• bu ayki geo dergisinde evrim hakkında bir röportajı yayınlanmış türk bilim adamı…üşenmedim, birkaç cümlesini yazmak istedim.

    “1400 yıldır dini kuralları hiçbir reforma tabi tutmadan kabul eden bir toplumda, evrim i batı mantığıyla kitlelere anlatmaya çalışırsanız başarılı olamazsınız”

    “türkiye’deki üniversite öğrencilerinin sadece yüzde 5 i evrime inanıyor. toplumun evrime bakışı diye bir şey söz konusu değil, türk toplumu evrim kavramına yabancıdır”

    “türk toplumu doğal varlıklar ile yakın ilişki içinde değil. bu kadar doğaya yabancı olan bir toplumdan evrime katkı beklemek söz konusu olamaz”

    “kuran yaratılışla ilgili bütün bilgileri tevrattan almıştır. tevrat da sümer mitolojisinden esinlenmiştir. “

    “evrim karşıtları evrimcileri bu yaprak neden böyle gibi sorularla alt etmeye çalışıyor. bu noktada evrimcilerin yaptığı bir hata var. kalkıp tutucu kesime bunları anlatmaya çalışıyorlar. halbuki siz de onların mantığının üstüne basacak o halde siz açıklayın diyeceksiniz.”

    “türklerde merak duygusu eksik. 400 yıl bölgeye hakim olmasına rağmen mısır daki piramitler hakkında osmanlılarda tek bir sayfa yok. sokaktan geçen adama dedesinin babasını sorsanız bilemez. bu insanlar kalkıp dinozorların kökeni konusunda tanrısal kavramlarla fikir beyan ediyor”

    “türkiye de evrim teorisi sunulamaz, altyapımız hazır değil.”

    “bir insan 7 yaşında cinlerle, perilerle, günahlarla, sevaplarla, dogmatik düşüncelerle doldurulursa ondan sonra beynini açamazsınız..anca bilgisini artırırsınız, düşünce sistemini değiştiremezsiniz”
  • ceviz kabugundaki programda ismail nacar'in "madem insan maymundan üstün, bir insan bir metre ziplayabiliyorken, maymun nasil 5 metre ziplayabiliyor?" ve benzeri kalitede birkaç sorusuna, "bu sorulara cevap vermeyecegim, sadece bir fikra anlatmak istiyorum diyerek asagidaki fikrayla cevap vermis insan:

    "bir adam arkadasina leyla ile mecnun kitabini vermis okusun diye. birkaç gün sonra arkadasi kitabi okuyup geri getirmis. adam sormus: 'nasil begendin mi kitabi?'. arkadasi da su cevabi vermis: 'ya kitap çok güzel de, bu leyla ile mecnun'un ne oldugunu anlamadim' "
  • şu haliyle türkiye'ye iki gömlek fazla gelen adamlardan birisidir. gelişmiş bir ülkede olsa bu adamın heykelini diker, adına üniversite açarlardı. bu kadar eser vermiş, türkçe'de uzun yıllar hemen hemen tek biyoloji kitabını(ki kendisi 9 cilttir, cilt dediysek 300 ila 1000 sayfa arasında değişir) yazmış, yazdığı kitaplar boyunu geçmiş(ki kendisi 1.85mdir) bir kişi garip garip ithamlara maruz kalmıştır, kalmaktadır.
    bilimin herhangi bir alanında , hiçbir neden yokken tamamen bu ülkenin insanına yönelik bir gayretle binlerce sayfa(30bin sayfa civarındadır eserleri) kitap yazan bu adama, ceviz kabuğu programında garip garip şahıslar telefonla bağlanıp "ateist misiniz" "dini inancınız nedir" gibi biyolojik! sorular sormuştur. bilmem hangi islamcı-yazar sıfatlı bir kişi ile ali demirsoy isimli biyolog aynı programda sanki iki eşit tarafmış gibi güreş tutturulmuştur.
    "maymunlar 2 metre sıçrıyor, insan 30 cm sıçrıyor, insan maymundan geldiyse niye daha çok sıçramıyor, ahanda evrimi çürüttüm ben" gibi akıl, fikir, zeka ve biyoloji ! fışkıran sorular sorulmuştur kendisine. ve bu programdan sonra ölüm tehditleri almıştır bu değerli insan.
    ne derdin var kardeşim, otur oturduğun yerde, profesörlüğünün tadını çıkar, sana ne kardeşim türkiye'nin bilim toplumu olmasından...
    türkiye'de değerinin pek anlaşılmacağını bilmekle birlikte umut etmek istiyorum. bir gün bir yerlere heykeli dikilecek olanların başında gelir kendisi.
  • cok utanc duydugum bir animin bas kahramanidir.

    kendisiyle tanistigimda ali demirsoy'un kim olduguna dair pek bir fiktim yoktu, biyoloji bilgim de kitti. ormanin ortasinda, yari-samimi bir ortamda kendisine "neden bes parmagimiz var?" gibi akil dolu bir sormustum ve inanmazsiniz bu soruyu bile ciddiye alip cevaplamaya calismisti -ki aslinda son derece de guzel cevap vermisti, beni tatmin etmisti. benim gordugum kadariyla cok mutevazi biri. hala 3-5 yilda bir gorustugumuzde kim oldugumu anlatmaya calisirim, her seferinde hatirlamis gibi yapar.

    bir de soyle bir sov yapmisligi vardir, bunu da hic unutmam. yine kendisiyle ilk tanistigim yaz kampindayiz, bir yerlere dogru tirmaniyoruz. ali hocanin elinde fotograf makinesi kelebek kovaliyor, ya da bize kovalatiyor. bir yandan da kolunda altimetreli bir arkadas var, ondan yukseklik bilgisi aliyor. yukseklik arttikca kelebeklerin (sanirim tek bir turdu, dedim ya o zaman biraz kitiz) kanatlarinin altindaki renkler degisiyor ve ali hoca bu renkleri daha bakmadan yukseklige gore bize soyluyor. mesela diyor ki bize "tut tut onu, getir bakiyim, kac metredeyiz (600 diyelim), ha o zaman mavidir bu" aciyor kanadi, cat mavi. en son, ciktigimiz ve kelebek tuttugumuz en son yukseklikte renksizdi mesela, bu yukseklikte artik uv araliginda gorulebildigini soylemisti bize kanatlarin altindaki desenin.

    cok insan uzerinde irili ufakli cok fazla emegi vardir. kendisine verilen deger ile ulkemin bok gibi bir yer olmasi arasinda cok siki bir iliski vardir.
  • evrim dersinde "hocam günümüzde evrimi niye göremiyoruz.." gibi bir ifadeyi içeren bir sualle gelen kıza, hızla yaklaşarak; "senin saçını başını yolarım..." şeklinde bir karşılık vererek, kişiye bilimselliği ölçüsünde karşılık veren efsane bilim adamı, övünülesi insandır.

    yeni evliliğinden bir kızı olmuştur. adı aliye'dir.
  • ali demirsoy, 15 kasım perşembe günü ankara hilton oteli'nde düzenlenen törenle, 1978 yılından buyana görev yaptığı hacettepe üniversitesi fen fakültesi biyoloji bölümü'nden yaş haddinden dolayı emekliye ayrıldı. akademisyen dostları ve öğrencilerinin yanısıra çok sayıda davetlinin katıldığı törende uzun bir konuşma yapan demirsoy, yaşamından çarpıcı örnekler aktardığı konuşmasında türkiye'ye şu sözlerle seslendi:
    "sonunda anladım ki sen kendi isteğinle uyumadın, uyutuldun; belli ki kendi rızan ile uyanamayacaksın, tekrar yaşama dönebilmen için birileri uyandırmalı. ben ve benim kuşağım ne yazık ki bunu başaramadı. aslında başına bir talih kuşu konmuştu; seni 1920 yıllarında birileri uyandırmıştı; ancak sen yine derin uykuya dalmayı tercih ettin. eğer bir daha böyle büyük bir adam yoluna çıkarsa, tarihinde iki defa derin uykusundan uyandırılmış tek millet sen olacaksın."

