiyorlardı. (ilerdeki büyük ve geniş bir yapıyı işaret ederek) şurası pittsburg eyalet cezaevi. arkadaşlarımdan çok var orada. hayatlarına devam etmek yerine pek çoğu buraya geliyor ve ölüyor. burası çok pahalı bir otel. günde üç kez yemek veriyorsunuz. oyalanma tesisleri kuruyorsunuz, güvenliklerini sağlıyorsunuz. sağlık giderlerini karşılıyorsunuz. çalışmıyorlar, vergi vermiyorlar. tek yöne akıtılan bir para.’’
    ‘’pennsylvania’daki mahkûmların yüzde 68’i liseyi terk edenler. eyalet her bir mahkûm için yılda 33 bin dolar harcıyor. dört yıl yattığında maliyet 132 bin dolara çıkıyor. özel okulların maliyeti ise yılda 8300 dolardır. yani bir mahkûma harcanan para ile onu anaokulundan 12. sınıfa kadar özel okula gönderebiliriz, üniversite için de 24 bin dolar para kalır.’’

    yönetmen, öğretmenler üzerine belgesel yapmış ve onlarla geçirdiği bir yıl sonunda öğretmenlerin, devlet okullarının işe yarayabileceği noktasında bir umudu temsil ettiklerini düşünmüş. fakat çocukları okul yaşına geldiğinde, kendi ifadesiyle, bütün değerlerini ayaklarının altına alıp çiğneyerek doğruca özel okulun yolunu tutarken yaptığı bu belgeselinde sistemin bütün suçunu öğretmenlerin üzerine yükleyip onları günah keçisi ilan etmiş. iyi öğretmen-kötü öğretmen sorunsalı belgeselin geneline yedirilmiş ve en temel problem olarak lanse edilmiş. eğitim sisteminin bütün günahını öğretmenin üzerine yıkıp iyi öğretmenin performansına bağlı olarak çok olumlu gelişmeler sağlanabildiğinin istatistiklerini verirken "aslında her şey mükemmel lakin öğretmenlerden kaynaklı sorunlar eğitimin kalitesini yükseltmemize ket vuruyor." gibi bir yanılsama veya sorunun sadece küçük bir boyutunu öne çıkarıp diğer arızaları engelleme gibi art niyetli bir yaklaşım ortaya çıkıyor.

    ancak yaklaşımdaki yanlışlığa dikkat çekmekle birlikte amerika’da öğretmenlerin bu şekilde eleştirilmesinin arka planında yatan nedeni belirtmek gerekiyor. öğretmen sözleşmesindeki özel bir madde öğretmene ömür boyu iş garantisi sağlıyor. taciz suçu da dâhil işlediği hiçbir suçun öğretmeni görevden atmaya yetmediği “silgi sistemi” denilen bir uygulamayla suçlu öğretmenler birkaç yıl yattıkları yerden maaşlarını ve saat ücretlerini alıyor ve sonrasında tekrar görevlerine dönüyorlar. öğretmenler arasında bu imtiyazını kötüye kullanan kişilerin çokluğu dikkat çekici boyutlara ulaşmış. bu yüzden de işini yapmayan, ders anlatmayan, sözleşmesine güvenip yan gelip yatan öğretmenler ve onların destekçisi sendikalar çok sert şekilde eleştiriliyor. zaten başkanlık seçimlerine en fazla maddi katkıyı sağlayacak kadar aşırı siyasallaşmış olan ve eğitimin kalitesini artırmak gibi bir gündemleri olmayan hatta reformlara frenaj görevi görerek yapılmak istenene de engel olan öğretmen sendikaları ayrı bir başlık altında haklı olarak ağır şekilde eleştiriliyor.

