1306 entry daha
  • kadın ruhunun ve med cezirlerinin çözümlemesini daha iyi yapabilmiş çok az yazar var günümüzde.
    özellikle deneme yazılarını okurken, bir kadın olarak fark edip de kabullenmek istemediğim onlarca cümle saplanıyor beynime.

    özellikle hazzın haritasıadlı ufak hikayesi, insan olmanın getirisi olan o önüne geçilemez arzu ve istekleri çok yalın bir şekilde anlatıyor.

    başucu eseridir. muhakkak göz atılmalıdır şu satırlara.

    bir bakın, bir okuyun şu satırları.
    --- spoiler ---

    ben onu tanıdığımda artık neredeyse yaşlılığını bile geride bırakacak çağlardaydı, yaşını kimse bilmezdi, ıssız bir peronda son treni beklerken ayaklarının dibindeki bir karınca yuvasını seyrederek oyalanmaya çalışan gamsız bir yolcu gibi hayata da, insanlara da aldırmaz bir ilgi göstererek yaşardı.

    iri gövdesini, koca memelerini rahatça taşıyarak hep dik tutar, ilgimi çekecek bir iştahla yemek yerdi.

    artık hiçbir yaşla tanımlanamayacak kadar yaşlı olmasına karşın garip bir cinsellik rayihasını hep kendisiyle birlikte dolaştırırdı, aşk hikayelerini, küçük kaçamaklara ait dedikoduları yemeklere gösterdiği iştahla öğrenmek isterdi, duyduklarını bizim bilmediğimiz gizli bir tarihin ona bıraktığı anılarla kıyaslar gibi elindeki altının değerini dişine vurarak anlayan bir sarrafın dikkatiyle gözlerini kısarak dinler, sonra da çizgilerin arasında kaybolmuş dudaklarında beliren alaycı bir gülümsemeyle "hıh" derdi.

    herkesi ve her şeyi küçümserdi.

    bir kez bile kendisinden ya da geçmişinden söz ettiğini duymamıştım, dillere destan güzelliğini başkaları anlatırdı.

    bazen, ikimiz yalnız olduğumuzda inanılmaz derecede açık saçık hikayeler anlatır, sonra da sanki anlattığı hikâyeyle beni bir oyunda mat etmiş gibi neşeli bir kahkaha atardı.

    öğüt verdiğini, akıl öğrettiğini, başkalarının işine karıştığını, yaşlılığın kendisine verdiği haklan başkalarına kendi görüşlerini kabul ettirmek için kullandığını hiç görmemiştim, ciddi konulardan konuşmaktan, dertleşmekten, acılarından, hastalıklarından, tecrübelerinden bahsetmekten hoşlanmazdı.

    yalnız bir keresinde, bir konuşmanın ortasında, "herkes hazza koşar" demişti, sonra başını sallayıp, "çok azı onun başında beklemeyi bilir" diye eklemişti. ne dediğini anlamamıştım. doğrusu pek aldırmamıştım da. bu iki cümle zihnimin karanlıklarında, kendisine anlam kazandıracak hiçbir tecrübeye rastlamadan denize bırakılmış iki balık gibi kaybolup gitmişti.

    hazzı ondan daha iyi bildiğimi, daha çok tadına vardığımı ve hazzın keyfini çıkartmak için kimsenin kılavuzluğuna ihtiyacım olmadığını sanıyordum.

    bir define avcısı gibi hazzı arıyordum, bulduğumda başında beklemek aklıma bile gelmiyordu, gençliğin o inanılmaz açgözlülüğüyle hemen tüketmeye uğraşıyordum, döküp saçarak, bulduğum hazdan alabileceğim zevkten çok daha azını alarak sarılıyordum hazza.

    aç birinin iyi bir yemeğin tadını almasının neredeyse imkansız olduğunu, yemeğin gerçek lezzetini fark edebilmek için biraz doymuşluk gerektiğini çok sonraları öğrenecektim.

    rastladığım birkaç define sandığını yağmalarken aceleciliğimle neler kaybettiğimi kavrayamıyordum henüz. aradan yıllar geçti.

    hazzı, aceleyle ganimet çantasına dolduran telaşlı bir korsan gibi davranmak yerine daha telaşsız hareketlerle hazzın sahibi olabileceğimi fark etmeye başladım.

    hazzın başında beklemeyi öğrendim.