    işte prof. dr. ali demirsoy'un 'doğaperest' adlı kitabının ikinci baskısında da yer verilen "ali'nin öyküsü" başlığını taşıyan ibret dolu konuşması:

    --- spoiler ---

    türkiye için petrol arayan genç asistan

    köyümde bitirdiğim ilkokulun, kasabamda bitirdiğim ortaokulun, ankara’da bitirdiğim gazi lisesi’nin ve mezun olduğum ankara fen fakültesi tabii ilimler bölümünün kalitesini ve bana kazandırdıklarını hancı şiirini yazan şairin sözüyle “ne siz sorun ne ben söyleyeyim…”
    1964 yılında kıbrıs’a çıkmaya çalışan türkiye, petrol bulamadığı için yerinden kımıldayamadı. neredeyse 20-21 yaşında, üniversiteyi neredeyse tam puanla bitiren biri olarak türkiye’nin harp sırasında kullanabileceği petrolü bulmak için oluşturulan ekibe stajyer olarak katıldım; ancak türkiye karalarında bizi abad edecek petrol bulunamayacağını sezinlediğim için geleceğin mesleği diye bilinen biyoloji akademisyenliğini seçmeye karar verdim.
    atatürk üniversitesinde açılan böyle bir kadroya üniversite hocalarım beni uygun buldular ve 1966 yılının 26 haziranında başarılı bir öğrenci olarak “nobel almak üzere” trene bindim. atama işlemi bitip de sandalyeme oturduğumda “uyduruk kaydırık bir doktoraya” da razı olmuştum. en beğendiğim taraflarımdan biri de koşullara göre yürüdüğüm yolu revize edebilme oldu.
    türkiye üzerinde oynanan kirli oyunlar ne o gün ne bu gün yakamızı bırakmadı. üniversitede çalışmaya başladığım gün karşılaştığım siyasi çekişmeler, ayak oyunları, tehditler, darplar ve sonunda meslektaşlarımıza kadar uzanan öldürme olayları bizi kemirdi durdu. bazen bir derenin kenarına oturup da geçen her yılın adına bir taşı suya attığımda, can dündar’ın iskeletini kurduğu, benim yaşadıklarımla değiştirip uyarladığım şu şiiri hep mırıldanırım:
    bitaptı; kayan bir yıldız kadar ışıltılı, bir o kadar yorgun: …."- n'apıyorsun" diye sordum. "- seyrediyorum" dedi; "çaresizce, öfkeyle, şaşkınlıkla ama sadece seyrediyorum".
    seyrettiği; kuşağımızın en kötülerinin, pespayelik yarışında ipi ilk göğüsleyenlerin, zirveye hak kazanmalarındaki akıl almaz gariplikti.
    iyiliğin ve ustalığın bu kadar eziyet gördüğü, kötülüğün ve yeteneksizliğin bunca ödüllendirildiği bir başka coğrafya var mıydı acaba?
    okuldaki ideallerimizden, gençlik coşkumuzdan söz ettik bir süre; tozlu raftaki bir kitabı yıllar sonra merakla karıştırır gibi...
    ülkemizin kaderini değiştirmeye azimliydik mezun olurken; lakin karanlığını boğmaya yemin ettiğimiz ülke, karanlığına boğmuştu bizi...
    pazarda görsek tezgâhından meyve almayacağımız adamların cenderesinde bir ömür geçirmiş, tünelden çıkış sandığımız ışığın, üstümüze gelen kamyonun farı olduğunu çok geç fark etmiştik.
    velhasıl ne sevebilmiş, ne terk edebilmiştik.
    krizde geçmişti bütün gençliğimiz ve şimdi çocuklarımıza tek devredebildiğimiz, çok daha ağırlaşmış bir kriz...
    "- işte" diye iç geçirdi kadim dostum, "...bunları seyrediyorum bir kenardan sessizce..."

    'hepimiz dört bir yana saçildik, nasibime hacettepe düştü'

    sonunda bomba atatürk üniversitesine düştü, çoğunu kardeşim bildiğim, sevgiyle bağlandığım, hep dost olarak andığım bir sürü insan yurdun dört bir tarafına saçıldı, benim nasibime hiç de düşünmediğim hatta haz etmediğim hacettepe üniversitesi düştü. belki giderim diye yanımda getirdiğim paketlerin bir kısmını belirli bir süre açmadım bile.
    ancak şu anda karşımda ön sıralarda oturan saçlarının rengi atmış, beni deli dolu halimle hatırlayan, taşkınlıklarıma büyük bir özveriyle ve sevgiyle karşılık veren, her zaman yüzlerindeki sevgi ifadesinin içtenliğini okuduğum birçok insan, ağabeyim, ablam; çalıştığım bölümdeki insanların sevgisi, saygısı saklı tuttuğum paketleri bir bir açmama neden oldu.
    anabilim dalı, bölüm başkanlığı, kısa süreli de olsa dekanlık gibi görevlerim, uzun süre yürüttüğüm yönetim kurulları ve senatörlük gibi üyeliklerim, sonunda beni gerçek bir hacettepeliye dönüştürmüştü. hacettepe’nin ve türkiye’nin geçirdiği en bunalımlı dönemlerde, 1980 darbesinde ve onu izleyen baskıcı süreçlerde bu kadroyla omuz omuza oldum. köklerim hacettepe’nin derinlerine kadar inmişti; öyle de kaldı. bu üniversitede kalmanın ve siz’in gibi değerli meslektaşlarımla neredeyse bir ömür geçirmenin onurunu hep yaşadım. çoğunuz bana olması gerekenden fazla hoşgörülü davrandı ve sevgisini hiç ihmal etmedi. bütün bunlardan sonra eğer birileri yıllar sonra ali demirsoy da hacettepe üniversitesinde çalışmış dedirtebilirsem, bu da benim bu üniversiteye armağanım olacaktır.
    bilimsel başarıyı sadece makale yazıp, atıf almak olarak düşünmedim; hele hele unvan almak için yapılması gereken bir angarya olarak hiç görmedim. bilimsel düşüncenin geliştirilmesini merak duygusunun artırılması olarak gördüğüm için kitlelere bu açıdan ulaşmayı en önemli görevim bildim. bunun gerçekleşmesi için zaman zaman riskleri de alarak avazım çıktığı kadarıyla bağırdım; cılız birkaç yankının dışında karşılığını ne yazık ki alamadım. ancak, bir gün, eminim, bu ülkenin geleceğinde çok daha iyi günler yaşanacak ve o gün, bu günün siyasi çekişmeleri, patırtı ve gürültüleri içinde kaybolup giden düşüncelerim ve sesim, çok daha iyi yankılanacak; işte ben o gün yeniden doğmuş olacağım…
    bunca yıl içinde neler oldu neler bitti?
    aslında 33 yaşında profesör olmam nedeniyle, benimle aynı yaştaki insanlar bile deneyimlerimi ve fikirlerimi sormaya başladıkları an, ben, genç gruptan kopmuştum; ancak yaşlı kuşağa girmek için de çok erkendim.
    verdiğim yanıtlar, herhalde dinleyenlerin çoğuna büyük bir olasılıkla çok anlamsız geliyor olmalıydı; ama yine de unvanım nedeniyle çoğu söylediklerimi can kulağıyla dinliyorlardı; ancak ben bu ilişkiden çok önemli bir şeyi öğrenmiştim: bizzat yaşamadan hiçbir şeyin kendi malımız olacak biçimde öğrenilemeyeceğini keşfetmiştim. dinleyeceksin, not alacaksın; ancak zamanı geldiğinde bire bir yaşayacaksın ve o zaman yaşamın ne demek olduğunu öğreneceksin. daha önce öğrendiklerimiz sadece daha hızlı daha kolay ve daha doğru karar vermemize yarıyor olmalıydı.
    geçen bunca süreç bana başka önemli bir şeyi daha öğretmişti: belli ki yaşanması, öğrenilmesi ve görülmesi gerekenleri; hatta söylenmesi gereken sözleri ertelediğinizde ya da yarına sakladığınızda, zamanı geldiğini sanarak sandıktan çıkardığınızda, bir de bakıyorsunuz ki geçerliliğini yitirmiş banknotlar gibi tedavülden kalkmış…
    çoğunuz beni yakından tanıdığını düşünebilir. çünkü en zor günlerimde yanımda oldunuz. bir kısmınızla uzun süreler çeşitli faaliyetlerde birlikte olduk; zaman zaman çatıştık; zaman zaman dayanışma içinde olduk. çoğunuzu çocuğum gibi, kardeşim gibi, ağabeyim ya da ablam gibi sevdim; arkadaşlığımıza ve dostluğumuza gölge düşürmedik. birbirimizi tanıdığımızdan ve anladığımızdan kuşkumuz olmadı. ancak yine de dostoyevski’nin bir sözünü dile getirmeden edemeyeceğim: “insanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır” (hacettepe üniversitesinde ne yazık ki bunu yaşadım). eğer böyle bir konuşmayı emeklilik nedeniyle yapıyorsanız; bu cümleye bir ek de yapabilirsiniz: “emekli olduktan sonra ilişkilerin sürdürülmesindeki içtenlik, derinlik ve boyut” bu tanımanın son cümlelerini oluşturacaktır.
    bir şeyi dostlarım ve meslektaşlarım olarak belki merak edebilirsiniz: acaba hoca böyle bir emekliliğe hazır mı? doğrusunu isterseniz son bir yıl içinde bunu ben de düşünmedim değil. bir insanın aktif ve sorumlu bir yaşamdan ayrılması ve kendine emekli sıfatını yakıştırması –ne derseniz deyin- kolay olmamalı diye düşünüyordum.

