• kanada yapımı altı bölümlük mini dizi.

    netflix'e verilmesinin ardından popüler olan dizi aslında cbc yapımı bir uyarlama. şu sıralar the handmaid's tale ile gündemde olan kanadalı yazar margaret atwood'un aynı isimli romanından beyaz ekrana aktarılmış.

    dizi, çalıştığı evin sahibini ve kahyasını öldürmekle suçlanıp on beş yıl hapis yatan grace isimli bir kadının sonunda affedilip affedilmeyeceğine karar verilme sürecini anlatıyor. basit bir senaryosu varmış gibi görünse de bölümler ilerledikçe olay örgüsü karmaşık bir hâl alıyor ve okuyucunun aklında onlarca soru bırakarak bitiyor. ilk başta “bu kadın kesin masumdur, adam kadının masumiyetini ispatlar. sonra da evlenip mutlu olurlar” izlenimi veren dizi, izleyiciye “ne izledim lan ben” dedirterek öylece sona eriyor.

    feminist distopyalarıyla tanınan atwood, bu eserinde de aynı şeyi sorguluyor: ataerkil toplumun kadınları mahkum ettiği hayatın aslında ne kadar acımasız olduğu gerçeği. diziyi izleyen çoğu kişi şunu düşünmüştür: “grace'in başına o kadar kötü şeyler geldi ki yaptıklarında haklıydı. hayatı boyunca taciz edilip ezilmiş birinin bu şekilde tepki vermesi normal." ancak esas sorun ne biliyor musunuz? o dönemi incelediğinizde grace'in talihsiz serüvenler dizisi yaşayan bir kadından ziyade sıradan biri olması. grace, o dönemin kadınlarından rastgele birisi ve onun yaşadıkları "kötü kader" değil, hemen hemen her kadının ataerkil toplumda maruz kaldığı olaylar. artık sıradanlaşmış ve içselleştirilmiş olduğu için sorgulanmıyor bile. işte margaret atwood tam da bunun altını çiziyor. bugün neredeyse "distopya" olarak adlandırabileceğimiz hayat hikayesi o dönemin kadınlarının sıradan hayatları. ataerkil toplumun onları bu "karanlık" hayata zorladığını vurguluyor yazar.

    bu noktadan sonrası spoiler.

    --- spoiler ---

    dizi, sıradan bir dönem dizisi gibi başlayıp tam da margaret atwood'dan beklenecek şekilde ters köşe yaparak bitiyor. ilk bölümlerde grace ne kadar masum duruyor değil mi? muhtemelen birçok kişi grace'in ev sahibi ve kâhyanın cinayetiyle zerre alakası olmadığını, çok büyük bir iftiraya uğrayıp hapiste yıllarını heba ettiğini, doktor jordan'ın onu oradan kurtaracağını ve sonunda evlenip mutlu olacaklarını düşündü. başlangıçta verdiği izlenim buydu. dizi bittiğinde ise huzurlu bir mutlu son şöyle dursun, arkasında birçok soru bıraktı. grace gerçekten de cinayetleri isteyerek mi işledi? mary'nin içine kaçtığı ve zaman zaman onun bedenine hükmettiği doğru mu? jeremiah ile sırlarını tutması ne demek? doktora ne oldu?

    öncelikle şuradan başlamak gerekir. eğer dikkat ettiyseniz grace'in hikayesinin diğer kadınlardan çok da farkı yoktu. arkadaşı mary whitney, ona tavsiyeler verirken aslında kendi tecrübelerinden yararlanıyordu. onun hayat hikayesi de en az grace kadar trajik. evin oğluyla evlenip kurtulacağını sanırken doktorun kötü kürtajı sonucu kan kaybından öldü. hikayenin odak noktasını grace'ten mary'ye çevirirseniz bu kez onun trajik hayatı başrol olur. dahası, aynı konsepti nancy montgomery için de uygulayabilirsiniz. yine aynı şekilde hayatta kalmak için evin efendisini baştan çıkarıp ona gayriresmî eşlik yaparken bir anda korkunç bir şekilde öldürülüyor. buradaki ortak nokta o dönemde ayrıcalıklı olmayan fakir kadınların hayatta kalma hikayelerinin benzer olması. "başına onca şey gelmiş" ifadesini hepsi için kullanabiliriz. yazarın burada altını çizdiği şey grace'in hayat hikayesinin bir istisna değil, yaygın bir örnek olduğu. onu diğerlerinden ayıran fark ne peki? hayatta kaldı. mary ve nancy gibi çaresiz kalmaktansa kendi dönemi için oldukça istisnai bir şey yaparak cinayet işledi.

