• 18. ve 19. yüzyılın romantik manzara ressamları, doğaya o kadar takıntılıydılar ki, bir ağacın, dünyanın en yüce ve en güzel mucizesi olarak adlandırılması abartılı bir övgü asla olmazdı. bu yüzden, sanatçıların eserlerinde yer alan sembolizm yüklü ağaçlar, genellikle tuvalin merkezinde ve baş roldeydi.

    işte, doğanın olmazsa olmazı ağaçların, romantik dönem resim sanatında tasvir ediliş biçimlerine göre kazandıkları anlamlar:

    - tahrip olmuş ağaçlar: jasper francis cropsey, blasted tree, 1850
    izleyiciyi üzüntüden kahreden ağaçlardır.
    eski bir savaşta yaralanan, belki de yakın zamanda bir yıldırım çarpmasıyla korkunç şekilde tahrip olan ağaçlar, genellikle uğursuzluk veya terk edilmişlik ifadesidir. çünkü pastoral barışın bozulması, tanrı'nın gazabına işarettir. lakin burada önemli olan, kökleri toprağa tutunan ağacın hala yaşıyor olmasıdır. romantiklere göre, ölümden yaşama doğanın döngüsünü temsil eder.

    - yalnız ağaçlar: caspar david friedrich, yalnız ağaç, 1822
    izleyiciye bir büyük açtıran ağaçlardır.
    "siz hepiniz, ben tek!" mesajı verir. tek başına ayakta kalabilmeyi, sükuneti veya sessiz tefekkürü temsil eder. bu ağaçların tasvirinde görkemli bir yalnızlık hakimdir.

    - ölü ağaçlar: caspar david friedrich, meşe ormanında manastır, 1810
    izleyiciyi imana getiren ağaçlardır.
    olağanüstü bir kasvetle mezarlık veya harabe tasvirlerinde karşımıza çıkar. verdiği mesaj oldukça açıktır: ölüm. harabeye dönen en anıtsal yapılara veya mezarlıkların soğuk ve ıssız görüntüsüne eşlik eden kuru ağaçlar, yaşamın er ya da geç bittiğini, akıllı olmamız gerektiğini vurgular.

    - gökyüzüne ulaşan ağaçlar: ivan ayvazovski, istanbul, 1870
    izleyiciye umut ve dayanma gücü aşılayan ağaçlardır.
    başarının ve zafere ulaşmanın ifade biçimidir. ayrıca, cennetin yeryüzüyle bağlantısını ve ikisi arasındaki mücadelemizi sembolize eder. (evet, cennet gökyüzünde şekerim. ne sanmıştın ki?)

    - sarmaş dolaş ağaçlar: thomas gainsborough, gravenor ailesi, 1754
    grubun en ponçik ağaçlarıdır.
    kopmayan aile bağlarını ve aile fertlerinin birbirleriyle uyumunu sembolize eder. sarsılmaz sevginin ifade biçimidir.

    - boğumlu/budaklı dev ağaçlar: paul sandby, bridgenorth-shropshire, 1801
    son grubumuzdakiler ise, izleyiciye fonda the godfather film müziklerini dinleten ağaçlardır.
    romantiklerin antropomorfizme edilmiş bir şekilde tasvir etmeyi sevdikleri, hareketli, canlı ve devasa görünen ağaçlar, köklü geçmişi ve yıkılmaz gücü temsil eder.

    ağaçlar, romantik manzaralardaki sembolizmin sadece bir parçasıdır. ancak, sanatçılar için, hayal gücüyle yeniden yorumlanan ve dikkatle tasvir edilen doğanın gücünü gösteren birer penceredir.
  • unutamadığım pek çok anı zihnimde döner durur yıllardır. neşeli, hüzünlü, dalgın veya düşünceli olduğum tüm o anların en özel paydaşı ağaçlardır. safi varlıklarıyla huzur verirler. estetik bir sadelikleri vardır. her mevsim farklı bir güzelliğe bürünürler. sanki göğe değecek kadar uzun olan kavak ağaçlarının gölgesinde uzanırken, yaşlı ceviz ağaçlarının güçlü dallarında yukarı doğru tırmanırken, türüm türüm kokan ıhlamur ağacından ıhlamuru toplarken, yağan ilk karla birlikte koşa koşa o incecik dalları ile ayvaları nasıl taşıdığına akıl erdiremediğim ayva ağacındaki son ayvaları da koparıp ağacı kışa emanet ederken veya yaz sonunda bir anda alıçlarını patır patır yere bırakan alıç ağacının şifalı yapraklarını çay için toplarken hep aynı hissi yaşarım. ağaçları delicesine seviyorum. ormanda iç içe geçmiş binlercesinden, buğday tarlasının ortasındaki tek ağaca kadar.
  • istanbul'da şamlar köyü var, ben oranın öğretmeniydim, neredeyse bir on yılı vardır.