    1980'den sonra tahrip edilen, susan üniversiteler

    ancak benim dünya görüşüm ve bilimsel yaklaşımım açısından, 1980 yılında başlayan ve gittikçe artan “hayalimde oluşturmuş olduğum üniversite kavramından uzaklaşma”, üniversite tahribatı, açıkça suskun üniversite yapısı, beni bu emekliliğe çoktan hazırlamıştı.
    anladım ki:
    yüreğim bavulunu toplamış çoktan; ruhum sırtlamış çantasını…
    "uzaklar" çekiyor içimdeki seyyahın tasmasını...
    bir de baktım ki, 67 yılın hesabını doldurmuşum kara kutuya. sevgiler, sevinçler, acılar, dostluklar, başarılar, başarısızlıklar, anılar hep o kutuda. aceleyle doldurmuş olmalıyım ki hüzünler, kederler ve korkular ile sevinçler ve mutluluklar kargacık burgacık tıkışmış gibi. hâlbuki onları bir takvimin yapraklarını koparır gibi yaşamış, anılarımı bir tespih gibi dizmiştim.
    şimdi, sabırla kapatıyorum kara kutuyu, sevgiyle mühürlüyorum ağzını. eğer bir gün merak edip de bu kutuyu açacak olurlarsa, içerisini karıştıranlar teşhis koyacaklar halime...
    "çok mutlu olmuş, fazla yüksekten uçmuş; zaman zaman sadece kendini beğenmiş; kendisiyle dalga geçmeyi de ihmal etmemiş; dünyanın en güzel ve en iyi kadınlarını eş olarak almış; çok güzel çocukları olmuş, hak ettiğinden çok dostluk ve sevgi görmüş, acıları ve mutlulukları en üst düzeyde yaşamış zavallı" diyecekler ya da orta zekâsına, kötü eğitimine karşın yaptıklarına ve bu ülkeye bıraktıklarına bakıp "sebepsiz alçalmış, hak ettiğini elde edememiş... herhalde bu nedenle bile bile vurmuş kendini dağlara... " diyecekler.
    yine de kara kutu ancak bir kısmını söyleyecek bu faninin öyküsünü... belli ki kalanı, benimle gitmesi gereken yere gidecek... zaten en mahrem ve en acı sırlarımı dağların yamaçlarına savurdum... dağ kekikleri saklayacak bundan böyle sırlarımı... görünen kısmını bir tek siz bileceksiniz; eğer bu kutuyu merak ederseniz…

    geriye mi?

    biriniz çıkıp bana sorabilir: ali hoca gençliğine dönmek ister misin diye? bu soru ilk defa bana sorulmayacak; bundan 2.600 yıl önce ölüme giderken sokrates’e de soruldu. “bir gün geriye dönmek istemem; bu olgunluğu ve bilgiyi edinmek için 80 yıl çabaladım; tekrar göze alamam”, dedi. şansın cirit attığı bu ülkede, benim aynı rotayı izleyerek, bu kadar güzide ve sevecen bir topluluğun arasına bir daha katılamama riskini doğrusu göze alamam. öyle ki:
    hepimizin, en az ileri yaşlarda, yaşamımızın öz denetimini ya da sorgulamasını yapabilmesi için kendine bir soru sormasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. kendi sorumun yanıtı çok açık: ömrü köyde geçmiş bir ailenin çocuğu olarak doğan; 5 sınıflı tek öğretmenli bir ilkokulda, hocaları kasabanın memurlarından oluşan ortaokulda, tek bir deney yapmadan bir mikroskop dahi gösterilmeden mezun edilen bir lisede okuyan ve tek bir soru sorulmasına bile izin verilmeyen bir bölümden mezun olan, dünyayı tanımamış bir çevrede gençlik yıllarını geçiren, siyasi oyunların kol gezdiği bir üniversitede akademik yaşamının en değerli yıllarını heba eden, hiçbir kursa hiçbir özel eğitime katılmadan, yaşamının hiçbir döneminde bir dil kursu bile almadan, bir insan en fazla nereye gelebilirse sanki oraya geldim diye düşünüyorum.
    deryaya atılmış bir tohum gibi, dalgalar nereye sürüklemiş ise orada karaya çıkmış; kendisi gibi birçok tohumun bu dalgalarla nasıl un ufak edildiğine tanık olmuş, tutunduğu yerde –beklediği gibi olmasa da- yeşermiş ve meyve vermiş biri olarak daha fazlasını isteyemezdim. belli ki bu süreçte bana şans eşlik etmiş; bu nedenle “keşke” sözcüğünü kullanmamaya her zaman özen gösterdim. çünkü keşke sözcüğü aynı zamanda bana verilmiş, benimle aynı yolda yürümeye başlayan, ancak yolun sonunda istedikleri yere varamayan yetenekli arkadaşlarımdan esirgenmiş şansın adıdır.
    bir daha sahile çıkacağımı, çıksam da yeşereceğimi düşünemiyorum. geri bakıp, yeşeremeyen yetenekleri düşündükçe, çok başarılı bir yaşamım olduğunu düşünüyorum. en azından aktif yaşamımın muhasebesinin yapıldığı böyle bir günde, karşımda oturan bu saygıdeğer topluluğun varlığı bile, benim için taçlandırılmış bir yaşamın belgesi gibi geliyor.
    ham bir elmasın pırlantaya dönüştürülmesi kolay olmazmış; günlerce onun bir şeylerle tıraş edilmesi gerekirmiş. belli ki yaşamda da her şey kolay elde edilemiyor; özellikle duygularımızın olgunlaşması… yaşama başlarken sık sık kullandığımız “bana göre” sözcüğü bu törpülenmeden sonra “bize göre”ye dönüşüyor; “ben demiştim", "ben bilirim", "ben zaten anlamıştım" sözcükleri anlamsızlaşıyor. olgunluğa ulaşmak kolay olmuyor, hayattaki yükselişler ve düşüşler, zor aşılan dönemeçler bu olgunluğu hızlandırıyor. sonunda kendi dünyamızın küçüklüğünü anlarken, çok garip bir şeyi de öğreniyorsunuz, kendi varlığımızın göz ardı edilmemesi gereken değerini. zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken. başka şeyler de öğretti bu yaşam bana: yaşadıklarımın kazandırdığı bir duyguyla, bir zamanlar sert tepki gösterdiğim –o gün anlamlı, bugün anlamsız- şeylere alçak gönüllülükle gülmeyi öğrendim.
    ancak bir şeyi –çoğu insan gibi- söylemekten kaçınmayı öğrenemeyeceğe benziyorum: “benim zamanımda” sözcüğünü. zaman ve ölüm geriye çevrilemeyen iki evrensel olgudur. herkes kendi zamanına aittir ve onun değerleriyle ölçülüp biçilmek ister. ancak belli ki ben elimde sıkı sıkıya tuttuğum kendi zamanımın ölçüsü olan –bu günün değerlerini ölçmede yetersiz kaldığını bildiğim- mezuramı bırakmaya yanaşamayacağım. her şeyi benim kalıplaşmış ölçü birimlerime göre değerlendirmeye devam edeceğim. bu nedenle bundan böyle konuşmalarımın arasında “benim zamanımda” sözcüğünü kullandığımda, onu benim eksikliğime verin…

