• öncelikle şunu belirtmek gerekir ki bu yazı "batı"da büyümüş ve "batı"da yaşayan, hatta batının da kendi içinde en "batı"sında (zihniyet olarak beyaz türklerin coğrafi olarak en kümelendiği yer diyelim) ikamet eden birinin elinden çıkmaktadır. bu sebeple objektif değildir, ki açıkçası zaten öyle bir kaygım da yok. oryantalist bir insanım çünkü böyle yetiştim. bir insan belli bir yaştan sonra geri dönülemez şekilde kalıplaşıyor çünkü…

    ağrı’nın merkezi, mimari olarak, altyapı ve şehircilik olarak rezalet bir yer. iki tane önemli caddesi var, hayatın da aktığı yerler buralar. bir tanesi trafiğe kapalı yaya yolu, diğeri normal cadde. ikisinde de binalar ve yol pis, tozlu, biçimsiz. altyapı sıfır olduğundan yağmur veya kar yağdığında her yer leş gibi çamur oluyor. istisnasız herkesin bu sebeple paçalarında çamur var ve sanırım da bu sebeple kimse kimseyi bu konuda yadırgamıyor. çamurlu paça artık sıradanlaşmış.

    binalar kocaman, tam bir müteahhit zihniyetiyle yapılmış, renksiz, özelliksiz, hastane binası gibi hepsi. özellikle merkezinde durum böyle, ama şehrin dışına doğru nispeten daha güzel gözüken binalar, renkli apartmanlar okullar falan görebiliyorsunuz. merkezde aşırı bir grilik hakim. ha ama bunun sebebi ağrı’lı müteahhitlerin bilgisiz veya yeteneksiz, ve hatta estetik duygusuzlukları değil. çünkü aslında adamlar hakikaten yaptıkları işi biliyorlar. mesela bir keresinde kentte iyi bilinen 3 müteahhitin ege üniversitesi’nin spor salonu mu rektörlük binası mı tam hatırlayamadığım bir yapısı hakkında; “ya ben gördüm orayı hiç yapamamış. dar dar olmuş. halbuki devletin koskoca arazi, üniversitelerin biraz geniş olması lazım.” dediğini ve başka birinin yaptığı bir hastane hakkında da; “labirent gibi olmuş hiç becerememiş” şeklinde konuşmasını dinledim. yani durumun gayet farkındalar onlar da…

    yoksulluktan ziyade yoksunluk daha hakim, daha fazla göze çarpıyor. kamu ve belediye hizmetlerinden yoksunluk yani. duyduğum kadarıyla buranın müteahhitlerinin yatırımları hep batıya yapılıyor. belediye’nin de ödeneksizliği değil kötü yönetildiği konusunda eleştiri hakim. yoksa aslında buranın müteahhitleri ve diğer sektörel zenginleri gerçekten çok fazla. hatta müteahhitlerin hepsinin son model iphone’ları var. içlerinde kaç tane app yüklü olduğunu sormadım. en işlek cadde dediğim yerde mesela kömür deposu gibi bir yer var. adı da hatta “tayyib kömür”. ciddiyim. normal bir belediye olsa bunu buradan kaldırır çünkü gerçekten çok kötü bir görüntüsü var ve ortamla alakasız. az ilerisinde aynı hizasında mesela vodafone bayisinin üzerinde freezone diye bir cafe var, ağrı’nın en şekil cafelerinden biridir sanırım. vodafone bayisinin üzerinde “freezone” diye cafe açan işletmecinin de zekasını tebrik etmek gerekir.

    altyapıdan bahsetmişken, elektrik kesintisi de normalleşmiş durumda. sürekli voltaj değişiklikleri kesintiler yaşanıyor. elektronik cihazları olanlar için kabus olabilir.

    ama bu kadar da kötü bir yer mi ağrı? değil. cismen kötü gözükse de insanları özellikle, aşırı iyiler. batıdan nasıl gözüktüğünü bildiğim için; “sandığınız gibi değil” diyebilirim. sosyal hayat pek yok ama bunun sebebi sanırım vakit geçirilecek yerin azlığı, insanların tutuculuğu veya muhafazakarlığı değil. insanlar muhafazakar değil diyemem, ama genel bir baskıcı ortam bana yok gibi geldi. sokaklarda caddelerde kadınlar gayet rahat yürüyebiliyor, kimse tarafından gözle de olsa taciz edilmeden, elbette çok aşırı kıyafetli birini görmedim ama, şık giyimleriyle cafelere gidip oturabiliyor, erkekli kadınlı gruplar halinde yaşayabiliyorlar. ha ama hiç mi muhafazakar değil derseniz, elbette burdaki asıl hakim görüşün dindarlık olduğunu söyleyebilirim. farklı tipte insanlar gerçekten var ve bir arada yaşıyorlar. ama anadolunun, karadenizin bir çok yerleşiminde olduğu gibi birbirlerinden nefret ederek değil. mesela cumhuriyet caddesinde halkbank’ın olduğu aradan yukarı doğru çıkarken solda bir çorbacı var. sarıyer çorbacısı. yolu düşeceklerin uğramasını şiddetle tavsiye ederim. hem çorbaları hem de köftesi mükemmel. ama asıl soru burada değil, bu küçücük ve her daim sarımsak ve sirke kokan bu mekanda duvarda hz. ali ve turgut özal resimleri var. sahibi mükemmel bir insan, ama bildiğim ve anladığım kadarıyla caferi kendisi. buna rağmen bu mekanda hem takım elbiseli erkek ve kadınları, hem üniformalı polisleri hem de köylü olduğu belli insanları bir arada yemek yerken görebilirsiniz. bu açıdan bence çok çok daha mükemmel. kozmopolitliğin ve köftenin birleştirici gücünün nefis bir örneği.

    ağrı’da çok kürt olmadığını okudum internette ama bu doğru değil. kentin sokak dili net kürtçe. türkçe burada ikinci dil, bu bir gerçek.