    oturduğum yerle arası 30 km falan. yaz, kış, yağmur, çamur. gidiyoruz işte bir şekilde. güzergahta bir ağaç var. tek ve hür. ve bir orman gibi olsa, kardeşçesine olur, öyle bir ağaç. ** yanında da kırık dökük bir kulübe, bir tepede. tepe ilkbaharda yemyeşil. kışın, çıplak. sonbaharda hüzünlü. nasıl aşık oldum tepeye. her gün otobüsle giderken, orada uyandırın diyorum yanımdaki arkadaşlarıma tepeyi görebileyim diye. uyuyorum. uyku, tepe, okul, böyle geçiyor yıllar.

    ve elbette zaman kuytularda geçiyor, seneler sonra okula gidiyorum bir iş için, yanımda eşim. eski aşkım tepeden ve ağaçtan haberi yok elbette, hiç söyler miyim? yoldan geçerken birden kafamı kaldırıp, geçtik mi diye bağırıyorum. önümü, arkamı yokluyorum. ağacım! ''hayır hayır, geçmedik. bak orada ağaç'' diyor. nasıl yaa? anlatmadım ki diyorum. ''anlatmana gerek yok ki, bu yolda sen bu ağacı severdin eminim. '' diyor.

    sanırım aşk, diğerine geçmiş anıları da hediye ediyor.

    ya da ''ben zaten hep odun severdim, oradan tümevardın herhalde, kih kih.'' deyip, çirkinleşmeliydim. yapmadım ama, bazen güzelim.
  • ... dostoyevski'nin "budala"sindan bir alinti:

    "bir agacin onunden onu sevmeden, onun var olusundan
    mutluluk duymadan gecilebilecegini aklim almiyor."
  • ağaçlarla ilgili ilginç trivia’lar:

