• galiba rumencesi portocala mecanica oluyor.

    türkiye iş bankası kültür yayınları'ndan dost körpe çevirisini bir yeniden yaratma olarak selamladığım roman. filmi birkaç yıl önce izlemiş, büyük ustanın diğer filmleri kadar sevip anlamamıştım. 1962 doğum tarihli kitap ise daha ilk birkaç paragraftan itibaren beni-okuyucuyu sımsıkı tutuşuyla, fütüristik distopyadan zihinsel ve duygusal olarak kaçınmaya izin vermemesiyle kendine hayran bıraktı. hakkını vermeliyim, bir edebiyat uyarlaması olarak otomatik portakal filmi de çok üst düzeylerde. kitabı okurken dekor, kostüm, tipleme, atmosfer üretme bakımından stanley kubrick'in neler yarattığını hemen hissettim, kitapta kendimi çok bildik bir evrende buldum. [kubrick'in özellikle bu filmi david lynch'in müjdeleyicisi ve üslubuna giriş gibidir.] gerçekten burgess'in de havarivari söylemi acı ilacı/sanatı yutmamızda çok yardım ediyor.

    edebiyat uyarlaması filmlerde kitap-film, film-kitap peşpeşe yapma güdülenmem yok artıkın, kendime dayatmayı bıraktım. aralıklı da olsa ikisine de baktığımda tamam. satantango dahil öyle yürümeye başladı. ha, tam tamına karşılaştırma yapmak istenirse döne döne bakmak gerekir. a clockwork orange filmi (ama özellikle kitap) aynı zamanda bir müzik göndermeleri kütüphanesi. bir de uyduruk/hayali besteciler ve şarkılar külliyatı var. fakebands.com'un yarısını doldurur. o uyduruk beste-grup olayıyla ilk kayıp zamanın izinde'de karşılaşmıştım. vinteuil sonatı'nı kesin biliyorum sanki. dilimin de ucunda, bulucam diye göbeğim çatladıydı!

    ara edit: izlenimim o ki, anthony burgess bu kitabı yazarken esasen bir esinle, bir şey tarafından yazdırılır gibi otomatik pilota bağlayarak yazmış. müthiş bir akıcılık ve çoğu nadsat argosuna yaslanan söylem geliştirme var; kıvam çok iyi; bilgi verme ile boka bulama dengesi karışmamış. hem kendinden geçmiş hem son derece kendini ve amacını bilir şekilde yazmış.

    cümlenin, daha doğrusu paragrafın gelişi belli mi; kitabın bitişi bir patlama veya yumuşağa bağlamanın ikisi de değil. sanki yazar sıkılmış, artık kitabı/metni elinden atmak istemiş. yazacağım kadar yazdım, gerisini benden beklemeyiverin artık demiş. sonunda ilahi düzen, geçici gençlik, her şeyin yinelenmesi, yinelenmeye rıza, bir tür nietzscheci bengi dönüş taraftarlığı... ama yok, bu bitim bir olmamışlık, bitmemişlik hissi üretiyor. bazı başka kitap ve yazarlarda da bitiş kabızlığı görürüz, yalnız, ne olduysa ben olduğu gibi kabullenmekte zorlandım. olağanda yazarı hep önde tutar, eleştiri neme gerek köşesinde dururum.

    alıntılarda sözü anthony burgess'e (1917-1993) bırakıyoruz:

    "moruk herif boğulur gibi sesler çıkarınca -vuf vaf vof- georgie ağzını açık tutmayı bıraktı ve yüzüklü zumzuğuyla* o dişsiz ağza bir tane çakmakla yetindi ve bunun üzerine moruk herif epey inlemeye başladı, sonra kan geldi kardeşlerim, gerçekten hoştu."

    "birkaç çok eski mektup vardı, bazıları ta 1960'lardan kalmaydı, "canım canımcığım" gibi saçmalıklar yazılıydı bunlarda."

    "böylece onu yere yatırıp gırgırına giysilerini parçaladık ve inlemeyi kessin diye nazikçe tekmeledik. öyle memeleri meydanda yattığını görünce yapsam mı diye düşündüm, ama vakit daha erkendi."

    "benden sonra sıra bizim dim'deydi*, hak etmişti, ben çıtırı tutarken, peebee shelley maskesini çıkarmadan, hayvan gibi uluyarak işini halletti. (...) sonra sessizlik çöktü ve içimiz nefretle filan doluydu, bu yüzden geride kalan, kırılabilecek her şeyi kırdık -daktiloyu, lambayı, koltukları- ve bizim dim, dim'lik yaptı ve ateşi işeyerek söndürdü, halıya da sıçacaktı, nasılsa bir sürü kağıt vardı, ama ben hayır dedim."