    ağrı’da beni en çok şaşırtan şeylerden biri insanların sosyal hayatlarını geçirmek istedikleri mekanların fiziksel görünümü oldu diyebilirim. yukarıda bahsettiğim freezone tadında birkaç cafe daha var. bu cafelerin içinde kesinlikle coğrafi farkındalığınızı kaybediyorsunuz. mekanın tasarımı, iç döşemesi, seçilen renkler, mobilyalar ve mekanın menüsü dahil olmak üzere tamamen istanbul’da, izmir’de, eskişehir’de görebileceğiniz “tiki cafesi” tabir edebileceğim, cart renklerin hakim olduğu bir yer halinde. menüsünde meksika usulü tavuk, fajitas bile var. hatta fajitas burada kebapçılarda bile yapılıyor. yeri gelmişken bahsedeyim, burada ilk defa gördüğüm bir şey var; bildiğiniz süpermarketlerin üst katlarında restoran açılmış. iki tane böyle örnek var. biri dolunay, diğeri bayram marketler. bildiğiniz böyle önce süpermarkete giriyorsunuz, ardından içeride zor bulunan bir merdivenden yukarı kata çıkıyorsunuz ve normal, pastoral görünümlü bir kebapçı oluyor ortam. ve burası da fajitas yapıyor. hatta daha da garibi garsona ne önerdiğini sorduğunuzda olağan doğu şivesiyle “abiciğim çok güzel fajitas yapıyoruz” diyor. yahu ben niye ağrı’da fajitas yemek isteyeyim ki? bu arada bu mekanın menüsünün fotoğrafını çekecektim ama vakit olmadı, quessadillas da vardı. lavaşın arasına tavuk et falan koyuyorlardı tahminim. fajitas’ta da bu arada, tortilla yerine lavaş, guacamole, ekşi krema vs yerine yoğurt, acı ezme ve rende kaşar getiriyorlar. bu iki örnekte beni gerçek anlamda endişelendiren şey küreselleşmenin, ama artık açıkça söyleyebileceğimiz diğer deyimiyle amerikanizasyonun ( veya öyle olmaya çalışmış bir dejenerasyonun ) coğrafi sınırları kesinlikle umursamadığı ve sınıraşan bir niteliğe büründüğü. bundan gerçek anlamda endişelendim çünkü ağrı kent merkezinde ağrı’nın yerel kültürüne ait herhangi bir şey bulmak olanaksız neredeyse. buradan şu çıkarımı yapabiliriz, en azından ben yaptım; yaş olarak ileri olanlar olmasa da, alttan gelen nesil, yani yeni jenerasyon kültür olarak kendi üstsoylarıyla bağlarını o denli sert koparmış ki artık geri dönüşünü sağlamak olanaksız. bu mekanlara talep sadece kente dışarıdan gelmiş öğretmen, asker, memur ve öğrenci kitlesini içermiyordu emin olun, onlar her ne kadar katalizörü olmuş olsa da bu devamlı talebi yaratanlar oranın yerlileri de aynı zamanda. ve artık talep haremlik selamlık uygulamalar, kahvede okey oynamak vs. değil, işte tam da böyle mekanlarda, nezih veya “steril” mekanlarda vakit geçirmek. bunda da ben en büyük suçlu olarak televizyonu görüyorum. televizyonun evlerin içine girmesi ve kontrolsüz şekilde yayın yapmasından sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı ve daha da olmayacak. bu tektipleşmenin olumlu hiçbir tarafını göremiyorum açıkçası. ve dahası ağrı’da bir kebapçıya gittiğimde garsonun fajitas önermesi beni ciddi derecede rahatsız etti.

    insanlardan bahsediyorum, ama insanlar gerçekten çok iyiler. batının çoğu şehir ve kasabasında görmediğim hürmeti, kibarlığı burada gördüm. bir sabah bir börekçiye gitmiştim, neyse bir porsiyon börek, meyve suyu falan derken kalktım hesabı ödeyeceğim, adam para almadı! sebep; misafir olmamız. yani hayatımda hiç tanımadığım bir adam karnımı doyurdu, halimi hatırımı sordu ve gönderdi beni. bilmiyorum istanbul’da öğrenci halimle bir yere gidip bir porsiyon börek yesem parasını vermesem neler olabilirdi. tip olarak, konuşma olarak, yabancı olduğumuz ayan beyan ortada olmasına rağmen en ufak bir taciz, kötülük görmek bir tarafa, aşırı bir sempati ile karşılandık her yerde. kürt-türk konusu hakkında da insanların sohbetleri içinde hiçbir şey duymadım. sadece bir keresinde birisine türk kahvesi ısmarlanacakken, “türk edğil kürt kahvesi o” diyen ama sonradan kendi de gülen birini gördüm. gerçi aynı adam bir ara hiddetlenip “türkler hep kendilerine yaptılar okul, buralara hiç yapmadılar kürtleri cahil bıraktılar” dese de yine bir başkası “yok ya abi biz de okumadık aslında” diyebildi. ha bir de yine aynı şekilde, kürtlerle dalga geçen başka bir kürt gördüm. onun dışında açıkça söyleyebilirim ki kürt milliyetçiliği sadece istanbul, ankara ve izmir’de yapılıyor gibi gözüküyor. buradaki insanların ya daha büyük dertleri var ya da hallerinden mutlular ki umursamıyorlar.