    bir diğer nokta da bu. grace bir katil. sebebi ne olursa olsun, thomas kinnear ve nancy montgomery'yi öldürdü. bunun için de james mcdermott'ı baştan çıkararak kullandı. diğerleri gibi kullanılacağına kullanmayı tercih etti ama yakalandı. babası dahil etrafındaki bütün erkekler onu insan yerine bile koymadılar. tek dertleri ondan nasıl çıkar sağlayabilecekleriydi. ya emeğini sömürdüler ya vücudunu ya da duygularını. hayatı boyunca istismar edildi ve sömürüldü. bu noktada da yapımcıları tebrik etmek gerekir. muhakkak herkesin ilgisini çekmiştir. dizide çok sıradanmış gibi görünen ama olağanüstü bir mesaj veren bir şey vardı. grace arka planda hep iş yaptı. olay anlatırken, olaylar yaşanırken, doktorla konuştuğu vakitlerde, hatta hapiste olduğu dönemde bile sürekli çalışıyordu. "iş yapmak" dizinin adeta teması gibiydi. yazar ve yapımcılar bir taraftan grace'in kadın olarak bedeninin nasıl sömürüldüğünü anlatırken hiç ara vermeden emeğinin de nasıl sömürüldüğünü "göstermiş" oldular.

    dizide -ironik bir şekilde- grace'e yalan söylemeyen ve ona eşitiymiş gibi davranan tek bir karakter var: hilekar olarak bilinen hokkabaz jeremiah. diğer erkeklerin aksine ona evilikle ilgilenmediğini açıkça söyleyen tek erkek. ilk bölümden itibaren seyirciye fazlasıyla güven veren ve her seferinde grace'in yanındaymış gibi görünen doktor jordan yerine grace jeremiah'ı seçti ve onunla bir dolap çevirdiler. sanki grace'in içine mary whitney kaçmış gibi davranıp heyeti ikna etme planları her ne kadar onun serbest kalmasını sağlamasa da iki şeyi ortaya çıkardı. ilki, grace'in başından beri topluma söylemek istediği ama söyleyemediği şeyleri. hipnoz etkisindeymiş yaparken grace gerçek kişiliğini ortaya çıkardı. diğeri ise doktor jordan'ın aslında hiç de diğerlerinden farklı olmadığı gerçeği.

    margaret atwood'un doktor jordan karakterine biçtiği sonu özenle yazdığını düşünüyorum. o dönemde erkek doktorların "onları anlıyormuş" gibi yapıp "kadınları tedavi etmesi" fazlasıyla yaygındı. bu durum 1950'lerin sonuna kadar sürdü. bununla ilgili literatürde birçok eser vardır. tıbbın kadınların sorunlarını anlıyormuş gibi davranıp onlara daha fazla zarar verdiğini gösteren birçok eser ele alınmıştır. sylvia plath'in sırça fanus'u bunun çok meşhur bir örneği. charlotte perkins gilman'ın the yellow paper bir başka örnek. hatta tarihten örnekleri var. abd başkanı john f. kennedy'nin kız kardeşi rosemary kennedy'yi bu yanlış tedavilerden birine kurban ederek beyninin bir kısmını aldılar ve hayatı boyunca iki yaşında bir çocuğun zeka seviyesiyle yaşadı. (bkz: #91658585) işte tam bu noktada atwood, oldukça saygın görünen bu doktorların iç yüzünü gösteriyor. doktor jordan hiç de işinde iyi biri ya da grace'i gerçekten dinlemeye istekli biri değildi. aslında kendi tedavi yönteminin işe yaradığını herkese ispatlamaya çalışan hırslı bir doktordu. sözüm ona hipnoz altında grace'in gerçek yüzünü görünce bunu atlatamadı çünkü o grace onun "kafasında yarattığı" grace'ten son derece farklıydı. işte anahtar kelime: kafasında yarattığı grace. jordan oraya psikolojik bir rahatsızlıktan dolayı istemeyerek cinayet işlemiş masum -ve bakire- bir kadını kurtarmaya gitti ancak karşısında cinayetleri tamamen kendi isteğiyle işlemiş, hiç de masum -ve de bakire- olmayan bir kadın buldu. bugüne kadar öğrendiği, bildiğini sandığı ne varsa yıkıldı ve dünyası alaşağı oldu. işte bu yüzden dizinin sonunda o hale geldi. üstelik o hipnoz seansının gerçek olup olmadığı onun için hâlâ bir bilmece. o dönemde batıl inançlar halk arasında oldukça yaygın (ki dizide bunu da iyi yedirmişler. başından beri batıl inançlara ve insanların nasıl inandığına vurgu vardı). buna rağmen jordan, o sandalyede oturan grace'in hayallerindeki grace olmadığını görünce masum olma "ihtimalini" çok da fazla değerlendirmeden olumsuz rapor yazıp konuyu kapattı. bu arada da gidip ev sahibiyle ilişkiye girdi. "kafasında kurduğu grace'in" beklediği gibi çıkmamasının son yan etkisi de buydu.

