• (bkz: david le breton), (bkz: acının antropolojisi)'nde, "acı, yaşama coşkusuna gerçek değerini veren bir kontrapunto( mesela noktaya karşı nokta, notaya karşı nota ) gibi yer alır yaşamın içinde. " der.

    acıyı kim bilmez, insanın ortak yazgısıdır. çoğu zaman acı, kromozom dizilimi gibidir, ardı ardına gelir, bir önceki sonrakine yer açar, "buyrun! ben zaten gidiyordum, yerimi size vereyim"..
    böylece önceki acı beynin kuytularındaki anılar müzesinde yerini alır, hatırlanana, kendini hatırlatana kadar.
    acının ilacı; kabullenmek, acıyı sonuna kadar yaşamaktır.

    "boyun eğmek gerekir. direnme, kabul et! acını hayatının bir parçası yap. yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar. böylece acı bir sevgi olmalıdır. işin sırrı burada yatar."*
  • bir kere açıp dinlersem eğer sonrasında tekrar tekrar dinlediğim adamlar şarkısı.
  • sözleri şu şekil:

    istedim hep istedim
    bu hislerim karabatak
    derinlere batmış taştan kalp
    sesi çıkmaz yapayalnız

    akşamüstü hep genciz
    gece gelir gemi batar
    viranelerde sofralar
    kurup çürük meyvelerle

    aşkına bomba çay çorba
    başımızda krallar yolumuza tükürür
    yakalayıp bir ucunu sal boşluğa
    çözülmeye hasret düğümün

    ne kralın tacı
    ne kısa günün kazancı
    garibin harcı
    acının ilacı
    acının ilacı

    kim kimin deli gözlerin
    bu iklimin sonu mu var
    zehir karışmış topraklar
    mühür vurmuşlar kalbine

    olancası bi tutam can
    daha sık of yarını yok
    garibin başında rüzgar
    halimizden yanan anlar

    kaderime kederime razıyım ederime
    gönlünü duy söyle dileğini
    bahçemiz olsun dilimizi yutsun
    bilen çözer elbet bi gün düğümleri

    ne kralın tacı
    ne kısa günün kazancı
    garibin harcı
    acının ilacı
    acının ilacı

    ne kralın tacı
    ne kısa günün kazancı
    garibin harcı
    acının ilacı
    acının ilacı

    edit: "olancası" eklendi
  • güzel şarkı. kafada klip çektirebilecek cinsten fakat şu çay çorba kısmı olmasaydı...

    çay çorbayı duyunca aklıma sabahın 5'inde işe gitmeden önce çorbacıda mercimek çorbası içen sarı bıyıklı bir amca geliyor, böyle höpür höpür içiyor çorbayı, bıyığında kalıntıyla. bütün klibim bozuluyor sonra, püh.

    edit: ayrıca 15+ kişi başlığa, acun ılıcalı diye okudum eheheh yazmış. evet, hepiniz çok komiksiniz. böyle esprileri nerden buluyorsunuz hayret verici. işte zeka böyle bir şey sanırım. lol.
  • dedem ile beraber bir arkadaşını ziyarete gitmiştik bir zamanlar. bir zamanlar dediğim epey oldu. 4 ya da 5 yaşlarındaydım. dedemle fırsat buldukça takılırdık.

    beylerbeyi’nde denizi bütünüyle gören bir evin teras katında çay içiyorlardı. ben de yanlarında usulca oturup onları dinliyordum. lafın arasında dedemin arkadaşı sobanın üzerindeki kül tablasını ona getirmemi söyledi. koşup gittim. kül tablasını elime alır almaz yere bıraktım. parmak uçlarımdaki derilerin kül tablasına yapıştığını gördüm.

    sobanın yandığını ben farketmemişim. o da unutmuş. misafir evindeyim. utanıyorum ağlamaya. evde olsam ciyak ciyak öter, ortalığı yıkardım. o an kime ağlayacaktım? ne için ağlayacaktım? yanımda iki tane 80 yaşında insan…

    gözlerimden yaş geliyordu ama yine de elimi sallamaktan öte bir tepki vermiyordum.

    dedem ve arkadaşı yanıma geldi. aralarında konuşmaya başladılar. dedem doktora mı götürelim, en yakın hastahaneye mi gidelim diye sordu. arkadaşı hemen iyi ederim bunu. ama bana karışmayacaksın dedi.

    ben orada bağırmamak için kendimi zor tutuyordum, hem de bir yandan dedeleri dinliyordum. o sırada da kendime bir musluk bulmuştum. elim suyun altında, yarım yarım olduğum yerde zıplıyordum.

    dedemin arkadaşı yanıma gelip beni belimden kavradı. tuttuğu gibi sobanın yanına götürdü. avucunu aç diye bağırdı. açtım. elimi sobaya bir metre kadar yaklaştırdı. beni öyle bir sıkıyordu ki kaçmak için direnmeyi bile denemedim. “bu şekilde biraz durursan ağrın hemen geçecek. yoksa bunun ağrısı yarına kadar sürer.” diye bağırdı.