    '67 yilin sonunda almadan verebilmenin erdemini öğrendim'

    yaşam insana hep özlenen şeyleri değil, bazen olumsuzlukları da hazırlıyor.
    eskisi gibi her davete gitmek ve birileri ile dışarı çıkmak istemiyorsun; bunun için her zaman da arkasına sığınacak bir bahane bulabiliyorsun. kendimizi yoracak ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramaya kalkışmıyorsun. adres defterindeki çok sayıdaki dostunun gittikçe artan bir kısıtlama ile özetini çıkarmaya başlıyorsun. bazen de bunu yapmak zorunda kalıyorsun; çünkü aradığın telefonlardan gittikçe artan bir sayıda cevap alamaz oluyorsun. oyunun kuralı belli, 30'larında dedeni ve nineni, 40'larında anneni ve babanı ve 70'inde omuz omuza bu yolda yürüdüklerini kaybediyorsun. ister istemez her şeyde olduğu gibi ilişkilerinde de tasarrufa gidiyorsun ve gereksiz gördüğün insanları hayatından atmak istiyorsun.
    sevginin alınıp verilen bir şey olduğunu zannederdim. hâlbuki öyle değilmiş; 67 yılın sonunda, almadan da verebilmenin erdem olduğunu öğrendim. sevgiye önem vermek gerektiğini, paylaştıkça olgunlaştığını ve büyüdüğünü, zamanı geldiğinde elde sadece sevginin kalacağını artık biliyorum. aileme, meslektaşlarıma ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce hak ettikleri sevgi, anlayış ve ilgiyi yeterince gösteremediğimin bin bir bahanesini burada –günah çıkarır gibi- sayar dökebilirim; ancak bunların hiç birinin sevgi göstermeyi ertelemeye değmeyeceğini de söyleyebilirim. biliyoruz ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor; ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor.
    eğer bu yaşamı bir daha bugünkü bilgilerim içinde tekrarlamak fırsatı verilseydi ne yapardım?

    1. büyük bir olasılıkla düşündüklerimin tümünü söylemezdim; ancak söylediklerimin tümünü kesinlikle tekrar tekrar düşünürdüm. hissetiklerimi söyler, düşündüklerimi yapardım.
    2. canlı ya da cansız ne olursa olsun temsil ettikleriyle (makamlarıylaya ya da unvanlarıyla) değil, ne ifade ettiklerine bakarak değerlendirirdim.
    3. yanımdakilere yaşam yolunda yürürken nelere gerek duyacaklarını öğretmeye çalışırdım; ancak tek başına yürümelerini isterdim.
    4. yaşlılara ve onların yakınlarına ölümün yıllarla değil, unutmak ve unutulmak ile geleceğini öğretirdim.
    5. karşılıksız verilen bir sevginin ve desteğin, yeni doğmuş bir çocuğun babasının parmağını tutması gibi, bir insana ebedi bir haz kazandıracağını söylerdim.
    6. çoğu insanın dağın zirvesinde yaşamayı istediğini, ancak gerçek mutluluğun ve başarının oraya tırmanabilme biçeminde saklı olduğunu öğretirdim.
    7. bir insanın, kendinden aşağıdaki bir başka insana sadece bir kez bakmaya hakkı olduğunu, onun da o insanın ayağa kalkmasına yardım ederken olması gerektiğini öğretirdim.
    8. bu yaşamda çok şey öğrendiğimi düşünüyorum. ancak çok azı bundan böyle gerçekten işime yarayacak. hepsini tıka basa bir bavula sığdırmaya çalıştım. ancak bu bavulu bir daha açmak için yeterli zamanın kalmadığını biliyorum. kaderin kötü cilvesi, bavulun kapağı kapandığında yolculuk da başlıyor…
    9. sizi bir daha göremeyeceğimi bilsem, siz’e bugüne kadar hep sakladığım, cimri davrandığım samimi duygum olan “sizleri çok seviyorum” sözcüklerini bugüne sakladığımı söylerdim.
    10. yaşlı olsun genç olsun, ‘yarın’ kimse için taahhüt edilmiş bir gün değildir. bugün belki de sevdiğimiz şeyleri gördüğümüz son gündür. bir ‘gülümseme’, bir ‘kucaklama’, bir ‘öpücük’ için zaman ayırmamış olabiliriz, pişman olmamak için hemen gereğini yerine getirirdim.
    11. birlikte yaşadığım insanları daha çok severdim, onlara özen gösterir; ‘seni anlıyorum’, ‘affet beni’, ‘lütfen’, ‘teşekkür ederim’ ve bildiğimiz bir dolu sevgi sözlerini sarf etmek için çekingen ve cimri davranmazdım.
    12. yetiştirdiğim öğrencilere bilgi verme çabamdan biraz zaman ayırarak, onlara küçüklere daha şefkatli, büyüklere daha saygılı olmayı ve özellikle akademik sürecin bir ustalık çıraklık gibi olduğunu; ustasına saygıyı esirgeyenlerin olsa olsa sadece sıradan bilgi pompalanmış bir teknisyen olabileceğini öğütlerdim.
    13. yasalara ve kurallara saygı göstermenin uygar dünyanın bir gereği olduğunu, ancak bir akademisyenin hangi yasa olursa olsun, toplum yararına ve bilimsel gerçeklere ters düşen şeylere, çıkarı için, suskun kalamayacağını, model özelliğini yitirmiş bir akademisyenin yarardan çok zarar vereceğini öğretirdim.