    kürtlerden şikayet bir başka kürdü de patnos’da tanıdım. oranın belediyesinde çalışan biriydi ve sanırım son yıllarda tanıdığım açık ara en iyi insandı. kendisi de belediye seçimleri için “eskiden hep aşiret düzeni vardı, ağalar başkan seçilirdi onlar da hiç hizmet etmezdi” diyerek sistematik feodalizmi eleştirdi aslında, ama şimdi iyiymiş. ki patnos’a ayrı bir başlık açmak gerekir. tek kelimeyle müthiş bir yer. ağrı’nın merkezinden van yönüne doğru, ters akan murat nehri boyunca gidiyorsunuz. yolda hamur ve tutak ilçeleri var. bunlar da ilçe ama ciddi derecede küçük yerler. köyden hallice, kasaba gibi daha çok. ağrı patnos yolu çok kötü, dağların arasından geçiyorsunuz ve satıh bozuk. murat nehri olmasa belki de yol yapacak düzlük bile bulunamayacaktı. tepelerinde hiç bitkinin olmadığı, etrafta nisan ortasında bile ciddi derecede kar olan yerlerden geçip gidiyorsunuz ama o sessizlik ve ıssızlık neredeyse ürpertici. gerçi patnos’a yaklaştıkça tam çayır olmasa da yaylaları görüyorsunuz ve oğlaksuyu diye çok sevimli bir köyden geçiliyor. nedense bu köyü çok beğendim geçtiğim oncası içinde. tarif edemeyeceğim, keşke durup fotoğraf çekebilseydim dediğim bir yerdi. sadece hızla geçerken gördüğüm bir görüntü sanırım hafızamdan hiç çıkmayacak, köyün biraz dışında bir evin az ilerisinde, yemyeşil çimenlerin üzerinde büyükçe bir sofra bezi, üzerinde oturan 2-3 tane çocuk ve evden çıkmış yalınayak onlara doğru koşan, uzun etekli, esmer bir kız. yüzündeki mutluluğu, sevinci asla unutamayacağım. sofra bezinin üzerindeki çıplak barbi bebeğine koşan, üzerindeki eski kıyafet ile süphan dağının manzarasını izleyerek yaşayan ve büyüyen bu kişi mi çocuk, yoksa istanbul’da 1,5 saat boyunca okul servisinde yolculuk yaparken psp’sinde oyun oynayan diğeri mi? gerçekten bilmiyorum…

    neyse, patnos süphan dağının eteğinde, nüfusu ağrıdan çok az olmayan bir yerleşim yeri. ağrı’nın aksine daha yeşil, daha derli toplu. çok vakit geçirme şansım olmadı, ama kesinlikle şirin ve huzurlu bir yer olduğunu söyleyebilirim. zaten bu özellikleri sayesinde son yıllarda ciddi derecede göç almış.

    patnos’un girişinde “aznavur tepesi” denilen, yapay bir tepe olduğu göze çarpan bir tepe var. burada urartu’ların krallarının mezarlarının olduğu, dolayısıyla içinde çılgın derecede altın olduğu rivayet edildi. hatta zamanında kazı yapılmaya çalışılmış ama asker müdahale etmiş, ki bugün gerçekten anlamsız bir şekilde tepenin etrafı dikenli tellerle çevrili ve askeri bir üs var çevresinde. bu çevrede bu tür altın bulma hikayelerinin çok sık olduğunu, bu altını bizzat bulan birinden de dinledim. işte birisi hatta ev yapmak için temel kazmak için kepçe getirmiş, kepçenin ağzında iki kova altın bulmuşlar vs… inandırıcılığı şüpheli olan insanlardan dinlemediğim için bu hikayeyi inanıyorum. geçmiş zamanda bu kadar popüler olan bir yaşam merkezinin şimdi bu kadar ıssız olması da garip tabii ki.

    patnos’tan muş’a doğru yol alırsanız malazgirt’e ulaşıyorsunuz. yol boyunca solda süphan dağı gözüküyor ve çevresinde de bu bölgenin bir zamanlar volkanik bir site olduğunu çok rahat anlayabileceğiniz kaya oluşumları mevcut. hepsi bir zamanların lav veya magma artığı. siyah, delikli, volkanik taşlar hep etrafta. hatta bunlardan normal ev duvarı olmasa da bahçe duvarı yapmış herkes.

    malazgirt, bildiğimiz savaşın yapıldığı yer işte. muş’a bağlı aslında ama ağrı’ya da çok yakın. 1071 yılındaki savaşın anısına çanakkale şehitleri anıtı benzeri ama daha küçük bir anıt yapmışlar, her yıl ziyaretçisi falan oluyormuş hatta. malazgirt de küçük, standart bir yer aslında. malazgirt’de de patnos’da da gördüğüm bir gariplik bu arada, adı “kaymakam konutu” olan, içinde bulunduğu çevreden olabildiğince soyutlanmış, anlamsız bir şekilde iki katlı, sütunlu verandalı amerikan mimarisini andıran, etrafı yüksek duvarlarla çevrili ve gereksizce şaşaalı yerler var. tam bir saçmalık yani. hatta aynısı doğubeyazıt’ta da mevcut.

    malazgirt’in biraz dışında bir köyde bir alabalık restoranı var. zamanında emekli olan bir öğretmen, doğal bir suyun kenarına böyle bir tesis kurmuş. küçük bir vadinin ortasında, tepelik ve etrafında çayırların olduğu bir tesis ve kesinlikle taptaze, mükemmel alabalık yapıyorlar. sahibi “balığın derisi atılmaz yenir” diyor. pis havuzlarda tıkış tıkış büyüyen alabalıklar gibi değil, gerçekten lezzetli ve bunun en büyük sebebi sanırım suyun sabit değil, akan bir yapısının olması. yani havuzlardaki su sürekli yenileniyor. bir bakıma diyebiliriz ki bir derede yetişiyor balıklar.

    aklıma şimdi geldi, ağrı ve çevresiyle ilgili en güzel bulduğum şeylerden biri de balığın ciddi derecede tüketiliyor ve seviliyor oluşu. uzaktan bakınca sanki sadece et yeniyordur diye düşünüyorsunuz ama balık da gayet ana tüketim maddelerinden biri. çok yerde satılıyor mesela merkezde. karadeniz’den taze bir şekilde gelebildiği için böyle olduğu söylendi.