    oysa atwood bize başından beri grace'in hiç de masum olmadığı mesajını alttan alta veriyordu: dikiş. iki şehrin hikayesi'ni okuyanlar bilir. orada son derece masum görünen bir kadın devrimcilerin tüm meaj ağını örgülere işleyerek iletir. buradaki dikiş nakış kadının sakin ve soğukkanlı bir şekilde o gizli işi yaptığını gösterir. grace de bütün o seanslarda masum masum hikayesini anlatırken son derece planlı ve dikkatli bir şekilde dikiş yapmaya devam etti. o dikiş sahneleri o seansların tamamının kurgu olduğunu vurguluyordu.

    son olarak dizi grace'in jamie ile evlenmesiyle bitti. birçok kişi için tahmin edebileceğiniz gibi bir hayal kırıklığıydı ama senaristlerin buradaki niyeti bence grace'e özgürlük vermekti. jordan ile evlenseydi kendinden daha üst statüde biriyle evlenmiş olacağı için hep onun gölgesinde kalacaktı. jeremiah ile evlenseydi hep onun peşinde dolanacaktı. oysa grace kontrolü ele aldığı ve onun peşinden koşacak biriyle evlenerek o dönemdeki bir kadın için olabildiğince özgür bir hayat yaşadı (victorian dönemi'nde bekar bir kadın kesinlikle özgür değildi, tam tersine gözden düşmüş muamelesi görürdü. bu yüzden o dönemde evlenmemiş bir kadın saygınlık kazanamazdı).

    --- spoiler ---

    genel anlamda oldukça başarılı bir yapım ortaya çıkarmışlar. hem senaryo hem prodüksiyon oldukça iyiydi. "peri masalı" bekleyenlere pek hitap etmese de dönemin gerçekçiliği açısından izlenmesi gereken dizilerden biri olduğunu söyleyebilirim.

    9/10

    not: bu entry romana değil, diziye göre yazılmıştır.
  • psikolojik hikayeleri sevenlerin mutlaka izlemesi gereken bir dizi. hikayenin ilerleyen zamanlarında, başlangıca yapılan atıflar çok başarılı. grace'in anlatımında kullanılan usül de son derece asil ve çıkarımları çoğu zaman not alınası.

    --- spoiler ---

    düşünmekle yapmak aynı şey değildir. düşüncelerimizden dolayı yargılansaydık, hepimizin asılması gerekirdi.

    --- spoiler ---
  • gayet başarılı bir uyarlamayla mini diziye çevrilen kitap. grace, kitapta, "hikâyeme devam etmek zorundayım. veya hikâye benimle birlikte devam etmek zorunda..." diyordu; dizide de grace'in netameli psikolojisini ve olayın tarihe gömülen gizemini izleyenin hayal gücüne bırakarak aktarmaları iyi olmuş, kitabı aşıp yazarın emeğine saygısızlık yapmamışlar yani. sadece, grace kitapta babasının şiddetine maruz kalıyordu ama öyle tacizine falan uğramıyordu, hikâyesini daha da dramatikleştirmek için mi nedir, o detayı eklemişler, ne gerek vardı ki diye düşündürdü.