    'derin uykulara dalmiş yurdumun güzel insani'

    belli ki manevi olarak borcum olup olmadığını merak ediyorsunuzdur: bunu sormanız da şaşırtıcı olmayacak, bekliyordum:
    hayır, benim kimseye manevi borcum yok! çünkü ben bilimsel görevlerim dışında da çok sorunla uğraştım; yazdım, yazıyorum.
    uçmaya kalkışırsan, düşmeyi de göze alacaksın,
    korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredeceksin.
    cesur yaşıyorsan bedelini ödeyeceksin
    (nietszche (1844-1900)’den uyarlanarak)
    derin uykulara dalmış yurdumun güzel insanını –babamın vasiyeti gereğince de- kırk altı yıldır uyandırmaya çalıştım; yazdım, yazdım; konuştum, konuştum; ancak uykusu o kadar derinleşmişti ki, başaramadım; ayrılırken kurumumun, mensup olduğum camianın ve güzel yurdumun alnına öpücük koymadan önce, başucuna bir yazarın dediği gibi şu notu koymadan edemeyeceğim: sonunda anladım ki sen kendi isteğinle uyumadın, uyutuldun; belli ki kendi rızan ile uyanamayacaksın, tekrar yaşama dönebilmen için birileri uyandırmalı. ben ve benim kuşağım ne yazık ki bunu başaramadı. aslında başına bir talih kuşu konmuştu; seni 1920 yıllarında birileri uyandırmıştı; ancak sen yine derin uykuya dalmayı tercih ettin. eğer bir daha böyle büyük bir adam yoluna çıkarsa, tarihinde iki defa derin uykusundan uyandırılmış tek millet sen olacaksın.

    gelelim bu yaşamin bilançosuna

    bir insanın yaşam bilançosu kaç defa yere kapaklandığı değil, her kapaklandıktan sonra başarıyla ayağa kalkışıdır.
    aslında iki sözcük yaşam bilançosunun en önemli anahtarıdır. “keşke ve iyi ki”
    kaçırılmış fırsatları, bastırılmış duyguları, harcanmış hayatları, boşa yaşanmış ya da hakkıyla yaşanamamış yılları, gecikmiş itirafları, sevgiye ve aşka ayrılmamış vakitleri, dostlarımıza, ailemize, arkadaşlarımıza cimri davrandığımız zamanları bir süre sonra “keşke” ile başlayan cümlelerle anlatmaya kalkışmışsak, gelir gider defterimizin borçlar hanesi epeyi kabarık demektir.
    keşke sözcüğü gençliğimizde sessizce içimize giren, korkulara, tabulara, küçük çıkarlara feda edilmiş, “bana ne derler” korkaklığına kurban edilmiş; farkına vardığımız zaman da son kullanma tarihi geçmiş, benliğimizi sessizce kemiren eylemlerimizin toplamının adıdır.
    defterin keşke sayfası, insanın pişmanlıklarını, ezikliklerini, sevgi yoksunluğunu, yaşanmamışlığı, yarım kalmanın ezikliğini, konuşması gereken yerde susmanın ezikliğini, küçük çıkarlar için en küçük bir riske girememenin ve koşmanız gereken yerde durmanın ezikliğini tanımlarken, iyi ki sayfası ise yaşanmışlıkları, doyumu, olması gerekeni olması gereken yerde ve zamanda yapmayı, söylenmesi gereken sözü söylenmesi gereken yerde ve zamanda söylemeyi ve sevgi zenginliğini işaret eder.
    neyse ki defterin öbür yanı “iyi ki” ile başlar. ikisinin arasındaki bilanço farkı yaşanmış hayatın kalitesini verir.
    bu günlere doğru defterimin muhasebesini yaptım: net bilançoyu bulabilmek için “iyi ki”lerden, keşkeleri çıkardım; defterim belli ki büyük bir karla bu hesabı kapatıyor. neydi beni karlı çıkaran hususlar?
    iyi ki aranızda oldum, iyi ki bu alanda çalıştım, iyi ki bu kurumda oldum, iyi ki böyle bir aile yapısına sahip oldum, iyi ki siz’i karşılıksız sevdim, iyi ki beni karşılıksız sevdiniz, iyi ki bunca yılı sizinle geçirdim diyorum. açıkça yaşamımın en başarılı yanının, yaşam defterimde keşkelerin az olmasından kaynaklandığını düşünüyorum. iyi’kilerin harcında hepinizin büyük katkıları olduğunu da söylemeyi borç biliyorum.
    bu defterin kapanmayan ya kapatılamayacak sayfaları oldu mu? oldu. bu sayfalar aslında hepimizin ortak çabaları ile kapatılacak sayfalardı. tarih, 1920 yıllarında islam ülkeleri arasında türkiye’ye bir şans tanıdı; bilime, laikliğe, demokrasiye, bağımsızlığa, özgürlüğe kavuşturacak yolu çizen insanları karşımıza çıkardı. benim de içinde bulunduğum kuşak bunu sadece kalıp olarak alıp, zaman zaman da çıkarı için slogan haline dönüştürmeden başka bir şey yapmadı; geliştiremedi, içselleştiremedi. sonunda biraz önce okuduğum şiirde değinilen “pazarda görsek tezgâhından meyve almayacağımız adamların” önüne bu değerli insanları ve düşüncelerini didiklemeleri için attık.
    halkımızın dogmanın kucağına atılmasına özellikle öğretim elemanları olarak seyirci kaldık. küçük dünyamızın sadece “peypırlarla” örülmesinin yeterli olacağına inandık ve inandırdık. suskun üniversite yapısını içselleştirdik. yönlendirici değil, yönlendirilen olduk. tarihin öğretim üyelerine vermiş olduğu dik durma, analitik düşünme, yorumlama ve sonuçları ne olursa olsun doğruyu söyleme erdemlerini ne yazık ki gösteremedik.

    'susmanin utanci, öldürür'

    bir üniversite mensubu olarak üzgün ayrılmadığımı söyleyemeyeceğim. niyesini merak etmiş olabilirsiniz; o zaman üniversitelerimizin bu yılki internet sayfalarına bir göz gezdirmenizi öneririm. kurban bayramı için internet sayfalarından coşkulu kutlama mesajları yayınlayan üniversitelerimiz, ne hikmetse, 29 ekim cumhuriyet bayramı için birçoğu bırakın bir bildiriyi ya da kutlamayı, bir tek cümle ile duygularını ifade etmekten bile kaçınmış gözükmektedirler. emekli olduktan sonra, evde istirahata çekilme ya da başka bir eğitim kurumunda çalışıyor olma da bu sorumluluktan kaçışın gerekçesi olmamalıdır diye düşünüyorum.
    oysa sessizlik, haksızlığa alkıştır.
    haklılığın onuru, yaşatır insanı...
    susmanın utancı, öldürür...
    o yüzden en sessiz gecelerde “doğruydu, yaptım”la teselli bulmalı insan.
    (can dündar’ın bavulları hep toplu durmalı insanın şiirinden).
    her ne kadar bana doğaperest unvanı yakıştırıldıysa da, her bir köşesi doğa açısından cennet özelliği gösteren bu ülkenin doğal varlıklarını korumada yetersiz kaldık. birçok yerinin vahşi kapitalizme yem edilmesine seyirci kaldık.