    bir de tam bu mevsimde çiriş otu denilen, tat olarak ıspanağa, görüntü olarak bence kalınca bir yeşil soğana benzeyen bir ot var. bu da mevsimsel olarak çok tüketiliyormuş. ki ben bu otu zaten bursa semt pazarında da görmüştüm. az da olsa batıya da geliyor demek ki.

    yapılaşma; marmara kadar dağınık. bunun sebebinin kolayca su kaynaklarının bolluğu olduğunu anlayabiliriz. çatılarda kiremit kullanılmıyor, genelde sac. bunun sebebi de elbette kiremitin kar tutması. şaka gibi gelecektir çoğu insana ama burada gerçekten kar nisan sonuna kadar var olan bir realite. bu sebeple insanların buna göre konumlanmaları çok normal. hatta ağrı merkezde mesela, yağmur suyu oluğu diye bir şey yok. yağmur suyu, eriyen kar suları olduğu gibi şapur şupur yollara, kaldırımlara dökülüyor. ilk başta “bu teknoloji buraya henüz gelmemiş” gibi saçma bir düşünceye kapılabilirsiniz. halbuki gerçek öyle değil, çünkü yapı tekniği ile ilgili işe yarayabilecek her şeyi ağrılı müteahhitler bilmektedir. asıl durum, yağmur oluğu sisteminin buranın kış şartlarında, eksi 35 derecelerde donarak işlevsiz hale gelmesi, kullanılamaz derecede hasar görmesiymiş.

    patnos’ta sosyal hayat ağrı’nın merkezinden de modern. bahsettiğim şekil cafeler olmakla birlikte ailelerin gidip oturabileceği güzel çay bahçeleri var. orada bulunduğum pazar günü içinde el ele tutuşan çiftler, gayet etek giymiş yolda yürüyen kadınlar gördüm. bunları bu kadar açık yazıyorum çünkü sözde batıdan buraların nasıl algılandığını çok iyi biliyorum. bu sebeple açıkça söyleyebilirim ki patnos karadeniz’in ve orta anadolunun bir çok il ve ilçesinden çok daha ileride bir görünümde. benim için kadının sokaktaki görünürlüğünde rahat olması ve var olması bir bölgenin zihniyeti konusunda çok önemli bilgiler verir. ağrı merkezde de durum beklediğim kadar kötü değildi, ama patnos daha iyi açıkça.

    ağrılılar patnos’u pek sevmiyorlarmış mesela, çünkü patnos’da kürt kimliği daha önde ve siyasi olarak da bdp’nin ağırlığının daha fazla olduğu biliniyor. zaten bana çevreyi gezdiren müthiş insan da bdp’liydi. ama kendi köyünden geçerken; “buranın adı aslında x’di, ama şimdi doğansu oldu” dedi. üzerine ben; “e artık geri veriyorlamış gerçi asıl isimlerini” dediğimde şaşırtıcı olarak “öyle ama biz doğansu ismini de seviyoruz” diye cevapladı. bu da bilmiyorum, bizim batıda dinlediğimiz “kürtlerin mağduriyetleri” listesinde bulunmasına rağmen kimsenin pek umursamadığı şeylerden biri gibi geldi bana. doğansuluların en büyük problemi de zaten isminden ziyade sanki işsizlik gibiydi. çok göç olmuş zira dışarıya. zaten çevrede hiç sanayi falan yok, üretim adına hiçbir şey yok. ama şunu da itiraf etmek gerekir ki iklim biraz daha müsait olsaydı etraf öyle güzel bir yayla ki tarım, hayvancılık çok daha verimli yapılabilirdi. belki hala biraz yatırım ve eğitimle gerçekleştirilebilir bu. dediğim gibi bu olaylar hep süphan dağının o heybetli görüntüsünün etrafında oluyor…

    ağrı’da kalmak isterseniz şu an için en yeni ve bakımlı kalınacak yer otel şahin gibi gözüküyor. resepsiyonist biraz kıl bi eleman ama sahibi acayip tatlı biri. hatta diyebilirim ki adam kendine mekan olsun, zaman geçirip oturacağı bir yer olsun diye kendine otel yaptırmış gibi duruyor. belli ki zaten gayrimenkul zengini. sabah 10 gibi gelirseniz lobide bulabilirsiniz, gerçi zaten o sizi bulacaktır. muhabbet edecek birileri olsun diye açmış sanırım işte oteli, sürekli konuşmak istiyor…

    yerel ağızda en çok dikkatimi çeken kullanımlardan biri “durumun nasıl?”. ciddi ciddi, nasılsın yerine kullanılıyor. sanırım şu çok ünlü “hiç durumum kalmadı” muhabbetinin kaynağı da bu. ikincisi ise “işin rast gitsin” şeklinde söyledikleri temenni cümlesi. yani “iyi günler, hayırlı işler” şeklinde, bir yerden ayrılırken birine iyi dilek sunmak amaçlı kullanılıyor. bence güzel.

    ağrı’dan iran’a doğru giderseniz de diyadin ilçesini sağınızda bırakarak doğubeyazıt’a geliyorsunuz. zaten hafif sol karşınızda ağrı dağı tüm görkemiyle gözükmeye başlıyor bir süre sonra. o zaman doğru yolda olduğunuzu anlayabilirsiniz. doğubeyazıt’ın merkezinde aradığımı tam bulamadım açıkçası. yol üzeri olduğu, sınır kapısından önceki neredeyse son büyük yerleşim yeri olduğu için açıkçası çok kalabalık ve hareketli. ama orası da istanbul’dan 1300 km uzaktaki bir yer gibi değil. burada da maalesef çok vakit geçiremedim, ama pasajlara gitme imkanım oldu. ve bu liberalizme yine lanet ettim. artık kaçak çayın bile kaçak olmadığını düşünürsek artık bu sınır ticaretinin kalbi olan yerlerde orijinal, hiç görülmemiş ve çok farklı bir şey görme olasılığını bence az. ama bunu tabii ki istanbul gedikpaşa, kapalıçarşı, tahtakale ve doğubank/hayyam ortamlarını bilen biri olarak söylüyorum. eminim 60’lar, 70’ler hatta 80’lerde gelmiş olsaydım burada büyülenebilirdim. ama şu anda kalmış tek şey birkaç içki, sigara dükkanı, birkaç tane de hediyelik eşyacı, ki gerçekten artık bunları her yerde bulabiliyorsunuz.