    önümde bir mücevher kutusunun kapağı açıldığında, gördüklerimi kapıp kaçmaya çalışmıyordum, duruyor, o rengârenk ışıltıyı seyrediyor, parlak taşlara teker teker dokunuyor, onların değerini tartıyor, okşuyor sonra kutunun kapağını kapatıyordum.

    içindekinin ne olduğunu bilerek kapağı kapalı bir mücevher kutusunun başında durmanın yarattığı o sancılı zevki hissediyordum.

    onunla aramda duran yasakları, günahları, cezaları görüyor, sadece taşların ışıltısını değil, o yasaklara başkaldırmanın tadını da tadıyordum.

    tuhaf, anlaşılması zor bir sihri vardı hazzın, kutunun kapağını kapatıp bekledikçe kutu büyüyor, içindeki değerli taşların miktarı artıyordu.

    bazen kutuyu açıyor, içinden bir zümrüt, bir yakut, bir pırlanta alıyor, sonra kapağı kapatıp elimdeki o küçük parçaya bakarak kutunun içindeki hazineyi hayal ediyordum.

    hazzı çoğaltan büyüyü keşfetmiştim.

    kendi arzusuyla dövüşen sabrın yarattığı muhteşem hayal gücüydü dokunulmamış hazzı her an biraz daha büyütüp çoğaltan.

    hazzın sahip olduğu parlaklıktan daha büyük bir parlaklığı, getirdiği zevkten daha büyük bir zevki, verdiği heyecandan daha büyük bir heyecanı hayal gücüm yaratabiliyor, hiçbir hazzın tek başına sahip olamayacağı bir zenginliği ona hayal gücüm katıyordu.

    kaybolmuş iki cümle ortaya çıkmış, yalnız bir yolcuyu kutsanmış kıyılara götüren deniz kızları gibi bana kılavuzluk etmeye başlamıştı.

    hazzın başında beklemeyi, ona dokunmayı ertelemeyi öğrenmiştim.

    o yaşlı kadının bana ne anlatmak istediğini, aceleci insanları niye küçümsediğini, hazza, hayatın bana gösterdiği yoldan değil, sabrımla inşa ettiğim bambaşka bir yoldan ulaşmanın lezzetini anlamıştım.

    hazzı ertelemek, o hazza sahip olmak için çırpınan bedeninle zihnini o hazdan uzak tutmak sanki kendi varlığını inkar etmek gibiydi, kendinden, benliğinden, sınırlarından kopup uzaklaşıyor, kendini neredeyse tümüyle unutuyor ve hayal gücünün genişlettiği hazzın içine, uzun bir bekleyişten sonra daldığında artık orada kayboluyordun.

    hazzın senin zerrelerine yayılmasına engel olacak hiçbir sınırın kalmıyordu, haz kendisini engelleyebilecek hiçbir barikata çarpmadan seni kendi içinde eriterek bütün hayatını kaplıyor, sen hazzın kendisine dönüşüyordun.

    kendini ve geçmişini yok ediyordun.

    hazzın içinde yok olmayı öğrendiğinde arınıyordun, neden bütün dinlerin hazzı yasakladığını; bu menzilde kendi dünyanı yaratıp kendi tanrın haline geliyor, hazza tapınıyordun çünkü.