    'emekli olsam bile savaşacak kadar gözüpek olmaliyim...

    defterimin bu sayfalarını kapatamıyorum; kapatmayacağım da. sizin de içinde müdahil olarak bulunmanız gereken bu sayfalar ne yazık ki hesap defterimin keşkeler kısmının en kirli sayfalarını oluşturuyor.
    yine de emekli olsam bile:
    başımı alıp yalnız başıma gidebilecek kadar cesur,
    ancak kalıp savaşacak kadar gözüpek olabilmeliyim...
    bu utanç verici sessizliği, sese dönüştürebilmek için her şeyi yapmalıyım (can dündar’ın bavulları hep toplu durmalı insanın şiirinden değiştirilmiştir).
    yine de bu defterin son sayfası şöyle bağlanmalı: hayatı çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. hayatın sadece bir yarış değil, her saniyesinin sevdiklerinizle tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın. geçmişin dün, yarının sır olduğunu, yaşamanız gereken en değerli zamanın bugün olduğunu unutmayın.
    bu günün mutluluğunu bana yaşatan başta bu töreni hazırlayanlara, katılanlara, yaşamım boyunca bana destek olanlara, sevgiyle bakanlara, acı ve tatlı günlerimi dostça benimle paylaşanlara teşekkürlerimle, bu defteri bir daha açılmamak üzere burada huzurunuzda kapatıyorum.
    sevgilerimle...

    prof. dr. ali demirsoy

    --- spoiler ---

    yusuf yavuz
  • ulusal biyoloji olimpiyatina hazirlik kampinda biyoloji takiminin basidir. yaz kampinda, derslerde oyle uzun cumleler yazdirirdi ki, sonuyla basinin pek alakasi olmazdi, ama cok kral adamdir.su diyalog gozumun onunde yasanmistir,

    1999 yazinda pamukkale richmond otelde yaz kampi vardir, biyolojiciler bos salon bulunamamsi dolayisiyla discoda ders yapmaktadir, ali demirsoy hararetli bir sekilde ders anlatirken barin ustundeki telefon calar:

    -hede hödö orda mi?
    -hayir
    -siz kimsiniz
    -ben ali demirsoy

    bes dakika sonra telefon tekrar calar:

    -hede hödö orda mi?
    -hayir
    -orasi neresi?
    -disco
    -siz kimsiniz?
    -disk jokeyim ben
  • 1945 yılında doğmuş ankara üniversitesi fen fakültesi,tabii ilimler bölümünü bitirmiş,zooloji dalında uzmanlaşmış,avrupada pek çok ülkede araştırma enstitülerinde çalışmış,82 yılından beri de hacettepe üniversitesinde öğretim üyeliği yapmakta olan profesör doktor,mükemmel biyolog,kitaplarını (yaşamın temel kuralları) okurken tüylerimi ürperten dahi adam..

    okulun sera kısmında yere çömelmiş bir şekil görüldüğünde şaşırılmaması gereken kişi:
    (danışmana koşulur)
    -hocaam ali demirsoy gelmiş,ama yerde oturuyo,bişiyi mi var ki?
    -hıhı gördüm.yok bişeyi,bi solucan bulmuşlar yine de türünü tespit etmeye çalışıyolar.
  • soma katliamı ve bu katliamı kaza, kader vb yargılarla kabullenme durumu hakkında yazmış hoca.
    'bunu kaza olarak tanrı hanesine yazamazsınız' 'evrende kaza diye bir şey yoktur'
    'ölenlere şehit ünvanı vermek yeni felaketlerin yolunu açacak'
    peki ne yapmak, nasıl önlemek gerek, yine ve bir daha yazmış.
    ...

    sevgiyle yoğrulmamışsa yüreğin/ tekkede, manastırda eremezsin/ bir kez gerçekten sevdin mi dünyada/ işte o zaman/ cennetin, cehennemin üstündesin. (ömer hayyam)

    sormak, öğrenmenin ilk aşamasıdır

    bir bebek gelişmeye başlarken ilk kullandığı kelimeler ya anne ya da babanın çeşitli söyleniş kelimeleridir. çünkü en önemli gereksinmesi beslenmedir. onu da ana ya da baba karşılar. daha sonra iletişimi parmağını uzatarak “ne” ya da “bu” kelimelerinin kullanımı izler. çünkü merak ve öğrenme duygusu onun ikinci en büyük gereksinmesidir. bilinçli aileler bıkmadan usanmadan çocuğa elini uzatarak ne ve bu kelimeleri ile işaret ettiği şeyi öğretmeye başlarlar. sormak öğrenmenin ve bilinçlenmenin ilk aşamasıdır.

    'sus, karışma. çocuklar çok konuşmaz!'

    sonunda çocuk her şeyin bir nedeni olduğunu öğrenmek ister. sorar. bilinmeyeni de bilineni de sorar. çok şeyin neden öyle olduğunu anlayamadığı için sorar. eğer aile malum dogma eğitiminden geçmiş ise ve özellikle de dünyayı fiziksel olarak tanımıyorsa irkilmeye başlar. sus; karışma; konuşma; sesini kes; çocuklar çok konuşmaz; tanrının işine burnunu sokma, günahtır; boyunu aşan işlere karışma, gâvur icadı, gâvurlar bilir; allah bilir, nereden bileyim, kimse bilmez; sonunda büyürsen öğrenirsin diyerek merakını söndürür.

    petrol zengini arap ülkeleri neden bir şeyi incelemiyor?

    merakı giderme çok defa maddi olanak meselesi olarak tarif edilse de, milyarlarca hatta trilyonlarca dolarla oynayan arap ülkeleri, petrol zenginleri, merak edip bir yöreyi, dünyanın bir yerini ya da şeyi inceledikleri görülmemiştir. hâlbuki semavi dinler egemen olmadan bu coğrafyada birçok buluş gerçekleşmiş ve ilkler yaşanmıştı. yani bu bilim kısırlığını bu bölge insanın doğasına ve bu bölge coğrafyasının koşullarına bağlamamız söz konusu olamaz. daha sonra, gökyüzü ile ilgili gözlemlerin olması, öncelikle sahip oldukları iklim koşullarının kolaylaştırıcı etkisi; ancak en önemlisi tarıma dayalı ekonomilerinin düşecek yağmur ile ilişkisini öğrenmeleri araştırma ve merak duygularının bir sonucuydu. belirli bir dönemden sonra yaygın olarak bunun dışında merak ettikleri çok fazla bir şey bilinmiyor. çünkü öğretileri gereği merak duyguları köreltilmişti. bu nedenle gelirleri oranında temel bilimci yetiştiremediler; yetiştiremezler. onların ölçü birimleri sevap, günah, mucize, takdiri ilahi olmuştur. bir şeyin nedenini araştırmaktan kaçınır; onları tanrının defterine yazmayı iman olarak bilirler.

    yağmur duasına çıkıp, ovayı mayın tarlasına dönüştürenler

    epeyi bir yıl önce konya cumra’dan geçerken bir grup insanın yağmur duasına çıktığını gördüm. duayla yağmur olmaz dedimse, kimse dinlemedi. akşam radyolarda cumra’da yağmur duasından sonra oluşan selde 3 kişi boğuldu deyince, demek ki oluyormuş; bu sefer duayı fazla etmişler diye düşündüm. ancak konyalı yağmur duasına çıkar, bu yolla yağmur yağdıracağını düşünür; ancak aşırı su çekmeyle taban suyunu tüketeceğini ve her gün bir yerlerde 50-100 metre derinliğinde obruklar açılarak ovanın bir mayın tarlasına dönüşeceğini bir türlü merak edip öğrenmez.