    "ama kötülüğün sebebini bulmaya çalışarak tırnaklarını kemirmeleri, kahkahadan kırılmama yol açıyor kardeşlerim. iyiliğin* sebebini aradıkları yok, öyleyse niye tersini merak ediyorlar ki? (...) ama birey olmayan şeyler kötülüğe katlanamazlar, yani devlet ve yargıçlar ve okullar kötülüğe izin veremezler çünkü bireylere izin veremezler."

    "büyük bir savaştan çıkmış gibi görünüyorlardı, ki cidden öyle olmuştu ve her tarafları morluk içindeydi ve surat asıyorlardı. eee, okula gitmeyeceklerse bir şekilde eğitilmeleri gerekiyordu."

    "otoya ihtiyacınız olursa ağaçlardan topluyorsunuz. mangıra ihtiyacınız varsa alıyorsunuz. evet? büyük dobişko kapitalistler olma sevdası nerden çıktı durup dururken?"

    "ama sokağa çıktığımızda, düşünmenin salaklara göre olduğunu ve akıllıların ilhamı ve tanrı'nın gönderdiklerini filan kullandıklarını çakozladım."

    [dim kocaman ve manyak bir hayvan gibi "aaaaaaargh," diye bağırarak zinciri belinden çabucak ve dehşet çıkardı, insan ister istemez takdir ediyordu.]

    "o, köpek gibi auvvv auvvv auvvv derken georgie'de denediğim stili kullandım, tek bir hamlede -yukarı çıkartıp eğip keserek- usturayı bizim dim'in kol bileğine biraz daldırdım ve o zaman küçük bir çocuk gibi bağırarak, yılan gibi zincirini elinden düşürdü."

    ["asla," dedim. "insan bir kere ölebilir*. dim daha doğmadan ölmüş*. o kıpkırmızı kan birazdan kesilir." çünkü ana kablolarını filan kesmemiştim.]

    "biraz manyak bir karı* olduğu anlaşılıyordu, hayatını tek tabanca yaşamaktan denyolaşmıştı herhalde."

    "sonra ludwig van'ın çatık kaşlı suratı ve kravatı ve rüzgarda dalgalanan dağınık saçları güneş gibi yükseldi ve dokuzuncu'nun son bölümünü duydum, sözleri biraz değişikti, sanki bu bir rüya olduğundan değişik olmaları gerektiğini biliyorlardı:

    çocuk, cennettin şamatacı köpekbalığı,
    elysium'un katili,
    yürekler yanıyor, canlanmış, kendinden gezmiş,
    ağzına zumzuğu vuracağız ve pis
    kokulu kıçını tekmeleyeceğiz."

    ["elden bir şey gelmez," dedi dr. branom. "hapisteki şairin* dediği gibi, her insan sevdiği şeyi öldürür*. ceza öğesi budur belki de."]

    ["eski kafiyeli argolardan* gelişigüzel alıntılar," dedi branom, ki artık pek kanka gibi görünmüyordu. "biraz da çingene dili. ama kökenleri temelde slav. propaganda. bilinçaltı şartlanması.]

    "bir akıl çağının kafirliği. doğruyu görür ve onaylar, ama yanlışı yaparım. hayır, hayır evladım, sen her şeyi bize bırakmalısın. ama canını sıkma. yakında hepsi bitecek. iki haftadan az bir zamanda özgür bir insan olacaksın."

    "bu yüzden, ağzımı açıp ühü ühü ühü oldum ve gözyaşlarım, dikizlenmeye zorlandığım şeyleri engelleyip kutsal gümüşi çiy damlaları filan gibi aktılar."

    "o zaman uykuya sığınmama yol açan şey, korkunç ve yanlış bir histi kardeşlerim, vurmaktansa vurulmanın daha iyi olduğu hissiydi."

    [o zaman sesimi iyice yükseltip cıyakladım: "sırf bir otomatik portakal gibi mi olayım yani?" bunu neden dedim bilmiyordum kardeşlerim, aklıma durup dururken filan gelivermişti. nedense hepsi bunu duyunca bir iki dakika sustular.]