    dizinin çekilmesi kitabın bizde tekrar basılmasını sağladı, iyi de oldu, zira eski (oğlak) baskısı sahaflarda 70-100 hattâ daha üstü fiyatlara satılır olmuştu. kitaplığımda o ilk baskı mevcut, gözüm gibi bakıyordum, tekrar basılmış olmasına sevinmekle beraber yeni baskının kapağını çok ruhsuz buldum, hiç beğenmedim, o nedenle elimdeki nüshanın kıymeti benim için daha da arttı.

    yalnız, diziyi izlemeden evvel, konuya sadık kalmışlar mı merakıyla kitaba tekrar göz attım ve notlarıma baktım da; ilk olarak 2002'de, ikinci olarak ise 2005'te okumuşum. (o yıllarda bir kitabı iki kere okuyabilecek kadar vaktim çok, kitaplarım ve imkânım ise azmış maalesef.) o zamanlar, elime aldığım kitapların imla kurallarına uygun basılıp basılmadığına çok da dikkat etmiyormuşum demek ki, içeriğindeki muhtelif büyük harf ve apostrof gereksizlikleri gözüme hiç batmamış. bunca yıl sonra baktığımda o düzensizlikler ve uyumsuzluklar gözüme epeyce battı ve rahatsız etti. eski kitaplarımızı ve notlarımızı ziyaret etmek bu açıdan da yararlı; okuma ve algılama seyrimizin değişimini bir parçacık da olsa tahlil etmiş oluyoruz.
  • bir kadının akıbeti için
    sabırla, sükunetle beklemek gerek
    adeta nutku tutulmuş bir hayalet gibi beklemek
    ta ki sorgulayan bir ses sessizliğini kırana dek
    – henry wadsworth longfellow

    handmaid's tale benzeri bir dizi.

    konu ve karakterler şu şekilde: (minor spoiler)

    dizinin merkezindeki grace marks, 1843 yılında iki kişiyi öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş ve on beş senedir kingston cezaevi’nde yatmakta olan irlanda göçmeni genç bir kadındır. o dönemlerde kadın katil çok görülen bir şey olmadığından herkesin ilgi odağı haline gelen grace, cinayet günü ile ilgili hiçbir şeyi hatırlamamaktadır. suçlu olduğuna inananlar olduğu gibi aslında masum olduğunu düşünen kişi sayısı da az değildir. aralarında grace’in masumiyetine inananların da olduğu bir kilise komitesi tarafından serbest bırakılması yönünde bir rapor yazması için amerika’dan getirtilen bir doktor aracılığıyla grace marks’ın şimdiye dek başkaları tarafından yazılmış hayat hikayesini kendisinden dinleme fırsatı bulacağız. soğukkanlılıkla iki kişiyi öldürdüğü iddia edilen grace’in zorluklarla dolu hayatını ve cinayet günü olanları anlatacak.

    dizinin merkezinde izlediğimiz grace marks, gerçek bir karakter. gerçekten de kanada’da iki kişiyi öldürmekle ömür boyu hapse mahkum edilmiş. öldürdüğü iddia edilen karakterler ve ana karakterimizin özgeçmişi de gerçek hayattan uyarlama. kitabın anlatıcısı konumundaki kurgu bir doktor karakteriyle ise kitapta grace’in geçmişine iniyoruz. ilk bölüm itibarıyla dizinin anlatıcı iç sesi grace gibi duruyor olsa da gelecek bölümlerde bu değişir mi, doktorumuzun iç sesini de duyar mıyız, bekleyip göreceğiz.
    sarah gadon tarafından canlandırılan grace marks karakteri, 1843 yılında daha 16 yaşındayken işverenini ve kahyasını öldürmekten ömür boyu hapse mahkum edilmiş irlandalı bir hizmetçidir. duruşma süreci, aklanması gerektiğini düşünen reformcularla, suçlu olduğunu düşünen toriler arasında siyasi bir boyuta taşınmıştır. o dönemde birçok erkek kendisine kalbini kaptırmış ve beraati için kayda değer çabalar harcamıştır. aynı anda hem çıkarcı bir katil, hem de masum bir kurban olarak görülen grace gizemlerle dolu bir kadındır.