    ürkütücüydü.

    ve çıldırtıcı.

    büyük bir sihrin gücünü eline geçiriyor, bir sihirbazın tavşanını bir şapkada kaybetmesi gibi kendini hazdan bir dünyanın içinde kaybediyor, onu her seferinde bambaşka alemlerde, bambaşka günahlarda, bambaşka biri olarak gezdiriyordun, gittiğin yerlerde gördüklerini kimseye anlatmıyor, her seferinde oraya yeniden dönmek isteğiyle geri geliyordun.

    o yaşlı kadının neden hiç kendi hayatından söz etmediğini, neden kendi haz yolculuklarından örnekler vermediğini, neden her dinlediği hikayeden sonra öyle gülümsediğini, sıradan iki cümleyle aslında karşısındaki genç çocuğa günahlarla ve zevklerle dolu bir dünya bağışladığını anlıyordum.

    kendi gezdiği toprakların haritasını iki cümleyle çizmişti.

    o haritayı insanların önüne bırakıyordun.

    bazıları onun peşinden gidiyordu, o yolculuğun neler vaat ettiğini sezen bazıları da korkuyla kaçıyor, hazzı reddediyor, kendilerini kurallarla yasaklardan oluşan kalelere hapsediyor, manastırlara kapanıyorlardı.

    korkmakta haklıydılar belki.

    kaybolmak ve geriye bir daha dönmemek de mümkündü.

    bazıları kaybolmuştu.

    ama o yaşlı kadın gibi olanlar, gidiyorlar ve dönüyorlardı.

    eğer hazzı sadece kendin için değil de, o hazzı seninle paylaşacak olan insan için de erteler, onun hayal gücünü de hareketlendirir ve onu zengin bir sofrada aç tutarsan, o zaman bir başka insanın, hazzın yanı sıra sana da bağlanmasına, büyük bir bağımlılığa tutsak olmasına yol açıyordun.

    hayal gücünün her an biraz daha büyüttüğü o hazdan tatmadan, beklemenin yarattığı vaatlerin karşılığını görmeden yanından ayrılamıyorlardı.

    kendi hayal güçlerinin esiri oluyorlardı.

    beklemek, bir yayı germek gibiydi, ne kadar beklersen yay o kadar geriliyor ve sen kendinden o kadar uzağa düşüyor, hazzın o kadar derinine giriyordun.

    ah, ne çılgın yolculuklardan geçer böyle fırlatılan bir ok.

    bir filmde romy schneider, tanıştıktan kısa süre sonra seviştiği erkeğe, "ben kendimi çabuk teslim ettiğim erkeklere âşık olmam" diyordu.

    insan da çabuk teslim olduğu hazlara esir olmuyordu sanırım.

    onlar, hayallerimizin bereketli topraklarında büyüyememiş, serpilememiş, güçlenememiş hazlar oluyorlardı, hızla tadıyor, hızla unutuyordun.

    "hazzın başında beklemeyi çok az insan bilir."

    öyle demişti.

    sanırım çok beklemiş, ödülünü almıştı.

    hayata ve ölüme omuz silkecek, kendisini almaya gelecek son trene aldırmayacak kadar büyük ödüllerle ödüllendirilmiş olmalıydı, yaşadıklarının gücü o yaşlı bedenine son ana kadar bir tazelik katmıştı.

    başkalarının hikayelerini dinlerken onları hep kendi yolculuklarıyla, kendi yaşadıklarıyla kıyaslamış, kendi geçtiği yollardan geçen olup olmadığını anlamak istemiş, belki de son günlerinde bunları paylaşabilecek, bunları bilen biri olsun istemişti.

    öyle birilerine rastladı mı bilmiyorum.

    bana haritasını bıraktı sadece.

    iki cümlelik bir harita.

    geçtiğim yollarda onun alaycı tebessümünü göreyim diye.

    onunla, bir gün onun gittiği yerde buluştuğumuzda, ona, "neler yaptığını, neler yaşadığını biliyorum" diyeceğim.

    ve, ekleyeceğim, "senin bana verdiğin haritayı onlara bıraktım."

    sanırım gülümseyecektir.

    --- spoiler ---
1677 entry daha
hesabın var mı? giriş yap