• her şey, wittgenstein'ın yeğeninin sanatoryumun ludwig pavyonunda kalmaya başlamasından çok evvelce başlamıştı. bu dünyadan wittgenstein geçti de bernhard geçmedi mi, öyle bir kitap.
  • (oto)biyografi tadinda, sikmadan ve bernhard'tan alisilmadik bir sekilde pek akici olan bir anlatidir. bernhard sevmeyen bünyeler bile bir oturusta bitirir, yorulmadan, severek. kolay oldugundan beyefendinin yapitina iyi bir giris olabilir.
  • metis 'in yıllar yıllar önce, türkiye'de ilk ve tek yayınlayanı olduğu, ancak o yıllar ve yıllardan sonra ancak sahafların, içinde neler oduğunu kendilerinin bile bilmediği eskiler eskisi kitaplarla dolu kutularında rastlanabilen; neyse ki metis'in akıllılık edip bu yıl yeniden bastığı şahane kitap.
  • thomas bernhard'ın eski ustalar'dan* sonraki en güzel kitabı. fatih özgüven'in çevirisiyle türkçeye kazandırılmıştır. orhan pamuk öteki renkler'de oldukça söz eder bu kitaptan ve bernhard'dan, kitabın önsözüde yine pamuk'a ait.
  • feci bir deneme. thomas bernhard'dan.

    cenazemde iki yüz dostum bulunacak ve sen de mutlaka mezarımın başında bir konuşma yapacaksın.

    bin dokuz yüz altmış yedi yılında baumgartnerhöhe'de, oranın hermann paviyonunda yılmadan yorulmadan çalışan rahibe hemşirelerden biri bir yıl önce brüksel'de la croix sokağı 60 numarada yazmış olduğum ve yeni piyasaya çıkan yılgınlık adlı kitabımı yatağımın üzerine koydu, ama bende kitabı elime alacak hal yoktu, çünkü göğüs kafesimden yumruk büyüklüğünde bir uru çıkarıp almak üzere boğazımı yarıp açan hekimlerin beni soktukları saatler süren narkozdan henüz birkaç dakika önce ayılmıştım.

    hatırlıyorum, bir "altıgünsavaşı"ydı ve bana amansızca uygulanan kortizon tedavisi sonucunda, tam doktorların istediği gibi bir aydede yüzü edinmiştim; vizite sırasında, bu aydede yüzünü görünce kendi ifadelerine bakılırsa ancak bir kaç hafta, en iyi olasılıkla birkaç ay ömrü kalan beni bile güldüren şakalar yaptılar. hermann paviyonu aynı katta bulunan yedi odadan meydana geliyordu ve bu odalarda yalnızca ölümlerini bekleyen on üç ya da on dört hasta vardı. bir örnek yatak kıyafetleriyle koridorda bir aşağı bir yukarı geziniyorlar ve sonra birgün temelli ortadan kayboluyorlardı. her hafta bir kere, akciğer ameliyatları alanında en yetkili kişi olan ünlü profesör salzer, hermann paviyonunda ellerinde beyaz eldivenleri ve müthiş saygı uyandıran yürüyüşüyle boy gösteriyor, neredeyse çıt çıkarmadan çevresini saran rahibe hemşireler de bu boylu boslu ve zarif adama ameliyat salonuna girerken eşlik ediyorlardı.

    klas hastaların ününe güvenerek kendilerini ellerine teslim ettikleri bu ünlü profesör salzer (ben kendim ormanlık bölgeden gelme bir çiftçinin tıknazca oğlu olan başhekime ameliyat olmuştum) arkadaşım paul'un amcalarından biriydi, bu paul da tractatus logico-philosophicus'uyla bugün bütün bilim ya da daha çok sözde bilim dünyası tarafından tanınan düşünürün yeğenlerinden biriydi. tam ben hermann paviyonunda yatarken, arkadaşım paul da iki yüz metre ötedeki ludwig paviyonunda yatıyordu, yalnız bu paviyon hermann paviyonu gibi akciğer servisine, yani baumgartnerhöhe'ye değil am steinhof adındaki akıl hastahanesine aitti. viyana'nın batısında alabildiğine geniş bir yer kaplayan wilhelminenberg, yıllardır kısaca baumgartnerhöhe olarak adlandırılan, akciğer hastalarına ait küçük bir bölge —benim bölgem— ile herkesin am steinhof adıyla bildiği, akıl hastalarına ait büyük bir bölge olmak üzere ikiye ayrılmıştır ve buradaki paviyonlar erkek adları taşırlar.