    iki yıl görev yapan tüm öğretmenlerin yararlanmaya hak kazandığı işten atılmalarını imkânsıza yakın hale getiren bu “tenure yasası’’ mağduriyeti, okul yöneticilerini farklı uygulamalara sevk etmiş. ‘’limonların dansı’’, ‘’çöpe gönder’’ veya ‘’hindileri koştur’’ gibi eyalete göre değişen isimler verilen bu yöntemde her eğitim yılı sonunda toplanan okul müdürleri ‘’limon’’ dedikleri kronik kötü öğretmenleri limon dansı yaparak birbirlerine gönderirler. her biri kendi kötü öğretmeninden kurtulurken başına kalan limonun daha az kötü çıkmasını umut eder. new york’taki uygulama daha farklıdır. sürekli geç gelmekten, cinsel tacize kadar çeşitli suçlarla çözümsüz sorun haline gelen öğretmenler ‘’dış dünyanın bakınma odası’’ dedikleri yeniden görevlendirme merkezine gönderilerek disiplin soruşturması için bekletilirler. burada bekledikleri sürece maaşlarını alıp tüm haklarından yararlanarak günde yedi saat kağıt oynayarak, bir şeyler okuyarak vakit öldürürler. haklarındaki soruşturma herhangi bir ceza soruşturmasından sekiz kat daha uzun sürdüğü için bakınma odasında üç yıl geçirdikten sonra tekrar görevlerine dönerler. bu öğretmenlerin new york kentine maliyeti yıllık 100 milyon dolardır. tenure sözleşmesi sayesinde bir çeşit dokunulmazlık kazanan öğretmenlerin benzer suçlardan soruşturma açıldığında sadece 2500’de biri görevden alınabiliyorken bunun doktorlarda 57’de bir, avukatlarda ise 97’de bir oranında olduğunu öğreniyoruz.

    refomlara engel olan ve her türlü yeniliğe ayak direyen yozlaşmış bir bürokrasi, kirlenmiş bir sendikal yapının söz konusu olduğu abd’de her eyaletin kendi standartlarını koymasından ve 14 binden fazla özerk okulun olmasından dolayı sistem ciddi bir karmaşaya dönüşmüş. reformist müdürün, iş garantili fakat az zam veya iş garantisi olmayan ama performansa göre iki kat kazanma imkânı sunduğu yeni sözleşme teklifi öğretmen kalitesini artırmada büyük etki sağlayabilecekken sendikalar, ‘’ürkütücü’’ buldukları önerinin oylanmasına bile gerek duymayarak uygulanmasına izin vermiyorlar.
    reformist müdür hayal kırıklığı yaşarken söylediği ‘’şimdi daha iyi anlıyorum. her şey yetişkinlerde bitiyor.’’ cümlesi çocukların kaderine etki eden kararların; hangi mahfillerde, hangi çıkar odaklarınca, ne amaçla alındığını imlerken eğitimci düşünürlerin, çocuğun kendisi hakkında alınan kararların hiçbir yerinde olmayışı tarzındaki eleştirilere hak verir gibidir.

    öğretmenler için getirilen performans değerlendirme süreci de ağır bürokrasiyle işlevsiz hale getirilmiş. iyi öğretmene performans ödülü verecek bir anlayışın olmaması, sözleşmeye bu anlamda bir madde konmaması, iyi ile kötü öğretmenin farkını ortadan kaldırmış bu da ataleti ve kalitesizliği tetiklemiş.

    40 kişilik kontenjana 792 öğrencinin başvurduğu prestijli özel-özerk devlet okulları (charter okulları) talep çokluğu ve kontenjan yetersizliği nedeniyle piyango usulü ile kura çekerek öğrenci alıyorlar. hedefi olan nitelikli öğrenciler, kurada seçilemeyince kayıtlı öğrencilerin %70’inin mezun olamadığı kötü okullara mecbur kalıyorlar.

    charter okullarının öncülerinden idealist eğitimci geofrey canada’nın yoksulluk ve suçun hakim olduğu, çocukların üniversiteden çok cezaevine girdiği bronx-harlem bölgesinde charter okulu açması ve yakaladığı başarı, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor. zengin ve yoksul çocuklar arasındaki başarı uçurumu kanıksanmış ve her yola başvurulmasına rağmen bu durum düzeltilememiş, bu yoksul çocukların bir şey öğrenemeyeceği kabullenilmişken şarkı söyleterek matematik terimleri öğretme yönteminden yola çıkarak farklı tarz ve teknikler kullandıkları iki okul açıyorlar. bölgelerinde doğan her çocuğun gelişimini takip edebildikleri bir eğitim boru hattı kuruyorlar. ders saatlerini artırıp cumartesileri ve yazın okulu açık tutuyorlar. sistemin istediği gibi başarıya odaklanıyor ve kurdukları kıpp akademi tüm bronx’un en yüksek performanslı ortaokulu seçiliyor.