    "(...), ama mozart'ın* kırkıncı senfoni'si değildi, mozart'ın prague'ıydı -herif rafta ilk eline geçen mozart'ı koymuştu herhalde- ve bu, cidden kafamı bozabilecek bir durumdu ve sancı çekip hastalanmak istemiyorsam sinirlerime hakim olmam gerekiyordu, (...)"

    "cidden dehşet bildiğim, ama yıllardır dinlemediğim bir senfoniydi, danimarkalı otto skadelig denen herifin üç numaralı senfoni'siydi, çok gürültülü ve şiddet doluydu, özellikle de şimdi çalan birinci kısmı. iki saniye filan, ilgi ve keyifle dinledim, ama sonra sancılarla hastalık başlayınca inledim."

    "bu yüzden serçe parmaklarımı kulaklarıma iyice soktum, ama trombonlarla timballeri hala çok yüksek duyabiliyordum. bu yüzden yine, kesin, diye cıyakladım va duvara dan dan dan vurdum, ama hiçbir değişiklik olmadı."

    "yatağımın yanında oturan bir hemşire, çok soluk baskılı bir kitap okuyordu ve bir öykü okuduğu, bir sürü tırnak işaretinden belliydi ve okurken uh uh uh diye hızlı hızlı soluyordu, yani demek ki bildiğimiz seks hikayesiydi."

    "anamsa ühü ühü ühü yapmayı sürdürüyordu ve kıçım kadar çirkin görünüyordu."

    ["ah, kapa çeneni," dedim, "yoksa sana uluyup cıyaklaman* doğru dürüst bir sebep veririm. dişlerini göçertirim, feleğini şaşırırsın." (...) sanki iyileşmek için kötüleşmem gerekmişti.]

    ["ne çalalım?" diye sordu burnu gözlüklü bir lavuk, ellerinde şahane pırıl pırıl albümler vardı. "mozart? beethoven? schoenberg? carl orff?"

    "dokuzuncu," dedim. "muhteşem dokuzuncu."]

    "bizim wolfgang amadeus* on sekizinde konçertolar, senfoniler, operalar, oratoryolar filan, bir sürü bok püsür yazmıştı, hayır, bok püsür değil, ilahi müzik. sonra şu bizim felix m.* de yaz ortası gecesi rüyası uvertürü'nü yazmıştı. başkaları da vardı. ayrıca şu bizim benjy britt'in* elinden tuttuğu şu fransız şair, en güzel şiirlerini on beşinde filan yazmıştı, ey kardeşlerim. adı arthur'du*. yani on sekiz, kesinlikle genç bir yaş değildi."

    "evet evet evet, işte buydu. gençlik bitmeliydi, ah evet. ama gençlik, hayvanmış gibi olmaktır zaten sadece."

    "o da kendi oğluna engel olamayacaktı kardeşlerim. dünyanın sonuna kadar da böyle filan gidecekti, durmadan durmadan durmadan, kocaman dev bir herif filan gibi, belki dev ellerinde leş kokulu pis bir portakalı döndürüp döndürüp duran bizim tanrı'nın kendisi gibi (korova sütbarı sağ olsun)."

    (bkz: orang)
    (bkz: cıvır/@ibisile)
    (bkz: chilli/@ibisile)
    (bkz: şiddet/@ibisile)
    (bkz: ludovico tekniği)
  • insanın ruhundan bir şeyler alıp götüren, geri vermeyen ve insana bambaşka tinsel özellikler kazandıran kült. ahlak felsefesi etraflıca işlenmiş ve hicvedilmiştir bu kubrick şaheserinde.
  • kitabı ile filmi aynı sene (1971) çıkan eser. distopyanın en iyi örneklerindendir, fakat ne yazık ki filmi kitaptan çok farklıdır. önce kitabı okuyun sonra filmini izleyin, kitapta üstünde durulan şeyler filmde ya anlatılmamış ya da değiştirilmiştir.
  • sistemin zorbalığını ve gücünü çok iyi özetlemiştir.kitabı ne durumda bilmem ama filmi efsodur .o odaların dekoru marjinaliğin zirvesine ulaşmış.ana fikri ise her türlü sistemin bizi sikiyor olduğudur.
  • erkeklerde soyle bir sey var. hassad uzuvlarin maruz kaldigi acilara kendileri maruz kalmasalar da inanilmaz etkilenirler. mesela atiyorum, bir videoda adamin penisi kesiyorlar ve sen onun gercek olmadigini biliyorsun ama erkek olarak aninda bir ‘hasssssktr’ edasiyla hissediyorsun ki sanki sana yapildi. yani ben daha oyle hissetmeyen bir erkege denk gelmedim,cogumuz oyleyiz farzediyorum.