    'evrende kaza diye bir şey yoktur'

    dünyanın birçok yerinde maden felaketleri yaşanır. herkesin dediği gibi maden kazaları demiyorum; çünkü evrende kaza diye bir şey yoktur. kaza, araştırılmayan nedenlerin, zamanında alınmayan önemlerin, bir türlü neden sonuç ilişkisinin araştırılmadığı; oluştuğu zaman da üstü kapalı suçun doğaüstü güçlere atıldığı olaylara verilen addır. sürekli trafik kazası deriz. niye kaza olsun ki? gidişli gelişli yol yaparsanız, arabanıza gerekli bakımı yaptırırsanız; servisler bakım için gerekli özeni gösterirse; lastiğinizi zamanında değiştirirseniz; uykusuz ve sarhoş yol çıkmazsanız; kurallara tam uyarsanız kaza olmaz. gökyüzünden taş yağsa bile, zamanında bunun farkına varıp yer değiştirebilirsiniz. bunun için tapınaklara para yatıracağınıza uzay istasyonuna kuracağınız aygıtlar ile bunu gerçekleştirebilirsiniz. ancak, bardağı yanlış yere koyar, kırılmasına neden olursanız; sobayı yanlış yakar dumandan boğulursanız; çocuğunuza dikkat etmez sağının solunun yaralanmasına neden olursanız; maden ocaklarında olması gereken önlemeleri zamanında almaz iseniz, ortaya çıkacak felaketler kaza değildir.

    bir işçiyi duvara çivi çakmaya zorlayamazsınız

    dogmatikten kurtulan toplumlar kazaları önleyebilmek için sürekli kurallar ve yasalar koyar; onların da dikkatli izleyicileri olurlar. almanya’da şasisi çok hafif eğilmiş bir aracı trafiğe sokabilir misiniz? başbakanları bile gelse bunu yaptıramaz; başbakanlarının arabası olsa bile tüv’den geçemez. iki metre yükseklikteki bir duvara çivi çakması için bir işçiyi buna zorlayamazsınız; illa ki ayağının altına üçayaklı bir merdiven vermeniz gerekir. türk işçisi ise bir pencereden öbür pencereye bir kalas uzatıp, önlem almadan duvar boyarsa; patron meslektaşlarına göre daha iyi kazanır; ancak mezarlıklardan da geri gelmezler; en iyi de bunlar, buna göz yumanları önlerine alarak rahmet duası okurlar.

    'bunu kaza olarak tanrı hanesine yazamazsınız'

    dogmatiklikten kurtulamayan toplumlar kendileri ile ilgili kusurları örtmek için bu tip olayların başına kaza sıfatını ekler; onu doğaüstü gücün takdiri olarak göstermeye kalkarak kendilerine ait olan kusurun ve suçun ortaya dökülmesini önlerler. zamanında gerekli önlemleri alınmayan, gerekli şekilde önlemi alınmayan, gerekli şekilde denetlenmeyen, denetlenip de gereği yapılmayan; benzer olaylarda suçluları bulunup adalete teslim edilmeyen, cezalandırılmayan her olay kaza değil bilinçsizliğe-vurdumduymazlığa-kaderciliğe dayalı bir felakettir. soma katliamı da buna tipik örnektir.ilo kıstaslarını benimsememişseniz, denetleyicilerin raporlarını zamanında dikkate almamışsanız, bunun tehlike olabileceği uyarılarını gündeme getiren önerileri bir-kalemde ret etmişseniz bunu kaza olarak tanrı hanesine yazma hakkınız olamaz.

    'ölenlere şehit ünvanı vermek yeni felaketlerin yolunu açacak'

    insanları duyarsızlaştırmak için takdiri ilahi denen kutsal sözcüğü kullanmanız; akabinde şaşalı mevlit ve dua törenleri düzenlemeniz; ölenlere şehit unvanı vermeniz; onların mekânının cennet olduğuna ilişkin yorumlarda bulunmanız; topluluklara onlara rahmet okumak için el açtırmanız hiçbir şeyi geri getiremeyeceği gibi, bundan sonra olabilecek benzer felaketlerin de önlenmesini sağlayacak girişimleri de ortadan kaldıracak; tam tersi yenilerinin yolunu açacaktır.

    'en çok ibadet eden ülkelerde neden çok kaza yaşanıyor?'

    yeni anayasa hazırlanırken, bu felaketleri önleyebilmek için belki yasaya şu maddenin konması da gündeme alınmalıdır. seçilmişler, politikacılar, siyasetçiler, üst düzey yöneticiler ve yetkililer görevleri sırasında “takdiri ilahidir, kader, rahmet çıkaralım, dua edelim, cenabı hakkın takdiri, kaza, şehit olmuştur; hakkın rahmetine ulaşmıştır” gibi insanları gerçeği araştırma dürtüsünden uzaklaştıran, kendi kusurlarını ilahi bir örtü ile gizlemeye çalışan kelimeleri kullanmaları yasaklanmalıdır. işte o zaman kaza diye nitelendirilen aptalca kusurlarımızın nedeni araştırılarak gerekli önlemlerin alınması sağlanabilir. en azından en çok ibadet edilen ülkelerde neden en çok kazanın yaşandığı da böylece anlaşılabilir.

    'kullandığınız araçlar niteliklerinizi belirler'

    bir insan kullandığı araçlarla hedefine ulaşır. yumruk kullanıyorsanız rakibinize temas etmeniz gerekir; sopa kullanıyorsanız yakınına gelmeniz gerekir; taş atacaksanız biraz daha ötede durabilirsiniz; ok atacaksanız birkaç on metre yeterlidir; silah kullanıyorsanız niteliğine göre çok uzaklardan hedefinize ulaşabilirsiniz.

    bilim adamları araç olarak sayılabilen, ölçülebilen, tartılabilen, herkesin istediği zaman ulaşabileceği araç ve gereçleri kullanır; elde ettikleri de aynı koşullara sahip kişiler tarafından tekrarlanabilir. en çarpıcı tarafları ise, doğruyu ve daha iyiyi bulduklarında eski düşüncelerinden feragat ederek yeni bilgi ve davranışları paylaşabilmeleridir. her an değişime açıktırlar. buna bilimsel yöntem denir. çok zorlu bir süreç olduğundan, zaman ve para ve en önemlisi alın terine gerek gösterdiğinden çok kişi tarafından sevilmez, tercih edilmez. bu yöntemin önemli bir getirisi vardır. dünyanın neresine giderseniz gidin, nerede çalışırsanız çalışın; hatta evrenin neresine giderseniz gidin; hatta dünya dışı varlıklarla karşılaşın, kullanacağınız araçlar, yöntemler ve dil bu dil olacaktır. her yerde ve her zaman diliminde geçerli olan bir yol… hatta bu eğitimi almışların, birçoğunun inandığı doğaüstü güçlerin bile şu anda bizim bildiğimiz fizik ve kimya yasalarının haricinde herhangi bir şeyi yapamayacaklarını bilmeleridir. ister doğaüstü güçler olsun, ister bu dünyada bilinen çok nitelikli varlıklar olsun, herkes fizik ve kimya yasalarına bağlıdır; onların haricinde hiçbir şeyi yapamazlar.

    doğal olarak bir ülkenin gücü bu dili öğrenmişlerin sayısıyla orantılıdır. demokrasisi de ekonomisi de yaratıcılığı da saygınlığı da bu dilden beslenir. bir ülkenin gücünü nüfus kâğıtlarının sayısı değil, sahip olduğu bu tip insanların sayısı belirler. demokrasisinin niteliğini de… bu toplumlarda nitelikli insanların yönetime getirilmesi amaçlanır.