    16 yıl sonra ülke çapında 82 tane kıpp okulu kurulurken tümü de az gelirli, düşük performanslı bölgelerdeydi. sakinlerinin onda biri üniversiteye gidebilirken artık onda dokuzu üniversite yolundaydı. esasında geofrey canada oyunu kuralına göre oynuyor ve bu oyunu kazanması için gerekli olan yöntemleri devletten daha iyi uyguluyor. canada da ders saatlerini artırırken hafta sonu ve yaz tatiline program koyarken sadece başarıya odaklanıyor; ihtiyaç ve beklentileri asla gündeme alınmayan çocuk burada yine yetişkinlerin dünyasına ilerde katkı yapacak unsurlardan ibaret olarak görülüyor. charter okulları buna bir anlamda zorunlular zira başarısız olmaları durumunda devlet tarafından kapatılıyorlar. bu sistemde devletten beş yıllığına kiraladığınız okulda devletin desteği ve halkın bağışlarıyla ücretsiz eğitim verebiliyorsunuz. kendi program ve müfredatınızı uygulayabildiğiniz okul, devletin müfettişleri tarafından sıkıca denetleniyor. beş yılın sonunda başarı artmamış veya düşmüşse okul elinizden alınıyor.

    okullardaki, çocukların akademik geleceklerine yöne verme yetkisinin bir okul yetkilisinde olduğunun anlatıldığı animasyon, sistemin işleyişini özetlemesi bakımından önemliydi. yönlendirme, genelde sınav sonuçlarına göre belirlenir. ancak araştırmalar; öğrencilerin düzen, nezaket, otoriteye itaat gibi keyfi ve subjektif nedenlerle de yönlendirildiğini gösteriyor. alt sınıflara yönlendirilenlerin beklentileri daha azdır ve genelde öğretmenleri kötüdür. alt tarafa yönlendirilenler daha hızlı koştuklarını düşünürler ama aslında geri kalmaktadırlar. yıllar geçtikçe bu çocukların diğerlerine yetişmesi daha zorlaşır. yüksek performanslı öğrencilere çoğunlukla özel programlar verilir ve başarılı olurlar. bir sorun da orta düzeyli okullarda notların şişirilmesi meselesidir ki mesela kaliforniya eyalet üniversite sistemi, lise mezunlarının en iyi üçte birini almak üzere tasarlanmıştır. fakat gelen öğrencilerin yüzde 60’ı yeterli düzeyde olmadığından üniversite seviyesinde ders alabilmeleri için hazırlık dersleri görürler.

    devlet okullarında öğrencilerin 13'ü matematikte yeterlilik göstererek liseye geçebilirken bunlardan da sadece %3'ü üniversiteye gidebiliyor.gelişmiş 30 ülke arasında abd, matematik başarısında 25, fen bilimlerinde 21. sırada. en iyi öğrencileri 29 gelişmiş ülke arasında 23. sırada. yine matematik becerilerinde pisa sıralamasında 8 ülke arasında sonuncu sırada.

    woodside lisesinde 9. sınıfın 100 öğrencisinden 62 tanesi mezun olurken bunlardan sadece 32 tanesi dört yıllık üniversiteye girebiliyor. daha seçkin bir lisede 100 öğrenciden 96’sı mezun olurken bunların tamamı üniversiteye giriyor. dolayısıyla seçkin olan liseye girebilmek için çekilişe katılmak gerekiyor. aslında 50 yıl öncesine göre düşünüldüğünde woodside lisesi yine görevini yapıyor fakat normal performansı gelişen ekonominin gereksinimini karşılayamıyor. ekonominin artık daha çok üniversiteliye ihtiyacı var. yönlendirme sistemi o zamanın gereklerine göre biçim alıyor ve lise mezunlarının yüzde 20’sinin üniversiteye girmesi bekleniyordu. bunlar doktor, avukat, genel müdür olacaklardı. sonraki yüzde 20, muhasebeci, yönetici ve bürokrat gibi beceri isteyen mesleklere gireceklerdi. en alttaki yüzde 60 ise işçi olacaktı, çiftçi ve fabrika işçisi gibi. 2.dünya savaşı sonrası gelişen ekonomide herkese göre iş vardı. o dönemde woodside gibi okullar yararlı işgücü sağlamakta paylarına düşeni yaptılar. dolayısıyla sorun şu: ‘’okullar değişmedi ama çevrelerindeki dünya değişti. günümüzde üniversiteye gidemiyorsanız işiniz zor demektir. ama bu arada amerika’nın işi de zorlaşır tabi.’’