    ama gelin görün ki ishakpaşa sarayı, kelimelerle tarif edilemeyecek bir yer. mimarisi, pratik anlamda zamanın çok ötesinde. kalorifer sistemi, çeşmeleri, avluları, pencereleri ve yemek salonu ile birlikte düşünüldüğünde içinde gezerken, sarayın içinde gerçekten birilerinin yaşadığı döneme yolculuk yapabiliyor insan. saray bir tepenin tam eteğinde, tam eski zamanlara göre düşünülmüş, önde bir kale duvarı, arkada koca bir dağ (ağrı dağı değil ama) güvenli, korunaklı ve sağlıklı. doğubeyazıta bakan pencere ve bahçelerin manzarası insanı; “ben burada 2 ay yaşasam kesin ererim zaten” diye düşündürüyor. o sessizlik ve huzuru kelimelerle tarif etmem imkansız. ama saraydan ovaya baktığınızda irili ufaklı koni şeklindeki tepeleri görebiliyorsunuz. e malum ağrı dağı ile birlikte düşününce bu belli bir çizgiyi izleyen oluşumların bir dönem çok hareketli bir volkanik bölüm olduğunu, buranın bir fay hattı olduğunu anlamak zor değil. coğrafya derslerinde ezberletilen her şeyi apaçık görebilirsiniz burada. sarayın restorasyonu yalnız gerçekten düşündürücü. çatı olarak yapılmış modern görünümlü ahşap ve camdan yapı, aslında düşününce var olan, canlı kalabilmiş güzellikleri ortaya çıkarmış olsa da binanın bütünlüğüyle tam bir tezat içerisinde. daha iyi yapılabilir miydi? bilmiyorum. bu hali de benim için yeterli sayılır.

    doğubeyazıt’a girerken iran yolundan sağa dönüyorsunuz, işte oradan sola dönerseniz iğdır’a doğru gidiyorsunuz. d.beyazıt iğdır yolu da ağrı dağının eteği etrafında bir yolculuk aslında. dağ sağda kalıyor giderken, ve mükemmel bir manzara sunuyor. hiçliğin ortasında küçük küçük köyler, evler ve kocaman bir ova. aslında yayla demek daha doğru belki de. dağın basıncı kaynaklı sanırım, bol da yağmur alan bir yer. hatta dönüşte küçük çaplı bir gökkuşağı bile gördüm. yani bir tarafta gökkuşağı ve gri bulutlar, bir tarafta bembeyaz ağrı dağı, ve bütünüyle bir ova. tahmin edilebileceği gibi müthişti.

    iğdır’la ilgili burada çok şey yazmayacağım ama iğdır mükemmel bir yer ağrı’ya kıyasla. ağrılıların iğdır’ı çok sevmediklerini ve iğdır’ı kötü gördüklerini söyleyebilirim rahatça. hatta iğdır yolunda gece kaza yapan biri için açıkça “bok yoluna gitmiş” dendiğine bizzat şahit oldum. bu da ağrı’nın dindar muhafazakar olması sebebiyle olan bir şey. iğdır çok çok daha kozmopolit ve belki de bu sebeple daha ileride bir yerde. iğdır’ı hiç görmemiş olsam ağrı’yı eminim daha çok sevecektim.

    ağrı ile ilgili şunu da belirtmek isterim, buradaki orduevinde birkaç kez vakit geçirme imkanı buldum. ilk orduevi deneyimimdi ve beklediğimden çok daha güzel buldum. bir kere fiyatlar öyle anlatıldığı kadar ekstrem ucuz değil. sadece dışarıdan biraz daha ucuz, ama yine de cebinizden biraz para çıkıyor. mesela pazar günleri brunch oluyor ve açıkbüfe kahvaltı yapılıyor. bir kere her şeyin ayrı ayrı fiyatı var, yani sosis ve sucuk tanesinin bile. kendime yaptığım dolu bir tabağa 10 lira verdim mesela. e dışarıda da ben bunu zaten 15-20 liraya yiyorum? neyse ama asıl aktarmak istediğim şey, orduevlerinin kapatılması gerektiğini savunanların kesinlikle akıllarını kaçırmış olduğudur. sebebi askerin, ordunun müsrifliği, seçiciliği falan değil. buraya dışarıdan gelmiş ve görevini icra eden insanlar için burası sosyal hayatlarının tamamını geçirebilecekleri tek yer açıkça. çocukları, eşleri ve kendilerinin gerçek anlamda güvende olabilecekleri ve içinde bulundukları durumdan nispeten uzaklaşabilecekleri yegane ortam, sosyalleşebilecekleri, başka insanlarla, kendileri gibi insanla oturup oyun oynayabilecekleri, sohbet edebilecekleri tek mekan. kimse kusura bakmasın, bilmiyorum ama askerlik şubesi komutanının, jandarma komutanının kahveye gidip çay içebileceğini rahat rahat kimse düşünemez sanırım. veya maç izlemeye gidebileceği, rahatça içki içebileceğini. burası zaten daha çok “dışarı”dan gelenlerin gittiği bir kamusal alan haline gelmiş. benim bile girip jandarma komutanıyla sohbet edebildiğim düşünülürse katı bir “sadece askerler girebilir” kuralının uygulanmadığını söyleyebilirim. (yalnız umarım bunlar orduevinin komutanının başını derde sokmaz.) ha nedir, ben de eşofmanla, sakallı gitmedim tabi ki. ama etrafta zaten sivil olan, oranın memur bürokrat kadrosundan çok kişi rahatça vakit geçirebiliyordu orduevinde. zaten belki de orduevlerinin tek sorunu katı sadece askeri personele hizmet kuralıdır, ama bu da fiiliyatta ihtiyaç olan bölgelerde giderilmiş, aşılmış gözüküyor. içeride de ben hiç emir-komuta zinciri, rütbe muhabbeti görmedim.