    58 islam ülkesi doğaya karşı inatlaşmayı sürdürüyor

    bir kesimin kullandığı araçlar farklıdır. bunlar başta tanrı, peygamber, halife, aziz, azize, imam, papaz, veli, şeyh, keşiş, dede, din, mezhep, şeytan, melek, huri, cin, peri, hızır, mucize, zebani, cennet, cehennem, şans, sevap, günah gibi araçlara ve aracılara gerek duyarlar ve işleriniinandıkları değişmezilkelerle ve bu varlıklarla (!) ya da güçlerle yürütmeye çalışırlar. eğer tersliklerle karşılaşırlarsa, onu kendilerinde ve geçtikleri yolda aramaz; başka suçluları aramayakalkışırlar. kendi muhasebelerini yapmanın zor olduğunu görünce hep hayali bir suçlu yaratırlar. çünkü en zor iş bir insanın kendi ve bağlı olduğu toplumun, bel bağladığı inancının muhasebesini tarafsız bir gözle yapabilmesidir. bütün bunların yapılabilmesi çok daha zahmetli olan bilimsel düşünmeye dayalı olduğu için, daha kolay bir yol olan dogmatik düşünme (daha doğrusu düşünmeme) çok sayıda insan tarafından benimsenir. bu yolla sorunlar çözülür mü? doğrusu biraz tarih ve biraz coğrafya bilgisi olanlar bunun yanıtını hemen verir. aynı düşünce tarzını paylaşan birçok güney amerika ülkesi, bazı uzakdoğu ülkeleri ve özellikle de 58 islam ülkesi benzer çıkmazın içindedir. bunların kullandıkları araçlar hiçbir zaman sorunlarını çözmemiştir, önümüzdeki yıllarda da çözmeyecektir. buna karşın doğanın işletim sisteminde olmayan araçları kullanmayı inatla sürdürmektedirler.

    'eşek rolünü benimseyenlerin sırtına binen çok olur'

    aslında kullandığımız araçların nitelikleri ya da etkinlikleri konusunda çok belirgin gözlemlerimiz var. çocuklarımızı şeytanla, cinlerle, günahla, zebanilerle, cehennemle korkuttuk; cennet, melekler, huriler vaat ettik; onları doğruluğa yönlendirebildik mi? yöneticisinden en çaresizine kadar bu ülkelerde herkes çalma çırpma, yalan ve talan içinde. aslında doğruyu bulma ve ona yaslanmak için kullanılması düşünülen bütün bu araçlar, bu ülkelerin yöneticileri ve din simsarları başta olmak üzere her kapıyı –hissettirmeden- açan maymuncuklar gibi kullanıldı, kullanılıyor… bana da “eşek rolünü benimseyenlerin sırtına binen çok olur” demek düşüyor…

    insanın kullandığı araçlar dünya görüşünü belirler

    aslında bir insanın kullandığı araçlar, onun dünya görüşü ile de ilintilidir. evrensel bir yapıda olmak istiyorsanız evrensel araçları kullanırsınız. içe kapanık, kendi dünyasını kurmuş bir toplum olarak yaşamak isterseniz kendi özel araçlarınızı kullanırsınız. osmanlı da öyle yaptı. hiçbir ölçü birimi kendi içinde anlaşılabilir katlara sahip olmadığı gibi dünyanın bir taraflarında kullanılan ölçü birimlerine de kolayca çevrilemiyordu. bugün aynı mantıkla kurulmuş olan ingiliz ölçü birimlerini kullanmanın büyük sıkıntısını çekiyor. ancak kurulmuş tesislerin, alet edevatların çoğu bu köhne ölçü birimlerine göre yapılandırıldığı için değiştirilemiyor.

    'cumhuriyeti kuranlar neden evrensel ölçüleri esas aldı?'

    eğer ölçü birimleriniz ve kullandığınız yöntemler evrensel değilse, bu sonuncu durumda kullandığınız araçların doğruluğu ve yararları konusunda gerçek bilgiyi elde edemezsiniz. çünkü kıyaslama olanağınız yoktur. daha iyi anlaşılsın diye, sosyal ya da düşünce sistemimiz ile ilgisi olmayan; sadece fiziki ölçümler için yapılan bir değişikliğin mantığını vermek isterim: belli ki cumhuriyeti kuranlar, yeni cumhuriyetin en azından ölçü birimlerini evrensel bir yapıya kavuşturabilmek için, çoğunluğu ondalık sayılara göre kurulmuş, kullanılması kolay ve çok yaygın olan evrensel ölçü birimlerini esas aldılar.

    keza, sesli harfler bakımından yetersiz olan arap alfabesi, türk dilinin gereksinmesini hiçbir zaman karşılayamadı. bu dili en basitinden öğrenmek için bile yıllarını harcamak durumunda kalınıyordu. dünyanın herhangi bir yerinde sadece bir sözlükle sorunsuz dolaşabilmeyi olanaklı kılabilmek için latince alfabe kabul edildi. çocuklarımız 3 ay içinde yazmayı ve okumayı bu alfabe ile öğrenebildiler.

    yasaların değiştiremediği alışkanlıklar

    dogmadan arınmış kafaları yetiştirebilmek için ne yazık ki, diğerleri gibi hemen alınıp uygulanabilecek bir sistem ya da ölçü skalası mevcut değildi. bunu ancak laiklikle yerleştirebileceklerini düşündüler. ancak eski ölçü birimlerine ve araçlarına hala sıkı sıkıya sarılmış bir kitleyi ne yazık ki değiştiremediler. çünkü bir yasayla değiştirilebilecek bir durum değildi. yıllar ve kuşaklar alacaktı. son derece karmaşık ilişkileri içinde barındıran demokrasi diye tanımlanmış yönetimin belirlenmesini bilimsel yöntemi içselleştirememiş, mantığını çıkar ilişkileri ile yoğurmuş; uzun vadede neden sonuç ilişkisini düşünemeyen, dogmasına göre karar veren insanların kararına bırakırsanız, “dini istismar eden partilerin yeniden yönetimlere geçmesini ve devam etmesini önleyemezsiniz...”
  • eğer evrim dersinde bi öğrencinin "hocam bugün neden evrimi göremiyoruz" diye sorusuna "senin saçını başını yolarım" diye cevap vermişse kesinlikle az söylemiştir. o kızı kolundan tutup sınıftan atsa yeridir çünkü.

    şimdi buna yanlış diyeceksiniz ama şöyle düşünün. eğer üniversitede bi derste yüksek matematik dersi verirken bi öğrenciniz çıkar ve size "hocam bu sayı buna nasıl bölünür ki, bölenin basamakları daha fazla" derse (ne kadar olasılık dışı geldi değil mi bu örnek) o çocuğa ya acıyarak bakarsınız (çocuk ciddiyse) ya da sınıftan kovarsınız (eğer bu soruyla sizi mat eden bi soru sorduğunu düşünecek kadar küstahsa).

    orası evrim tartışması yapılan bi tv programı değil, bi kıraathane değil, üniversite sınıfı. oraya giren öğrenci, o derse girmeden önce sadece ilkokul seviyesinde bi evrim bilgisiyle bile bilinecek şeyleri bilmekle (basamakları daha fazla olan bi sayıya bölünebilirlik mesela) mükelleftir. bu saçmasapan soruları sormak sokaktaki adamın hakkıdır ama o dersteki öğrencinin böyle sorular sorup dersi baltalamaya hakkı yoktur. zaten bu soruyu soracak adamın o sınıfta işi yoktur.

    bak mesela bi örnek daha geldi aklıma. fizik dersi verirken öğrencinin birinin çıkıp "hocam yanlış biliyorsunuz, gökler yere düşmesin diye allah tutuyordur, yok böyle kütleçekim falan filan" demesi işte bu kızın sorduğu soruya başka bi örnektir. ve bu soruları soranların o sınıflarda işi yoktur.

    işi yoktur derken kapısına "yahudiler giremez" yazan faşist dükkan sahiplerine çekmeyin dediklerimi. işi yoktur, ama eğer bu ilkokul düzeyindeki konuları öğrenirse o sınıfa girmeye hak kazanır. yani bi nevi mat 101 almadan mat 102 alamamak gibi. önkoşullu dersleri almadan sonraki sınıfta işi yoktur.. bunun gibi yani.
hesabın var mı? giriş yap