    bunun mantığı da belgeselde şu şekilde izah ediliyor. 2010 yılı işsizlik oranı % 10 seviyesinde olan abd’de yüksek teknoloji endüstrisi vasıflı eleman sorunu yaşıyor. mühendis ve bilgisayar uzmanı ihtiyacını karşılayacak insanları dünyanın yarısını tarayarak buluyor. 20 yıl sonra 123 milyon yüksek nitelikli iş gücü ihtiyacı olacak fakat abd, sadece 50 milyon kalifiye eleman yetiştirebilecek. yani dünyanın efendiliği rolünü şimdilik beyin göçü ile sürdürebiliyor. işte bu yüzden woodside lisesinin kaliteyi yükseltmesi gerekmektedir.

    belgesele katkı yapan ve eğitim meselesini dert edinmiş gözüken bill gates de ‘’ekonominin gelişimini devamlı kılabilmek için eğitimin kalitesini artırmak zorundayız aksi takdirde küresel ekonomiyle yarışamayız.’’ derken gelecekten pek umutlu gözükmüyor. bu aktardığımız anekdottan belgeselde yapılmak istenenin, devlet tekelinde ve zorunlu olan eğitim sisteminin, hem devlet hem de şirketler için itaatkâr hizmetçiler üretme sorumluluğunu yerine getirme noktasında yaşadığı arızaların nasıl giderileceği sorunsalını tartışmak olduğu sonucunu çıkarabiliyoruz. zaten aynı zamanda metnin de yazarı olan yönetmen sistemin özüne dokunan en küçük bir sorgulamaya bile yanaşmıyor, zira derdi o değil. zaten önerdiği şeyler de mevcut sistemin varoluşsal temellerini güçlendirecek önerilerden ibaret.

    bunlar ve benzeri çok çarpıcı istatistiklerle amerikan eğitim sisteminin hali pür melalini gözler önüne seren belgesel, maalesef sorunları ifşa ederken gösterdiği performansı çöküşün kaynağını belirlerken ve çözüm önerileri sunarken gösteremiyor.

    mesela finalinde insanları taşın altına elini koymaya çağıran yapımda, harika okullar yaratmak için gerekli olan formül açıklanırken sıralanan maddeler olayın ne kadar sığ değerlendirildiğini göstermesi açısından önemliydi: ‘’iyi öğretmen, daha fazla ders saati, dünya çapında standartlar, yüksek beklentiler ve gerçek sorumluluk.’’

    sistemin en temel sorunun kötü öğretmen olarak koyulması, başarısızlığın tamamen öğretmene yıkılması, öğretmenlerin ellerinden gelenin en iyisini yapmasıyla her şeyin başlayacağı yargısına ulaştıran şey sanırım belgeselde hikayesi anlatılan başarıyı yakalamış bir charter okulunun örnekliğiydi. fakat o okulun başarısının ana nedeninin sadece sıra dışı öğretmenlere sahip olması değil öğrencilerin ve bölgenin ihtiyaçlarına uygun olarak okulun kendi hazırladığı müfredatı aktarabilmesi ve tamamen özgün ve özgür yöntemler uygulayabilmesi olduğu gözden kaçırılmış.

    ayrıca belgesel boyunca öğretmen cenahından bir sözcünün konuşturulmamış olması da eksiklik olarak belirtilebilir.film bittiğinde arkanıza yaslandığınızda diyorsunuz ki: ‘’öğretmenlerin işten atılması kolaylaştırılır, sendikalar da kontrol edilebilir hale getirilirse amerikan eğitim sistemi ihya olur.’’
    yine arkanıza yaslanmış halde iken diyorsunuz ki: ‘’biz çoktan küçük amerika olma hedefimize ulaşmışız, baksanıza sorunlarımız bile ne kadar birbirine benziyor.’’
hesabın var mı? giriş yap