    son olarak şunu söyleyebilirim ki; burası batı medyasıının gösterdiği, empoze ettiği illüzyondaki gibi değil. o imajla hiç alakası yok. bu açıdan benim gözümdeki “doğu” imajının tamamen değişmesinde çok önemli bir rolü oldu bu ağrı ziyaretinin. hayatımda ilk kez bu kadar doğuya geldim (çocukken diyarbakırda bulunduğum ama hayal meyal hatırladığım dönemi saymazsak) ve kafamdakinden tamamen alakasız bir durumla karşılaştım. işte bunu da insan buraya gelip görmeden bilemez.

    belki de sırf bu yüzden bence herkes ağrı’ya, iğdır’a gelmeli…

    eklemeyi unutmuşum, bahsettiğim sadece yaya trafiğine açık caddede emin kebap var. kime sorsanız gösterir zaten. buranın mükemmel bir döneri var ama net kusursuz. zaten küçükbaş hayvan etinden yapıldığı yazıyor, tadından da gayet belli. yağlı yağlı böyle. hatta diyebilirim ki beşiktaştaki karadeniz döner ile yarışır, hatta bence ondan da iyi. tek eksisi dürüm yapmayı bilmiyorlar. lavaşları da güzel değil. ama buraya vedat milor gelse ve dürümden sızan yağları görse dudaklarını şapırtada şapırtada yerdi...
  • halkın, 5 yıllığına akp'nin cebine giden belediye hortumu'nu kestiği şehir.
  • 30 marttaki seçimde bdp'nin az bir oyla kazandığı ancak akp'nin gereksiz itirazlarıyla bugün tekrarlanan seçimde bdp'nin 5.000 oy gibi bir farkla kazandığı güzel ildir ağrı.haksızlıklara sandıkta cevap veren tüm ağrı halkına gönülden teşekkürler.
  • şerefine sahip çıkan kentimizdir.
  • şehre koyu bordo bir hüzün geldiğinde, üstelik kasım da yaklaşıyorsa okunup teselli aranacak olan yegane şiir.

    ağri

    -ağrımı anlattığım insanlara,
    alihsan'a, işıl'a, ayhan'a-

    sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul'a
    ciğerlerimin filmini çektiler
    ciğerlerim artiz oldular icabında
    akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
    sigara figüran falan.
    ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
    uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım
    ben bunu geç anladım.
    senin için şiir yazacaktım istanbul
    ismini ağrı koyacaktım.
    oysa bir şiir niyeydi sanki
    yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
    hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
    fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
    rakı içebilir miydi samatya'da
    bir şiir uyur muydu kuş gibi
    başını alıp da kanatlarının altına?
    oysa bir şiir neydi sanki
    ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
    bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?

    bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermiş ayyaşlara
    bana kerametinizi gösterin
    kermatenizi gösterin bana!
    bir dikişte içtim bir şişe geceni
    yıldız komasına girmek istiyordum,
    istiyordum dolunay çarpsındı beni
    kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
    kimim fazladan puştluğu varsa bir sigara sarsındı bana
    kin kusulsundu, öç alınsın
    icabında modern kadındım, ne zaman şişmanlasa ruhum
    hemen yarın yeni bir intihara başladım.
    ben fazla yemesem diyorum baylar yani
    bu kadar hınç bana fazla.
    icabında bir allah bir allah daha
    çok tanrılı bir din ederdi
    bırak müridin olayım istanbul

    sen beni hep bir şiir sanıyordun istanbul
    oysa çakmaktaşları gibi kıvılcımlıydı gözyaşlarım
    ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla
    bu şiiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
    canım yandı
    bu şiiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım
    şimdi bırak sana kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
    kapıma gül bırakan adamları
    ben de icabında bir hafıza mağduruyum
    cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
    sokaklarında eylemler yapayım.
    benim ne sakal yanığı günlerim oldu
    guruba bak ve beni an
    öpüşmekten yorgun ve kızıl
    bir şiir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?
    yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
    bütün allar bir gün solarmış
    ben bunu geç anladım
    yağmur meğer tanrının zulmüymüş istanbul.
    ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
    kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık
    ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan
    ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
    meğer yüksek bir dağmış.

    üstümü ara
    cebimdeki şiiri usulca kaydırayım senden tarafa
    ellerimi de kaldırdım bak
    hazırım tutkumu tutukla.
    şiirsizim
    bu şiir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul
    ben bu şiiri kusarak yazdım.

    ekim 2002, yakında kasımpatları da çıkacaktı.

    didem madak, yasak meyve şiir dergisi, şubat/mart 2003, sayı:1
  • oylar sayıldı akp ipi göğüsleyemedi, diğer sayıma geçildi, oy torbaları delindi pusulalar çalındı, seçim iptal edildi. ceylanpınar'da bdp nin ankara'da chp'nin yeniden sayım itirazını reddeden yüce adalet ağrı'da farklı tecelli ediyor.
  • sabah uyandığınızda hiçbir yeriniz ağrımıyor veya acımıyorsa gece öldünüz demektir.
  • bir gün her şeye yeter artık diyecek kadar canım yandığında, acıyı gerçekten hissettiğimde "ancak böyle bir isme sahip bir şehir beni anlayabilir" diyerek sığınma ihtimalim olan il. ismin güzelliğine bak... ağrı. yaşanmışlıklardan miras yürek ağrılarımı bu şehre emanet edebilirim.