    heh iste, bu film de bence kesinlikle bu mottodan yola cikti.* ne zaman izlesem ya da muhabbeti gecse aklima bu geliyor. gorsel siddet erkeklerin psikolojisini oldukca fazla etkiliyor. etkilenmeyen insan olmaz ama bizler diplerde onu hissediyoruz. evet.
  • gerçek dünyanın gerçek renkleri ancak sahnede görülür der filmde kahramanımız ve bunu bize gösterir de.
  • dinlendirmeyen gece uykusu yapan, gün içinde ruhun astral seyahatteymişçesine bedenden uzakta hissedilmesi etkisi yaratan, 1971'de nasıl olur da o muhteşem görseller hazırlanabilir diye şaşkınlıktan öldürten, imdb puanı çok iyi olan şaşırtıcı, donuklaştırıcı film.
  • kadıköy küçük salon tarafından başarıyla oyuna çevrilmiş roman. sadece 3 karakter içeren oyun biraz kötü başladı ancak toparlıyor. gerçekten izleyiciye kitabın ya da filmin verdiği rahatsızlık hissini aktarabiliyor. oyuncuların performansı, kullanılan müzikler iyiydi. salon gerçekten çok küçük olduğundan neredeyse hiç dekor yoktu, bu da sembolik anlatımı ön plana çıkarmış ve çok daha güzel olmuş. lakin kitabı okumamış veya filmi izlememiş birinin oyunu anlaması çok zor bu anlamda. izleyiniz.
  • en iyi olmasa da sinema tarihinin en farklı ve en etkileyici filmlerinden biri.

    yıllar yıllar önce ,90'ların ikincisi yarısı..balıkesir şan sineması..öğrenci halleri ,boş vakit çok ve her filme gidiyoruz..o yılların bütün kült filmleri geçmiş elimizden..pulp fiction'lar,seven'lar,usual suspects'ler,trainspotting'ler arka arkaya vizyonda..bende sinema tutkusu almış başını gidiyor..daha önceleri the bodyguard,braveheart ve pretty woman'dan ibaret olan sinema zevkim yavaş yavaş evrilmeye ,farklı filmlerden yeni tadlar almaya başladıkça yönetmen sinemasına doğru yol almaya başlıyor..emir kusturica 'dan underground geliyor bir yandan,bi bakıyorum ertesi gün fargo'yu seyrediyorum..ayırt etmeden sadece her filmi seyrediyoruz..şanslı olduğumuzu yıllar sonra anlıyorum ki meğer tüm o filmler sinema tarihinin en benzersiz döneminin ürünleriymiş..bütün bu filmler o sıralar sadece tatlı bir his bırakıyorlar boğazımda ama o kadar..çok keyif alıyorum o ayrı..yine sıradan bir gün ve bir filme giriyoruz..çıkışta aptal gibi hissediyorum ve düşündüğüm tek şey ''ben az önce ne seyrettim?''...

    günlerce filmi düşünüyorum..o kadar farklı geliyor ki bana ne anlatmak istediğinden ziyade filmin geçtiği mekanlar,müzikleri,filmin kahramanı,dekoru,atmosferi,diyalogları,ışığı vs ...kısacası o ana kadar seyrettiğim bütün filmlerden farklı bir havası olduğunu düşünüyorum..

    bir süre sonra sinema dergileri alıyorum..artık filmlerin yönetmeni,senaristi,müzikleri,aynı yönetmenin farklı filmleriyle ilgilenmeler derken bir dergide o filmle ilgili bir yazıya rastlıyorum..aslında 70li yıllarda çekildiği,birçok ülkede yasaklandığı ,bizim ülkemizde de 1995 yılında ilk kez gösterime girdiği,yönetmeni stanley kubrick'in sinemanın en büyük yönetmenlerinden biri olduğunu öğreniyorum ve filme olan hayranlığım artıyor..vcd ve dvd dönemi geldiğinde ilk işim o filmi almak oluyor..ve tekrar tekrar seyretmeler başlıyor..her seyrettiğimde ayrı bir keyif alıyorum,farklı taraflarını anlıyorum..

    o film işte , a clockwork orangebana sinema tutkusu aşılayan filmdir..birçok platformda olduğu gibi burada da esinlendiğim nick'imin isim babası alex delarge 'nin olduğu filmdir..
  • harika filmdir.çünkü (bkz: stanley kubrick)
hesabın var mı? giriş yap