    dostum paul'un isim kıtlığı varmış gibi ludwig paviyonunda yattığını bilmek tuhafıma gidiyordu. profesör salzer'in iki yanına bakmadan hızlı hızlı ameliyathaneye doğru yürüdüğünü her görüşümde, dostum paul'un amcasına kimi zaman "dahi" kimi zaman "katil" dediği aklıma gelir ve onu görünce, şimdi içeri mi giriyor yoksa dışarı mı çıkıyor, içeri giren bir dahi mi yoksa bir katil mi, ya da dışarıya çıkan bir katil mi yoksa bir dahi mi diye düşünürdüm. bu tıp dehası benim için büyük bir çekicilik ışını yayardı. bugün de tümüyle akciğer cerrahisine ayrılmış ve özellikle akciğer kanseri cerrahisi dedikleri alanda uzmanlaşmış hermann paviyonunda yattığım o güne kadar pek çok hekim tanımış ve bütün bu hekimleri, sonuç olarak bende alışkanlık haline geldiği için, incelemiştim ama profesör salzer daha ilk gördüğüm anda bütün öteki hekimleri yaya bırakmıştı. onun her anlamdaki büyüklüğü bana hep kesinkes anlaşılmaz gelmişti ve salzer benim için sadece kendisine baktığımda görüp de hayran olduğum özelliklerinden ve söylentilerden oluşuyordu.

    profesör salzer, dostum paul'un da dediğine göre uzun yıllar mucizeler yaratan biriymiş, en ufak bir kurtulma şansı olmayan hastaların ömrü salzer'in ameliyatlarıyla onlarca yıl uzamış, ama dostum paul'un da sık sık iddia ettiği gibi, birtakım başka hastaları da önceden kestirilemeyecek bir hava değişikliği sonucu sinirden titreyen neşterin altında ölüp gidivermişlerdi. hangisi doğru bilmem. gerçekten dünyaca ünlü biri ve ayrıca dostum paul'un amcası olan profesör salzer'e işte bu yüzden, çevresine bana bunca müthiş gelen bir çekicilik yaydığı ve bir de tartışmasız bütün dünya tarafından tanınması bende uğursuz bir korkudan başka duygu uyandırmadığı için ameliyat olmamıştım ve sonuç olarak dostum paul'dan amcası hakkında duyduklarım da, ormanlık bölgeden gelme mazbut doktoru birinci sınıf bir uzmana yeğlememe yol açmıştı. ayrıca hermann paviyonunda bulunduğumun ilk haftalarında, ameliyat salonundan sağ çıkmayan hastaların hepsinin de profesör salzer'in ameliyat ettikleri olduğunu gözlemlemiştim, dünyaca ünlü hekim talihsiz bir dönemindeydi belki de, tabii ben de bu durumda ondan korkmuş ve ormanlık bölgeden gelme başhekimde karar kılmıştım, bugün de görüyorum ki, kuşkusuz hayırlı bir karar vermişim. neyse bu tür akıl yürütmeler yararsız.

    ben kendim profesör salzer'i kapı aralığından da olsa, haftada en az bir kere görürken, dostum paul sonuçta amcası olan profesör salzer'i, ludwig paviyonunda yattığı aylar boyunca bir kere bile görmedi. üstelik profesör salzer yeğeninin ludwig paviyonunda yattığını biliyordu ve profesör salzer için hermann paviyonundan ludwig paviyonuna geçmek üzere iki adım yol aşmak dünyanın en kolay işi diye düşünmüştüm. profesör salzer'i yeğeni paul'u yoklamaktan alıkoyan nedenleri bilmiyorum, belki de önemli nedenlerdi, ama ben hermann paviyonuna ilk yatırıldığım sıra sık sık ludwig paviyonuna girip çıkmakta olan yeğenini ziyaret etmekten onu alakoyan nedenler sadece rahatına düşkünlükle de ilgili olabilirdi. hayatının son yirmi yılında dostumun yılda en az iki kere, hep ansızın ve her keresinde daima en korkunç koşullar altında, am steinhof deliler evi'ne getirilmesi gerekmişti. bir de eğer nöbetler avusturya'nın traunsee gölü civarındaki, içinde doğup büyüdüğü ve ölünceye kadar oturma hakkına sahip olduğu wittgenstein ailesine ait eski çiftlik evinde gelirse linz'deki wagner-jauregg hastanesi denen yere götürülmesi gerekiyordu ki, bu da geçen yıllarla gitgide daha kısa aralıklarla olmaya başlamıştı.