    - ağaçlar, dünya üzerinde en uzun yaşayan organizmalardır ve asla yaşlılıktan ölmezler.
    - ağaçlar kendilerine saldıran böceklerle iletişim kurabilirler. bazı ağaçlar böcek saldırılarına ve diğer bitkilere karşı kendilerini koruyabilmek için yapraklarını ilaç benzeri maddelerle doldurabilir.
    - çam ağacı, antarktika hariç bütün kıtalarda yetişebilir.
    - ağaçlar yapraklarındaki suyu buharlaştırarak hava sıcaklığını düşürebilirler.
    - bir ağacın dalına kuş yuvası asılırsa, ağaç yukarıya doğru büyüyemez.
    - ağaçların gövdesi yaz mevsiminde, kökleri ise sonbahar ve kış aylarında büyür.
    - güneşli yerlerde yetişen ağaçların kabuğu, gölgede yetişen ağaçlara göre daha kalındır. gölgede yetişen ağaçların kabuğu genellikle incedir.
    - nemli yerlerde ve büyük su kaynaklarının yakınlarında büyüyen ağaçların geniş/büyük yaprakları vardır. suyun az olduğu, kuru ortamlarda yetişen ağaçların ise küçük ve sert yaprakları bulunur.
    - dünyadaki en zehirli ağaç, florida’ya özgü olan “manchineel” isimli ağaçtır.
    - çoğu ortama uyum sağlayabilen meşe ağaçları; bilgelik, güç ve sadakati temsil eder.
    - sequoia national park’ta* bulunan “general sherman” isimli dev sekoya, hacim olarak dünyanın en büyük ağacıdır.
    - meşe ağaçları, diğer ağaçlardan daha fazla yıldırım çeker.
    - meşe ağaçları 50 yaşına kadar meşe palamudu üretmez.
    - “hyperion”, 115,55 metre yüksekliğiyle dünyanın en uzun ağacıdır.
    - meksika’da bulunan, “tree of tule” olarak bilinen ağaç; dünyanın en sağlam ve en geniş gövdesine sahip ağacıdır.
    - “dynamite tree” ismiyle bilinen ağacın meyveleri olgunlaştığında patlar ve ağaç bu şekilde, sertleştirilmiş tohumlarını uzak noktalara gönderir.
    - dünya üzerinde yaklaşık 3 trilyon ağaç vardır. neolitik dönem’den bu yana dünyada ağaç sayıları %46 oranında azaldı.
    - çam kozalakları cinsiyetlidir.
    - botanik tanımına göre palmiyeler ağaç değil, büyük odunsu bitkilerdir.
    - polonya’da, hepsinin gövdesi aynı şekilde bükülmüş 400 çam ağacının bulunduğu bir orman (crocked forest) vardır. ağaçların hepsinin neden bu şekilde büküldüğü ise hala sırrını koruyor.
    - dünyanın en uzun ve en yaşlı ağaçlarının bulunduğu yerler, turist kalabalığının bu ağaçlara ve çevresine zarar vermelerini önlemek için gizli tutulur.
    - hawaii'de doğal gökkuşağı renginde kabuklarla okaliptüs ağaçları vardır.
    - “gingko biloba” (mabet ağacı) yaşayan en eski ağaç türlerinden biridir. yaklaşık 250 milyon yıl öncesine dayanmaktadır.
    - baobab ağacı gövdesinde 120.000 litre su depolayabilir.
    - “botanic gardens conservation international”a göre, dünyada 60.065 ağaç türü vardır. ancak bu türlerin 300'ü yok olma eşiğinde.
    - ağaçlar ses dalgalarını; özellikle yaprakları ve dallarının yardımıyla maskeleyerek, istenmeyen gürültüyü azaltabilirler.
    - isveç’te “tree hotel” isminde, ormandaki ağaçların üzerinde duran odalardan oluşan bir otel vardır.
    - doğada, ağaçların olduğu yerlerde vakit geçirmek, gezinmek zihin yorgunluğunu alır ve kas gerginliğini azaltır. daha fazla ağacın bulunduğu yerlerde yaşam daha sakindir.
    - ağaçlar, hava ve su kirliliğini önlemeye yardımcı olur.
    - ağaçlar insanlar için olduğu kadar, vahşi hayvanlar için de oldukça önemlidir. birçok vahşi hayvana yiyecek, gölgelik ve yaşam alanı sağlar.

    kaynakça
    https://www.precisiontreemn.com/…s-about-trees.html
    https://www.factretriever.com/tree-facts
    https://www.kickassfacts.com/…eresting-facts-trees/
    https://balconygardenweb.com/…un-facts-about-trees/
    https://www.heifer.org/…y-you-should-plant-one.html
    https://www.treepeople.org/tree-benefits
    https://reforestlondon.ca/…cts-our-10th-anniversary
    https://www.precisiontreemn.com/…s-about-trees.html
  • kuşadası'nda bir tane ağaç var. kendisiyle konumu itibariyle tanıştım. kendime koşu başlangıç noktası olarak belirlediğim yerden tam 2.5 km uzaklıkta. haliyle ağaçtan dönünce tam 5 km mesafe koşmuş olarak sporumu tamamlıyorum.

    haftada 3-4 kez karşılaşmamızdan ve her seferinde kendisine dokunarak dönüş yoluna geçmemden mütevellit aramızda feromonal bir yakınlık mı doğdu ne olduysa ben bir süre görüşmeyince bu ağacı özlediğimi fark ettim. kendisiyle konuşup dertleşiyor değilim, henüz aklımı o kadar kaçırmadım; ama bir bitkiye daha evvel duygusal bağ geliştirdiğimi de hatırlamıyorum. ormanı, genel olarak ağaçları severim; ama belli bir ağaca ilk kez bağlanıyorum.

    kuşadası'ndan birkaç hafta içinde ayrılacağım. özledikçe bakarım diye birkaç fotoğrafını çektim, sağını solunu kokladım, hafızaya attım. ileride benzer bir koku alırsam bu anı aktive olup flashback yaşatsın diye. sanırım bu ağaç ve birkaç sokak hayvanı dışında kuşadası'nda özleyeceğim kimse kalmıyor geride. acaba benim farkıma vardı mı hiç? mümkün mü böyle bir şey?
  • ‘kendime notlar’
    ...

