• “kimliğin çakılıp kaldığı coğrafya katı bir yer değildir; onu kayalar ve topraklardan ziyade tıpkı şarkılardaki gibi, anılar ve arzular oluşturur.” (s.115)

    mesafeler üzerine, kaybolmak üzerine, boşluğa atlayan insanlar üzerine, çöl kaplumbağaları, filmler, ressamlar, haritalar, mavilikler, yeryüzü, gökyüzü, terk edip gidenler, müzik ve hafıza üzerine olağanüstü bir kitap. ufuk açıcı, düşündürücü, hüzünlü ve duygulandırıcı bir eser.

    bence bir başka kitap ile, "mavi, bir rengin tarihi" (bleu, histoire d'une couleur) ile birlikte (önce veya sonra) okunursa lezzeti katmerlenir.
  • insanlar genellikle bir yapıtın içinde kaybolmaktan hoşlanmazlar. ilgili sanat alanında yeterince deneyimli ve ruhen de belirli bir olgunluğa erişmiş kişileri dışarıda bırakırsak...

    geriye kalan genel kitlenin yapıtla kurmayı umduğu ilişki - kaybolmak dışında - yine de çok çeşitli olabilir. naif bir şekilde sanat aracılığıyla hayat hakkında (bkz: mimesis) bir şeyler öğrenmekten, yapıta söz geçirip (yorum ve eleştirinin imkanlarıyla) ona hakim/sahip olmaya kadar... bilişsel imkanların sonu yok gibidir, çünkü özne kendisini dil aracılığıyla daima yeniden var ederken bilincinden kuvvet alır. dahası bu insani özellik yapıtlara da yüklenmiştir (bkz: diyalojik) ve yapıtlar da dinamik bir dilin içine doğmanın getirdiği "doğal" değişkenliğin dışında kuramsallaştırılmış bir gevezeliği ortaya koyarlarken bilişsel olarak kendilerini ifade ederler.

    biz gevezeleri bir kenara bırakıp, kendisini kaybetmeye hazır olanlara dönelim. önce, kaybolmak ile kendini kaybetmek arasındaki farka... ilgili sanat alanına olan yakınlığım aracılığıyla bir sözleşmeye taraf olur gibi "şimdi kaybolmaya hazırım" diyerek gerçekten kaybolabilir miyim? zaten bu da bilişsel bir durum değil midir?

    hafızanın bize sunduğu diğer yapıtların tutamakları yeni bir yapıtın aynasında kendi benliğimizi bilinçli bir şekilde var etmese de, yapıtla temasın temelini oluşturacak şekilde arka planda (bkz: bilinçdışı) süregelir. bilincin laneti kaybolma istencinde de gözlenebilir.

    solnit, kaybolma kılavuzu'ndaki arayışına meno'ya ait olan şu müthiş soruyla başlıyor: "doğası senin için gerçek bir bilinmez olan o şeyi aramaya nereden başlayacaksın?" bu sorunun solnit'in bilincinden bilinçdışına, ve tekrar bilincine geçirdiği dairesel yolculuk kitabın belkemiğini oluşturuyor.

    solnit'in eserde yaptığı en temel şey, kitabın içinde (konudan konuya kişisel çağrışımlarla atlayarak) okuru "kaybetmek". daha doğrusu beraber kaybolmaya teşvik etmek. kaybolmanın sorunsallaşması, bir yandan da kitabı bir kılavuz olarak var etmeyi kapsamasıyla, okurda verimli bir kaybolmanın temelini atmayı amaçlıyor. bunu kitabın sonu neticesiyle ne derece başardığından emin değilim, fakat yolculuğun fevkalade bir yolculuk olduğunu teslim etmek gerekiyor. solnit kaybolma, hatırlama, mekan, mesafe, dönüşüm, arzu, sanat, yaratıcılık, delilik, aşk, ölüm, anlam ve daha niceleri üzerine, kişisel tarihi ve izlenimlerine okuru usta işi bir dille (encore'dan çıkan kitabın çevirmeni gökçe gündüç'ün şahane emeğini de not düşelim) katıveriyor.

    kitabı okurken kaybolmak şahaneyse de, en azından biter bitirmez (daha mesafenin mavisi kitapla aramıza girmemişken) kaybolmayla ilgili elimde tuttuğum rehbere (field guide - arazi rehberi türkçe'ye çeviride kaybolmuş) olan inancım bir miktar uçuverdi. işin ilginç yanı, kitabın yerçekimi, uçmak ve küçülmekle ilgili de bir şeyler söylemesiyle, bunun istenilen bir etki olduğu izlenimi bırakması. bilmiyorum, kitapla aramıza girecek mesafe/zamanın nasıl bir iz/etki bırakacağını.
  • kaliforniyalı yazar rebecca solnit'in hayli hoş kitabı. kayboluşların o kadar da korkulası olmadığı ve hatta yararı olduğundan söz eder, örneklendirir.
  • "bir şehir bilinçli bir zihni andıracak şekilde inşa edilir, harabeler ise şehrin bilinçaltıdır"
  • ne zamandır okumak istediğim tipte bir kitap. okurken insanı huzurlandıran, kırlara uzanıp bulutları seyretme arzusu uyandıran bir tabiatı var.
hesabın var mı? giriş yap