    onun yalnızca sözüm ona ruhi hastalık denebilecek ruhi hastalığı çok erken, daha otuz beş yaşlarındayken ortaya çıkmıştı. kendisi bu konuda pek az konuşurdu ama dostumdan öğrendiğim kadarıyla bu sözümona ruhi hastalığın ortaya çıkışı konusunda bir fikir edinmek zor değil. hiçbir zaman tam olarak adı konmamış bu sözde ruhi hastalık paul'da daha çocuklukta varmış. daha doğuşta bir ruhi bozuklukla dünyaya gelmiş, sonradan paul'un bir ömürboyu yakasını bırakmayan bu sözümona ruhi hastalıkla yani. paul bu sözde ruhi hastalığıyla ömrünün sonuna kadar, başkaları nasıl ruhi hastalıkları olmaksızın son derece doğal bir biçimde yaşıyorlarsa öyle yaşadı gitti. onun bu sözümona ruhi hastalığında hekimlerin ve tıp ilminin çaresizliği kendini en umut kırıcı biçimde ortaya koymuştur. hekimlerin ve tıp biliminin bu çaresizliği paul'un sözde ruhi hastalığına sık sık en heyecan verici teşhislerin konulmasına yol açtı ama doğru teşhis elbette hiçbir zaman konulamadı, çünkü kafasızlıkları buna engeldi.

    dostumun sözümona ruhi hastalığına ilişkin bütün teşhislerin hep yanlış ve hatta neredeyse saçma oldukları birer birer ortaya çıktı ve bunlar birbirlerini ardarda en utanç verici, aynı zamanda da umut kırıcı biçimde çürüttüler. o psikiyatri hekimi denen adamlar dostumun hastalığına, bütün hastalıklar gibi bu hastalığın da tam doğru bir adı olmadığını, tersine bütün adların hep yanlış olacağını, yanılgıya sürükleyeceğini açıkça söyleme yürekliliğini gösteremeden bir şu, bir bu teşhisi koyup durdular, çünkü eninde sonunda bütün doktorlar gibi onlar da en azından tekrar tekrar konulan yanlış teşhisler yoluyla vicdanlarını hafifletip işi cinayet işlemeye vardırarak rahatlayacaklardı. her an manik sözcüğünü kullandılar, her an depresif sözcüğünü kullandılar ve her keresinde yanıldılar. her an kendilerini korumak ve garantiye almak (hastayı değil!) üzere bilimsel bir sözcüğe sığındılar (bütün öteki hekimler gibi!). bütün öteki hekimler gibi paul'u tedavi edenler de latince dilinin ardında mevzilendiler ve meslekdaşlarının yüzyıllardır yaptıkları gibi kendi yetersizliklerini örtbas edip kendi şarlatanlıklarını gölgelemek üzere hastalarıyla, aralarında aşılmaz ve geçilmez bir duvar gibi yükselmesini sağladılar bunun.