    sadece bir gece kaldım bu şehirde. öğretmen evinde geçirdim geceyi. küçük şehirlerde hep böyle midir bilmem ama yüzünüze bakar bakmaz şehrin yabancısı olduğunuzu anlıyorlar. hatta şehrin halkını geçtim, yol çevirmelerinde askerler bile anlıyor. ve yabancı olduğunuzu anladıklarında başlıyor asıl macera. eğer benim gibi kimselere güvenmeyen bir insansanız, hem afallıyor hem de kabalık etmemek için ne yapacağınızı şaşırıyorsunuz ama uzun sürmüyor, o samimiyete teslim oluyorsunuz.

    yeni gittiğim şehirlerde en çok mahalle aralarını gezmeyi severim ben, şehrin kalbi bence oralarda atar. ağrı'da da öyle yaptım. derken sokağın birinde oyun oynayan çocuklara denk geldim. farklı geldi oyunları, kaldırıma oturup izlemeye başladım. çok eğleniyorlardı. çok güzeldi. ağzım kulaklarımdaymış, hiç farkında değildim. yaşlı sayılabilecek bir teyze geldi, evinin penceresinden görmüş beni. çay demlemiş yeni, çaya davet etti. alışık değilim ki. yaşadığım şehirde yabancıları pek sevmezler, iyi de davranmazlar. elimde olmadan duraksadım. anladı hemen. üstelemedi. 5 dakika sonra elinde bir bardak çay çıkageldi. çok utandım. içtim çayı, teşekkür ettim, çıktım sokaktan.

    çarşıda sokak başında kebapçılar vardı. çok açtım, gittim birisine. ne istediğimi söyledim. biraz duraksadı, sonra yaktı mangalı. ben o sırada mangal da yanmıyor daha, çok sürmese bari diye düşünürken, o da zabıtaları düşünüp duraksamış oysa. akşam 7'de yakılıyormuş mangallar, gece 1 ya da 2'ye kadar (bunu net hatırlamıyorum) açık oluyormuş. aradan birkaç dakika geçti geçmedi köşeden zabıta göründü, misafir dedi hemen tezgahın sahibi, yoldan gelmiş açmış. öyle deyince zabıta da uzatmadı, başka yok ama 7'ye kadar gibi bir şeyler söyleyip gitti. yemeğimi yedikten sonra asıl mesele başladı. para almak istemedi, yoldan gelmişsin misafirsin, misafirden para mı alınır dedi, yalvar yakar oldum yediğimin parasını verebilmek için (bunu siirt'te de yaşamıştım.) ve nihayet asgari müşterek bir rakamda güç bela anlaştık. tam bir kırmızı et cenneti bana göre. gayet de güzel yapıyorlar. etoburlar için güzel yer. (etoburum.)

    bir de sokaklarda dükkan aralarında odunlu semaverler var. baktığımı gören esnafın biri ikram etti hemen çaydan. çok güzeldi. kaçak çay olmasına rağmen ağır gelmedi. (evde lipton earl grey kullanan insanım, kaçak çay içemem.)

    2009 yerel seçimlerinden sonra gitmiştim. yerel seçimlerden sonra olayların yaşandığı yerlerden biriydi. olayların dışardan gelenler yüzünden çıktığını söylediler. "ağrı'nın insanı teröriste yardım etmez, hep dışarıdan gelip karıştırdılar burayı, ptt'nin camlarını kırdılar, buranın insanından korkma" dediler. kendilerini açıklama çabaları içime oturdu. düşünsenize, bir şehrin insanı terörist olmadığını, teröristleri sevmediğini ifade etmeye çalışıyor var gücüyle size... konuşsam ağlayacaktım, gülümsedim sadece, "korkmuyorum zaten" diyebildim.

    bir tek dönüş sıkıntılı oldu. dönüşte van'a geçip, van'dan gelecektim evime. ama van'daki firma biletimi başkasına satmış. bir sürü olay çıkardım terminalde. hatta birisi "yabancı ama cesur kız" dedi diye (ki bunu sevimsiz ya da o an sinirli olduğum için bana sevimsiz gelen bir tonla söyledi) hepten dellenip bir fasıl da ona fırça kaydım "ne demek istiyorsunuz siz, çok mu alıştınız yabancıyım başıma iş gelmesin deyip susanlara" diye bir ton laf saydım. sonunda ağrı'dan akşam çıkacak bir otobüsten yer ayarladılar, normalde terminalin kapandığı bir saatte geçiyormuş otobüs ama terminalde kalmayayım tek başıma diye ağrı'dan otobüs gelene kadar 2 adam başımda bekledi.

    dönüşüm maceralı olmuş olsa da, genel olarak güzeldi. küçük, çok küçük ama samimi. bozulmaz umarım.
  • bu şehrek'e dair en trajikomik şey ismini aldığı veya verdiği dağı bu şehrin merkezinden görememeniz.

    bundan sonrası bu şehre dair aklımda kalan anekdotların bilinçakışı tekniğiyle bu sanal satıha akıtılması olacak.

    isminin etimolojisini türkçe yüksek anlamına gelen ağruya dayandıranlar mevcut. ne kadar doğrudur, orasını bilemem. benim en çok dikkatimi çeken bu şehir kars'a hem çok benziyor hem de hiç mi hiç benzemiyor. nasıl oluyor bu derseniz buyurun:

    kars'ın bir konuda yanına yaklaşamaz: tarihi. kalesi yok bir kere bu şehrin. ha unutmadan bir de ucu bucağı görünmeyen büyükbaş ve kaz sürülerinin eksikliği var. bayağı hindi gördüm ama bu arada kars'tan farklı olarak.

    belirtmeden geçemeyeceğim şey şudur ki, ağrı öğretmenevi ne kadar bedhal, pespaye, hırpanî ve allahından geçmiş ise ağrı ibrahim çeçen üniversitesi konukevi o denli muntazam, mükemmel ve profesyonel. bu zamana kadar çeşitli nedenlerle birçok üniversitenin konukevi'nde kalma fırsatım oldu ancak bu denli iyisini görmedim. benim açımdan işin en komik yanı ise ağrı seyahatim boyunca hem suit odada hem de normal iki kişilik odada kalma şerefini yaşadım. suit odada kendimi bayağı bir eğreti hissettim yalnız.