    sanıyorum ilk 1 dakika dayanılmaz bir şekilde sürekli artan bir ağrıyla dişlerimi sıktığımı hatırlıyorum. ama sonra birden elimdeki acı azalmaya başladı. acım azaldıkça ben mustafa amcanın kucağında biraz daha bırakıyordum kendimi. o da farketti ki “ bak geçiyor” diyerek dedeme dönüp gülümsedi. çok uzun sürmedi. elimdeki acı tamamen geçti.

    tuhaf bir şekilde uykum gelmişti. beni kucağına alıp içeriye götürdüler. bir koltuğa uzattılar. öteki parmaklarımla yanan yerlerime dokunduğumda bile bir acı hissetmiyordum. sanki parmaklarımdaki yanıklar birer yara değil de resim gibiydi.

    dedem sordu arkadaşına “bu yaptığın nedir? halsizleşti bak bir şey olmasın?”

    “ben paşabahçe’de cam ustasıydım biliyorsun.” dedi. ve devam etti.

    “ben 20 yıl ocakta cam erittim. kirpiklerim ve kaşlarım yok. bak benim kollarımda da tüy çıkmaz (gömleğini sıyırıp kollarını göstererek). ben her yandığımda doktora mı gidecektim? krem mi sürecektim? elimi suya mı tutacaktım? bu işi kim yapacaktı? işe ilk başladığımda daha fazla yanıyordum. her yandığımda izin istiyordum. bir iki derken artık izin vermemeye başladılar. ben de yandığım halde çalışmak zorunda kaldım.

    bir gün erimiş cam parçası elimin üstüne sıçradı. hemen kalkıp suyun altına sokmak istedim. kalkacağım sırada ustanın hemen arkamda olduğunu, beni izlediğini farkettim. zorla da olsa oturup çalışmaya devam ettim. yanıma gelip kulağıma “ateşle barış. yoksa işinden olacaksın.” dedi.

    alay ettiğini düşündüm. yemek molasında başka ocaklarda çalışan işçileri buldum. onlara ustanın benle alay ettiğini söylediğimde “alay etmemiş. doğrusunu söylemiş” dediler. onlara yanmadan nasıl çalıştıklarını sordum. yanıyoruz ama acımızı geçirebileceğimiz bir yöntem var. onu kullanıyoruz dediler.

    “yandığında ateşin yanından uzaklaşmazsan ateş senin ağrını alır.” dediler.

    kim inanır ki buna?

    ilk denediğimde çok zorlandım. ben buna katlanamayacağım dedim. dayanma gücümün bittiği yerde ağrımın azaldığını gördüm. bir iki derken zamanla öyle alıştım ki sanki ateşle çalışmıyormuş gibi rahattım artık.

    onlar aralarında sohbet ederken ben dünyanın en rahat koltuğunda, dünyanın en güzel uykusuna dalmak üzereydim.

    bu olay öyle sanıyorum ki hayatımın ilk dönüm noktasıydı. benim için şans mıydı? yoksa trajedi miydi? inanın cevabını bilmiyorum. bildiğim tek şey bu olay benim acılara olan bakış açımı tamamıyla değiştirmişti ve bana sıra dışı bir başa çıkma yöntemi kazandırmıştı.

    birçok insan için hayatın sonu sayılabilecek olaylar benim için yeni espiri malzemesiydi. moralim öyle kolay kolay bozulmuyordu. kabul ediyorum, bazı espirilerim komik olmuyordu ama en azından tiye alıyordum.

    acınızı kabul edip ondan kaçmamayı ve yüzleşmeyi başardığınızda canınızı acıtan şeyin bir süre sonra sizi rahatlattığını ve uyuşturduğu göreceksiniz.

    ha! bu bir tedavi metodumudur? tabi ki değildir. burada da zaten tedavi metodunu değil ilacını anlatıyoruz. ilaç başka tedavi başka.
  • börü sayesinde haberdar olduğum yanmış içinden'i dinlerken denk geldiğim müthiş adamlar şarkısı.
    youtube linki

    bu arada bundan önceki 28 girinin 6'sında acun ılıcalı yazması ne kadar sikko bir nesil yetiştiğinin göstergesi. bi şeyi de sulandırmayın amına koyduğumun ergenleri. bu şarkıyı birileri besteledi, söz yazdı, çaldı, söyledi. sümük gibi yaşayıp gidiyorsunuz, kendinizden hayır yok, bari güzel şeylere bulaşmayın.
  • adamlarin tek rakiplerinin sadece kendileri oldugunu ilan ettikleri muhtesem sarki. bugun yeni albumleri cikti, ama ben yine acinin ilacini dinledim. kaderime, kederime raziyim ederime demeye calisan karabatak hislerimle derinlere batmis tastan kalbimin acisina ilac olsun diye.
  • adamların yeni albümündeki en beğendiğim şarkısı. albümün son parçası en güzeli.
  • solosunu kirk hammet'in attığı şarkıdır.
hesabın var mı? giriş yap