    edward holcroft tarafından canlandırılan doktor simon jordan karakteri, grace marks hakkında rapor yazması için kingston’a getirilmiş amerikalı bir doktordur. kendisini buraya getirilen kilise komitesi onun muayene ve rapor sonuçlarının grace’in beraatine ön ayak olacağını ummaktadırlar.

    rebecca liddiard tarafından canlandırılan mary whitney karakteri, grace’in çalışmaya başladığı evde onun gibi hizmetkar olarak çalışan deli dolu bir genç kızdır. kısa sürede aralarında çok derin bir bağ gelişir ve birbirlerinin en yakın arkadaşı olurlar.
    zachary levi tarafından canlandırılan jeremiah/jerome dupont karakteri, belli günler grace’in çalıştığı parkinson’ların evine gelip onlara tuhafiyelik eşyalar satan yakışıklı bir seyyar satıcıdır. sıklıkla grace’e gelecekle ilgili öngörülerde bulunur. grace kendini ona yakın hissetmektedir.
    paul gross tarafından canlandırılan thomas kinnear karakteri, grace’in parkinson’lardan sonra çalışmaya başladığı kinnear çiftliğinin sahibidir. kahyasıyla gönül ilişkisi var.
    anna paquin tarafından canlandırılan nancy montgomery karakteri, kinnear çiftliği’nin kahyasıdır. çiftliğin sahibi thomas’la gönül ilişkisi vardır. hizmetkar olarak işe aldığı grace ile kısa sürede yakın arkadaş olan nancy, thomas’ın ona olan ilgisi yüzünden ona gücenmeye ve onu kıskanmaya başlar.
    kerr logan tarafından canlandırılan james mcdermott karakteri, kinnear çiftliğinde çalışan çabuk öfkelenen bir ahır işçisidir. nancy’nin konumunu onun üzerinde kullanmasına gücenmektedir

    kaynak
  • diğer izlediğim her şeyden farklı bir yapısı var bu dizinin. roman uyarlaması olsun, olmasın... insanı alıp götürüyor. grace ne akıcı anlatıyorsun, sana mı bakayım uzaklara mı dalayım nasıl bir güzelliksin sen. narin, küçük dokunuşlarla etkiliyor sizi bu dizi siz anlamıyorsunuz bile. gece izlenilmesi gerektiğini düşünüyorum.
  • margaret atwood'un gerçeklerden yola çıkarak kurguladığı romanından atwood'la sarah polley'nin birlikte uyarladıkları (senaryolaştırdıkları) kanada-abd ortak yapımı mini dizi. 6 bölümden oluşuyor, 4. bölümü yayınlandı. başrolde sarah gadon yer alıyor. anna paquin 3. bölümde diziye dahil oluyor. yönetmenliği bırakan david cronenberg şöyle bir görünüp kayboluyor -oyunculuğu kötü değilmiş-. şöyle bir görünenler arasında chuck'tan zachary levi de yer alıyor. gadon tek başına diziyi sürüklüyor, ileride en iyi performansları listelenirse alias grace ilk üçe girebilir. gadon'ın görünmediği sahne pek yok, bunun da nedeni flashbacklerin grace'in ağzından/bakış açısından anlatılıyor olması. çoğunlukla geçmişte, grace'in hapsedilmeden öncesinde geçiyor. dizi, grace'in dizisi, bu yüzden doktor pek derinleştirelememiş. doktoru fazla tanıyamıyoruz, zira dizi hep flashbacklere odaklanıyor.