    ne vakit türk sinemasının, türk tiyatrosunun, türk edebiyatının sevilen bir yüzü hayatını kaybetse, bilindik tümce, farklı formlarda kulağa çalınır : “‘yeşilçam’dan bir çınar daha devrildi”, “türk tiyatrosu, bir çınarına daha veda etti” ya da “türk edebiyatı, bir çınarını yitirdi” … tamam kabul, ölüm zor zanaat … ama giderken veya gittikten sonra, ‘çınar’ olarak anılmak ne güzel, değil mi ? uzun ve verimli bir ömrü; gölgesinde himaye edip büyüttüklerini; emek verip inşa ettiklerini; el verip kattıklarını temsilen kocaman, görkemli bir ağaç olarak hatırlanmak … herkese nasip olmuyor sonuçta …

    size, ‘tosun paşa’yı izleyip izlemediğinizi sorsam, muhtemelen ilk aklınıza gelecek olan, 1976 yılı yapımı, yönetmenliğini ‘kartal tibet’in yaptığı ve başrollerde ‘kemal sunal’, ‘müjde ar’, ‘adile naşit’ ve ‘şener şen’i izlediğimiz ‘yeşilçam’ filmi olacaktır. oysa 1939 yılı yapımı bir ‘tosun paşa’ daha var, biliyor muydunuz ? o filmde de türk sinemasının ‘çınar’larını görmek mümkün … oyuncu kadrosu : hazım körmükçü, vasfi rıza zobu, halide pişkin, mahmut moralı, feriha tevfik ... yönetmen koltuğunda, çınarların çınarı oturuyor : muhsin ertuğrul ... ama senaryoyu adapte eden bir çınar değil, bir 'kayın' ... hem de 'karla kaplı bir kayın' : evet, nazım hikmet ...

    bahsi geçen film, müzikal bir komedi ve konu, 'tosun' adında gayrimeşru bir bebeğin etrafında gelişiyor ('tosun paşa' afiş). afişe dikkatlice bakılabilirse eğer (alt orta görsel), 'tosun paşa'yı canlandıran bebek, hemen farkedilecek (film çekildiği sırada henüz yaşını bile doldurmuş değil). o yaştaki bebeğin kadroya nasıl dahil olabildiğinin yanıtı ise basit : babası sayesinde ... o baba ki çoğumuzun hafızalarında, yıllar içinde rol alacağı iki yüzü aşkın türk filmindeki 'yufka yürekli komşu amca', 'iyi niyetli dede', 'şefkatli baba' tiplemeleriyle ve her daim güleç yüzüyle yer edecektir : fazilet renan fosforoğlu. bir çınarın, bir kavak dünyaya getirmesi beklenemez elbette … bir çınardan yine bir çınar olacaktır, hatta belki iki tane …

    1939 yılında, bir yaşında sinema dünyasına adım atmış olan 'ferdi merter’le (fosforoğlu) tosun paşa filminden 57 yıl sonra tanıştığımda, bu sefer ilginçtir ki sahnede olan bendim. 'çınar'lığının en verimli dönemini yaşayan o ise, sahne önünde direktifler yağdırmakta olan yönetmenimiz konumundaydı, hocamızdı … ve hiç aklımdan çıkmayan o gün, elinde bir 'kızılcık sopası' vardı ...

    boş salonun, boş koltuklarına bakan sahne üzerinde, prova halinde on iki kişiydik. haftalardır, hocamız tarafından teatral bir sunum olarak uyarlaması yapılmış olan uzun, epik bir şiiri sahnelemek üzerine çalışıyorduk. bir 'çınar'ın yönetmenliğinde çalıştığımız eser, adını yukarılarda andığım 'mavi gözlü dev kayın'a ait 'kurtuluş savaşı destanıydı'. az önce, koreografi ile alakalı direktifler vereceğini zannettiğimiz 'ferdi merter hoca'dan, nev'i şahsına münhasır tonlamasıyla sarfettiği ve hepimizi ters köşeye yatıran bir talimat almıştık :"sizden bir ağaç olmanızı istiyorum !". şimdi hepimiz, oyunu bir kenara bırakmış halde, en emprovize şekilde, tohumun fidana ve fidanın da en nihayetinde bir ağaca dönüşümünü canlandırmaya çabalıyorduk sahnede.