    latince'yi gerçekte görünmez ama hiçbir duvarın olmadığı kadar aşılmaz bir duvar gibi daha tedavinin başından kurbanlarıyla kendi aralarına soktular. iyileştirmede benimsedikleri yöntemlerin tüm vakalarda sadece insanlık dışı, cinai ve ölümcül olabileceğini ise biliyoruz. psikiyatri hekimi bütün hekimlerin en beceriksizidir ve her zaman için üyesi olduğu bilim dalından çok, zevk için adam öldürmeye yatkın kişidir. hayatım boyunca psikiyatrların eline düşmekten daha büyük bir korkum olmadı. bunların yanında bütün ötekiler, hatta insana eninde sonunda bela getiren hekimler bile çok daha az tehlikelidir, çünkü psikiyatrlar bugünkü toplumla tamamıyla dayanışma halindeler ve bağışıklık kazanmış durumdalar, üstelik psikiyatrların dostum paul'un üzerinde yıllar boyu fütursuzca uyguladıkları yöntemleri de gördükten sonra, onlardan çok daha yoğun biçimde korkmaya başladım. zamanımızın gerçek iblisleri psikiyatrlardır. üstü kapalı işlerini sözcüğün en gerçek anlamıyla utanmazca bir dokunulmazlık içinde, ne vicdan ne de yasa dinlemeden yürütürler...
  • thomas bernhard'a göre ludwig wittgenstein "felsefe ve akıl tarihinin", yeğeni paul wittgenstein ise "delilik tarihinin" en yüksek noktasıdır.

    bernhard'ın paul-ludwig yorumu; "paul temelde tıpkı amcası ludwig kadar filozoftu, tıpkı filozof ludwig'in de yeğeni paul kadar deli olduğu gibi. biri ününü filozofluğuyla yapmıştı, öteki deliliğiyle. biri, ludwig, belki daha filozoftu, öteki, paul, belki daha deli. ama birincisinin, filozof wittgenstein'ın filozof olduğuna, deliliğini değil, filozofluğunu kağıda döktüğü için inanıyoruz. ikisi de tam anlamıyla olağanüstü insanlar, tam anlamıyla olağanüstü beyinlerdi, bir tanesi beynini sergiledi, öteki sergilemedi. hatta diyebilirim ki, bir tanesi beynini sergiledi, öteki ise beynini kullandı."
  • şu muazzam paragraf ile hatırlamak istediğim eser;

    --- spoiler ---

    "... bütün avusturyalı'ların geri zekalı olduğunu okuruz, arkasından almanlar ve hollandalılar için de aynı şeyler söylenecektir; bütün doktorların acımasız birer canavar, sanatçıların çoğunun aptal, yüzeysel, yeteneksiz olduğunu okuruz; bilim dünyasının şarlatanlar dünyası, müzik dünyasının sahtekârlar dünyası olduğunu okuruz; zanginler ve aristokratlar iğrenç asalaklardır, yoksullar da fırsatçı ve üç kağıtçı; aydınların çoğunun özenti düşkünü boş kafalılar, gençlerin çoğunun da herşeye gülen budalalar olduğunu okuruz; insanların tek tutkusunun birbirlerini yok etmek, mahvetmek, kazıklamak, aldatmak olduğunu okuruz. falanca şehir dünyanın en iğrenç şehridir, filanca tiyatro, tiyatro değil kerhane. falanca gelmiş geçmiş en büyük bestekârdır, filanca da en büyük düşünür, zaten başka besteci veya düşünür yoktur. hepsi "sözüm ona" besteci ya da düşünürdür... vs."

    --- spoiler ---
  • bizim tımarhanenin tanrısı hastalıklı thomas bernhard'dan çıkan en naif metin, dostluk üzerine,, yaşayan insana dair, zavallı, mide bulandırıcı, rezil bir yalan olan dostluk üzerine. kaybettiği dostunun mezarına hala gitmeyenlerin ağzından, güldürme garantili:

    "hastalar hasta oldukları için söz hakkı ellerinden alınmış, ancak sağlıklıların acıyıp verdiği ekmeğe hakları olan kişilerdir. hasta, hastalanmakla yerini boşaltmıştır, şimdi gelmiş yeniden aynı yeri istemektedir. bu sağlıklılar tarafından her zaman duyulmamış bir terbiyesizlik olarak görülür. böylece geri dönen hasta, artık işi olmaması gereken bir alana durduk yerde girmeye çalışıyormuş duygusunu taşır daima. olayın nasıl geliştiğini herkes bilir: hasta çeker, gider, sağlıklılar hemen onun yerini alırlar, hem de bu yere tam anlamıyla sahip çıkarlar, derken varsayıldığı üzere ölüp gitmeyen hasta çıkagelir ve yerini ister, yeniden sahip olmak ister yerine, bu da sağlıklıları çileden çıkarır çünkü defterden silinenin yeniden ortaya çıkması yüzünden oturdukları yerde yeniden sıkışmaları gerekmektedir, bu da hiç istemedikleri bir şeydir, tabii böyle olunca da hastanın yerini alması, oraya yeniden sahiplenmesi ancak insanüstü güç harcayarak mümkün olur. öte yandan eve dönen kimi ağır hastaların da, yeniden yerine sahip çıkma işine büyük bir pervasızlıkla giriştiklerini biliriz. hasta bazen sağlıklıları iyice köşeye sıkıştırma, sürüp atma, hatta evet öldürme gücünü bile bulurlar kendilerinde. ama bunlar son derece ender vakalardır, ve her gün görülenler demin sözünü ettiklerimdir; yuvaya dönen hasta kendisine hassas davranılmasından başka bir şey beklemezken, sonuç olarak sadece o acımasız ikiyüzlülükle karşılanır ve hastalarda biraz falcılık da olduğu için hemen bunu sezer. yuvaya dönen hastaya, yani ağır hastaya demektir bu, hassas davranmak gerekir. ama bu öyle güç bir iştir ki, yuvaya dönen bir ağır hastanın hassas bir davranışla karşılandığı çok ender görülür. sağlıklılar ona hemen orada yani aralarında yeri olmadığı duygusunu verirler ve ellerinden geleni ardında koymadan ama her an tersini söyleyerek onu aralarından atmaya çalışırlar..."

    son söz: kitap "thomas bernhard'ın roman dünyası üzerine" başlıklı pek bir şey içermeyen bir adet orhan pamuk son sözü içeriyor.
  • orhan pamuk'un son söz yazısında, bernhard'in rahatsiz, sorunlu ve gercekten gercek karakterlerinde tutarlilik araması ve ne tuhaf ki bulamaması sizce de gerçek tuhaflık değil mi? bu şey, arkadaslik uzerine yazilmis en gercek gercek, bu benim bugüne kadar gördüğüm en sahi şey. her bir kişinin derisine kazınmış tutarsızlık kadar gerçek ve bu hususta fazlasıyla tutarlı.

    bu şey, en nefret ettiği şey sayısını bilmeyen herkes için, dostluğu canlıyken sonuna kadar sömürenler, içi geçince terk edenler, yo hayır, diğer dost (!) kişilere aslında en çok da öz vicdana gösteriş icabı tam da terk edemeyenler için, o çok sevdiği eskimeyen (!) dostu görünce yerin yarılmasını umanlar için. benim için, senin için.

    tutarsız hastalıklıların, başta bernhard'ın kendisinin, bernhard figürlerine kaynak olduğu yetmezmiş gibi utanmadan yaşıyoruz hepimiz ulu orta.

    --- spoiler ---

    ölümünde saçma bir uğraş sebebiyle yanında olamadığı dostu paul wittgenstein'ı yazdığı bu kitap, elbet yine insana en yakışır şekilde şöyle sonlanıyor;
    "sonradan öğrendim, yeğenine saldırıda bulunduktan birkaç gün sonra ilk tahmin ettiğim yerde, kendi deyimiyle gerçek yurdu olan steinhof'ta değil, linz'deki bir hastanede ölmüş. viyana merkez mezarlığında, ne derler, istirahat ediyor. mezarına hala gidebilmiş değilim."

    --- spoiler ---

    viyana'da paul'un yaşadığı evin altında bulunan ve thomas'la sıkça zaman geçirdikleri kafe için;
    (bkz: #63870473)
    viyana sokaklarında gezinirken, paul'un tedavi için yattığı paviyonun adının ludwig* olması kadar rastlantısal bulabilirsiniz bu tuhaf, çirkin, tutarlı kafeyi.
  • “insanların yüzde doksanı gibi ben de hep bulunmadığım yerde, az önce bırakıp kaçtığım yerde olmak istiyorum.”
    thomas bernhard, wittgenstein’ın yeğeni
hesabın var mı? giriş yap