    feminist yazar atwood bu yıla the handmaid's tale'le damgasını vurdu. abd'de dizi epey başarılı oldu. romanda ve dizide kadınlara dair bir distopya anlatılıyor, gelecekte neredeyse bütün kadınların hizmetçi olmaları ve tüm haklarının ellerinden alınması anlatılıyor. atwood bu eserinde kadınların gelecekteki olası yaşamlarına odaklanırken alias grace'de geçmişe dönüp geçmişte alt sınıftan kadınların yaşamlarını irdeliyor. iki diziyi düşününce ortak yanlar bulmak mümkün: mesela atwood geçmişte geçen alias grace'te de, gelecekte geçen the handmaid's tale'de de kadınların ezilmelerine, hor görülmelerine, ev sahipleri tarafından kullanılıp atılmalarına, tecavüz-taciz edilmelerine, devlet nezdinde de haklarının olmamasına, aynı sınıftan kadınların birbirleriyle mücadelelerine (kadının düşmanı kadınlardır?), adaletsizliğe, ataerkelliğe odaklanıyor. iki öykü arasında yüz yıllar olsa da değişen fazla bir şey olmuyor. grace de hor görülüyor, tacize uğruyor, yaftalanıyor, aşağılanıyor, offred de (elisabeth moss). grace de kıskanç hemcinsleriyle uğraşmak zorunda kalıyor, offred de. grace'in de ev sahipleri kötü, offred'in de. iki öykü iki farklı dönemde geçiyor ama iki dönemde de hukuk-adalet kadınlara işlemiyor. çünkü "kadının adı yok", önemi yok.

    alias grace pek yankı uyandırmadı. bunun nedeni sanırım kanada yapımı olması. netflix'te 3 kasımda yayınlanacak tüm sezonu. şimdilik 4 bölümü de kaliteli. sadece 6 bölümden oluşsa da polley öyküyü anlatırken acele etmiyor, öykünün de, dönemin de hakkını veriyor. iyi yazılmış, yönetilmiş, iyi oynanmış bir dizi -gadon'ı izlemek keyifli, özellikle odada oturup bilge bir tavırla doktora öyküsünü anlattığı sahnelerde-. hbo yapımı olsaydı daha çok konuşulurdu belki. underrated olacak gibi görünüyor. öyle dememin nedeni the handmaid's tale kadar iyi olduğunu düşünmem. hatta handmaid'ten daha sürükleyici.
  • sadece o atmosferi görmek için bile izlenebilir. her bir detay o kadar güzel ki dekora aşık oluyorsunuz. kitabı dinliyormuş gibi hissediyorsunuz. konu itibariyle bir erkeği kadını etkilediği kadar etkilemiyor ama sonunu merak ettirerek izletiyor.
  • harika bir iş olmuş. ama asıl övmek istediğim grace rolü için sarah gadon’un seçilmiş olması.

    sarah gadon’u böyle görmek bir acayip. 30 yaşında ama hiç sırıtmıyor rolünde. sade ve ihtişamdan uzak hali fazlasıyla karaktere verilmek istenen saf güzelliği yansıtmış. harika seçim olmuş. o konuşması da hitabı da yine karaktere müthiş uymuş.

    hikaye kadın olmak sorunsalını gerçek hikayelerden ilham alarak yazılmış atwood kitabının uyarlaması. rekabet neden iyidir sorusunun cevabını da alıyoruz. netflix’e rakip hulu’nun yine atwood’un roman uyarlaması the handmaid’s tale ile yakaladığı sükseye başka kanalın yapımını alarak cevap verilmek istenmiş. yanlış seçim olmuş. yazar aynı olsa da distopik ve felsefik daha toplumsal bir uyarlama olan handmaid’ten daha psikolojik ve daha bireysel bir uyarlamayı tercih etmişler. o sükseyi göremeyecek tabi ki. ama ben bayıla bayıla izliyorum. her zamanki gibi toplumsal farklılıklar göz önünde. atwood’un danışmanlık yapması da dizinin bir yerlere savrulmasına engel olmuş gibi duruyor. bu da iyi. çok kişi izlemeyecek ama izleyen bayılacak. bence izleyin.
  • an itibari ile dördüncü bölümünü izlediğim dizi.

    diyaloglardan ziyade grace'in sade bir dille anlatımı beni sanki karşımda grace'in bana kitabı okuyormuş hissine kapılmama sebep oldu. ayrıca alias grace rolü için sarah gadon muhteşem bir tercih olmuş. role harika uyum sağlamış.

    kendisini 11.22.63 dizisinde izleme fırsatı bulmuştum. o dizide de harika bir role bürünmüş ve james franco ile muhteşem uyum sağlamışlardı.
  • ilk bölümünü izlerken konuşma sekanslarına takıldım kaldım. gerçekten bir roman uyarlaması olduğunu hemen anlıyorsunuz. mükemmel bir anlatım. hayret, kimse entry girmemiş hakkında.
hesabın var mı? giriş yap