    sahnenin en solundaydım. yüzüm, sanki yere ağlarcasına kapanmış, zeminde birleşmiş kollarım arasına gömülmüş durumda ve çenem, dizlerime değdi değecek şekilde, platformun tozlu parkelerinin üzerinde iki büklüm, kımıltısız yatıyordum. sahnenin önünde, elinde sopayla, bir 'star trek' (uzay yolu) karakteri olan 'dr. (leonard) mccoy' volta atmaktaydı ve ara ara ağzından çıkanlara kulak kesilmiştik hepimiz (dr. mccoy) :)) ... 'ferdi hoca', bir dublaj üstadı olarak, 'de forest kelley'nin hayat verdiği 'dr.mccoy' karakterinin sesi olmuştu yıllar yılı, televizyonda ve sinemada ... ve hatta, senaryosunu kendisinin yazdığı 'turist ömer uzay yolunda' adlı yerli yapımda, 'dr. mccoy'u (doktor mccoy) bizzat canlandırmıştı bile ... ve şimdi sahnenin önünde, elindeki sopayı ara ara boşlukta sallayarak ıslık çaldıran ünlü yabancı karakterin ünlü türk sesi, bize 'nasıl ağaç olabileceğimiz'le alakalı talimatlar vermek yerine, 'ışınla bizi scotty' deyiverse, şaşırmayacaktık vallahi ...

    'ferdi hoca', ışık hızı şöyle dursun, tam tersine en ağırdan alarak ve uzun mu uzun 'es'ler eşliğinde, usul usul tarif ediyordu, bir ağacı nasıl canlandırabileceğimizi. fakat sahne arkadaşlarımdan farklı olarak bir tek benim odaklandığım bir husus vardı ki o da hocanın elinde tuttuğu sopaydı. sanırım o esnada yine bir tek ben ayırdındaydım, 'anton çehov'un vaktiyle dile getirdiği, tiyatronun altın kuralının : "eğer ilk sahnede duvarda bir silah asılıysa, oyunun sonunda mutlaka patlar". kimse farkında değildi ama bu bir ders değil, bir 'konsantrasyon' testiydi. 'sopa, 'silah'tı ve eninde sonunda mutlaka patlayacaktı. hoca, sakin ses tonuyla ara ara konuşarak bize yol gösteriyor, dikkatimizi 'ağaç olma'ya çekiyordu.

    sahneyi paylaştığım arkadaşlarımın kımıl kımıl hareketlenmelerini, göremiyor olsam da hissediyordum : nasıl göründüklerinden habersiz şekilde, kıvrıla ayaklana ağaç olmaya çalışıyorlardı sahnede. bense, 'benden nasıl bir ağaç olurdu'yu düşünüyordum kımıldamaksızın yüzüstü yattığım yerde. teknik üniversite görsel son sınıftaydım ve ne yapmam gerektiğine hala karar verememiştim. kim bilir kaç tane şirket mülakatını kaçırmıştım şimdiye kadar ? ya da cidden kaçırmış mıydım ? profesyonel iş hayatının hiyerarşisinde yapamayacağımı, emir alamayacağımı, itaatkar olamayacağımı bildiğim için bilerek katılmıyordum mülakatlara. okul biter bitmez hemen askere mi gitmeliydim ? peki askerden dönüşte ? düşünüyordum, düşünüyordum ve 'benden nasıl bir ağaç olurdu ?'nun yanıtını bulamıyordum. ferdi merter hoca, tamamen sessizliğe bürünmüştü. adım gibi emindim ki elindeki sopa, sahnenin bir köşesinde patlamak üzereydi. peki sopanın sesi gürültüyle yankılandığında, konsantrasyonu bozulacak olanlar, ağaçlar mı olacaktı yoksa ağaçları canlandıranlar mı ? dönüp babamın yanında çalışmak peki ? ne vakit bir aile kurabilirdim ki ben ? bir baba olur muydu benden ? 'ferdi hoca'nın önerdiği şekilde tiyatroyu ciddi ciddi düşünmeli miydim ? yoksa durup hayatın direttiklerini kabul mu etmeliydim ? yoksa tercihler arasında seçim yapmamayı mı seçmeliydim ? kuralların farklı olduğu başka bir hayat aranabilir miydi görsel ? etrafımdaki tüm ağaçlar, kendilerinden beklendiği şekilde sorunsuz, nizami olarak büyürken ben .... çaaaattttttttttttt !!!!