    konukevi'ne girişte iki duvar sathında o denli güzel çini panolarla çevrili ağrı panoramaları var ki ağzı açık ayran budalası gibi bu resimleri negâh eyledim bir süre. konukevi, üniversite kampüsüne girişte soldaki ilk bina. kampüsün içine girmeyen özel halk otobüslerini düşününce insan, konukevinin kapıya en yakın bina olmasına pervasızca sevinebiliyor (bkz: kendimden biliyorum). kapısında kırmızı halı serili konukevi'nin. dediydim ya kırmızı halıda yürüdükten sonra bir de suit odada kaldım ki değmeyin keyfime. bu lüksü bir de iran şiraz'da yaşamıştım. allahım doğuda yaşadığım bu zevki neden batıda bahşetmiyorsun bu garibe?

    insanı hakkında genelleme yapamam. çünkü insanıyla van veya şırnak sakiniyle muhabbet ettiğim kadar hasbihal etme şansı bulamadım. o yüzden işkembe-i kübradan atamayacağım. dış görünüşleri için toprak yüzlü insanlar olduklarını söyleyebilirim çok rahat bir şekilde. kadınlarının yüz hatları keskin, bakışları şahin gibi. göz göze geldiğim güzeller çok haşin ve dikkatle bakıyorlar insanın suratına. bakışırken çekindiklerine şahit olmadım hatta zaman zaman ben gözlerimi kaçırdım. ağrı merkezinde gezdiğim yerlerde kulağıma çalınan kürtçe konuşma oranı ise hayli düşüktü. bunda merkez'de olmamın etkisi olabilir. ama mukayese etmem gerekirse, şırnak'ta örneğin sokaktaki çocuklar oyun oynarken birbirleriyle kürtçe konuşurken ağrı'da çocuklar birbirlerine türkçe sövüyorlar. ha sövgü dili olarak türkçe'yi kullanıyorlardır belki, orasını bilemem.

    minibüs şoförleri ve küçük yaştaki muavinlerle bayağı muhabbet ettim yalnız. bildiğin minibüsçüler. sanki aynı tornadan çıkma ülkenin tüm minibüsçüleri. yaşları 12 ilâ 16 arasında değişen cevval muavinler ise tuttuğunu koparan tipten.

    bunun dışında dikkatimi çeken, bu şehrin van çıkışına doğru yol üzerinde sağlı sollu küçük boyutlu bir ostim kurulu. küçük ölçekli sanayi bölgesi orada yanılmıyorsam.

    mimarisi ile ilgili gözlemlerimi aktaracak olursam, şunları söyleyebilirim ki, kesinlikle ama kesinlikle bir mimarî kimliği yok bu şehrin. bir ayrıntı olarak minareleri ilginç sadece. sarı kesme taştan inşa ediliyor sanırım minareler. her minare sanki doğubeyazıt'taki ishak paşa sarayı içerisindeki camiinin minaresinin karbon kopyası. camiilerin kendilerinde ise hayır yok onu söyleyebilirim. zerre kadar sanatsal ve mimarî zevken yoksun ibadethaneler, devlet binaları ve meskenlerle dolu şehir. dediğim gibi sadece minareler selçukî bir meltem estiriyorlardı hafiften. onun dışında toki türkiye'nin her yerinde olduğu gibi bu şehirde de birbirine benzeyen binalar dikmeye devam ediyor. bunun dışında imam-hatip tabelalı ilk ve ortaöğretim okullarının sayısı hayli yoğun. burada da yürüyüş yolu niyetine bir cumhuriyet caddesi var.

    kendine özgü yiyecek konusunda bir abdigör köftesi mi derler o var doğubeyazıt'a özgü. üç gün içerisinde gördüğüm on kadar polisle tek hemfikir olduğum nokta: bu köftenin iğrençliği meselesiydi. bir et nasıl tatsız-tutsuz hale getirilirin anayasasını yazmış adamlar yahu.

    bu şehre dair en güzel gelişme yedi yıllık bir üniversite olmasına rağmen ağrı ibrahim çeçen üniversitesi kütüphanesi'nde otuz bin kitap varmış. zamanında siirt başlığında irdelediğim gibi hemen hemen aynı yıllarda kurulan siirt üniversitesi'nde bu sayının altı binin biraz üzerinde olduğunu söyleyeyim de olayın önemini anlayın.
  • gidilir ama kalinmaz, çünkü herseye heryere çok uzaktir. iran'dan baya bisey gelir gider, meyve sebze mesela,neden derseniz; iran daha yakindir çünkü.
    orada ögretmenlik yapmis biri olarak, lisedeki ögrenciler umutsuzdur diyebilirim. çünkü mezun olduklarinda üniversiteye gidecek olanlar sayilidir, üniversiteye gidemeyen erkekler için; kahvehanelerde kontenjan her zaman mevcuttur, kizlar için; evlilik tek çikis yoludur. çünkü 12 kardesinizle ayni odada kalmak 18 yasindan sonra daral getirmektedir.
    heryerde oldugu gibi çok güzel insanlar vardir, ama orayi bitiren yine kendi insanlaridir. derse girmeyen ve maas alan agrili ögretmenler bence gelismemenin ilk sorumlularidir. digerleri çalisiyor mu? bu soruyada olumlu cevap vermek neredeyse imkansizdir, geldigi günden itibaren ne zaman tayin isteyecegini düsünüyorsa bir ögretmen ne kadar faydali olabilir artik siz düsünün.
    sosyal hayatina geçersek;merkezde sinemasi yoktur. gidip sosyalleseceginiz mekanlar sayilidir. kafe vardir bar yoktur.
    tiyatro ise turneden turneye çevre illerin tiyatrolari ugrar, tek halk egitim merkezinin salonu vardir.
hesabın var mı? giriş yap