    ...

    kıymetli ferdi merter hocamın, elindeki sopayı, sahne zemininde patlattığı o dakikanın üzerinden yaklaşık 27 yıl geçmiş vaziyette şimdi. bir küçük taş evin giriş kapısının eşiğinde oturur haldeyim, bu satırları yazarken (eşik, eşik) ... o yıl, o gün, o an, hocanın talimatı gereği, sahnede ağaç olmaya çabalarken iki büklüm halimle, uyuyakalmışım da bu eşikte uyanmışım sanki ... belli ki beni bekleyen bir sahnem yok ... gerçekle yüzleşmek gerek : çınar olmaktan çok uzaktayım demek. aynen büyük ustanın da bir şiirinde dediği gibi : 'bence, şimdi (hatta belki çok ama çoktan beri) ben de herkes gibiyim'.

    ne çabuk geçmiş yıllar. sıradanlığının farkına vardığında ve hazmettiğinde kişi, aleladeliğini, ağaç olamamış ama gayet insan kalmış olmanın şerefine yudumlanan bir kadeh şarap eşliğinde, çevreyi ve olan biteni ayırt edebilmek, en güzeli ... ve ben, şöyle başımı kaldırıp da tam karşımdaki erik ağacına baktığımda, ağaca tırmanmış halde, zayıf bedenlerinin, üst dallardaki eriklere uzanmasına yardımcı olan dört tane gencecik cılız bacak farkediyorum (erik ağacında çocuklar) ... yılların boşa geçmediğini kanıtlayan iki fidana sahibim demek ki ? hangi aklı başında kadın, benim gibi bir zır deliden, iki çocuk yapmış olabilir ki ?

    erik ağacındaki bu manzara karşısında işler değişiyor ama şimdi ... hayatın yığınla acı testinden geçtikten sonra hazır da konsantrasyonum yerli yerindeyken, belli ki zamana kendi izlerini bırakacak ağaçlarla işim, henüz bitmemiş benim ... kendim olamadım belki ama acaba türleri henüz şekillenmemiş bu iki fidanın, çınar olmalarına katkıda bulunabilecek miyim ?
  • "kalbinizde yeşil bir ağaç bulundurun. belki şarkı söyleyen bir kuş gelip konar"

    çin atasözüymüş. güzel güzel gülümsetti.
  • terk edilmiş bir siloda büyüyen ağaç : görsel
  • babamın takıntı seviyesinde sevdiğidir. benim de babamı sevme sebebimdir.

    birkaç ay önce ankara'daki evimizin bahçesindeki ağaçlar, akıl fikir fukarası yöneticimiz yüzünden katledilmişti. neymiş efendim, manzara kapanıyormuş. ne manzarası görecekse salak herif ankara'da, olan ağaçlara ve o ağaçlara aşırı bağlanmış babama olmuştu. kısa hikayesini şurada anlattım (bkz: #71731648)

    biraz önce babamla konuştum, şu an keyfim çok yerinde. birkaç sene önce vefat etmiş bir komşumuzun çok sevdiği bir kayısı ağacı vardı. babam, biraz da komşumuzun anısı yaşasın diye, o ağacın kayısısının çekirdeğinden iki tane fidan büyütüyordu bir beş senedir falan saksılarda, sonra onlar saksıya sığmaz olunca götürüp ünye'deki bahçemize dikmişti. bu sene bakmış ki kış sert geçmiyor, sökmüş onları ta oradan getirmiş ankara'ya, tatmin olamamış, bir tane de çam ağacı fidanı bulmuş. üçünü birden dikmiş bahçeye bir güzel. yerini de sevmiş ağaçlar, epeyce boy atmışlar, kayısılar üç metreyi bulmuş. ben "ya onları da keserlerse?" diye sorunca, belinde silah "bu ağaçlara dokunanı yakarım" diye bahçede dolandığını anlattı. zaten kedileri beslemelerine de söylenip duruyorlardı komşular, kimsenin sesi çıkmaz olmuş artık. bizim deliyi görünce sopalarını saklamışlar anlaşılan. normalde bana sürpriz olsun, gelince göreyim ağaçları diye söylemiyormuş; ama bugün ağaçlardan birinde serçelerin yuva yaptığını görünce dayanamayıp söylemiş.

    ya yönetici efendi, hadi baş et karadenizli inadıyla, edebilirsen.
hesabın var mı? giriş yap