• bir devrin unutulmuş efsanelerindendir. hâlâ sıkı müdavimleri vardır. fakat unutulmasından kastım; meyhanelerde ve rakı tüketilen diğer mekanlarda artık pek rastlanamaz olmasıdır. bunun sebebini genelde "talep yok" şeklinde izah ediyor işletmeciler...

    ayrıca, zamanında bir statü göstergesi imiş altınbaş. şimdi bir yudum altınbaş refakatinde, mâziden bir hatırâyı yâd edelim:

    "kızmaz, sövmezseniz sizlere biraz da kendi aşkımdan söz etmek istiyorum.

    o günlerde yani benim hem köy öğretmeni olarak çalıştığım, hem sosyalizmi savunup, hem de rakı parasını çıkarabilmek için gerçek bir proleter olarak yağlıboyacılık yaptığım, hem de bir kültür emekçisi olarak arkadaşlarımla tiyatro gösterileri düzenlediğimiz günlerden birinde öğretmen arkadaşlarımla buluşup gece yarılarına kadar prafa oynadığımız kahvehaneye gittim. ihsan öğretmen her zaman en erkencimiz olurdu. biz, yani prafa ekibinin diğer iki elemanı evli olduğumuzdan, evden dışarıya çıkarken eşlerimizle hemen her zaman sıkı bir meydan savaşı yapıp onu kazandıktan sonra, sokakta hemen herşeye küfredip gecikmiş olarak gelirdik kahvehaneye.

    ama ilginçtir, o gün bir meydan savaşına gerek kalmadan çıkmıştım evden. herhalde eşim bıkmıştı bu savaşlardan. çünkü ne olursa, nasıl olursa olsun sonuçta ben kazanıyordum. o da bağırmasıyla, yükselmiş tansiyonuyla kalıyordu kapının önünde.
    neşeliydim. kahvehaneye de neşeli girdim. ihsan öğretmen köşedeki masamızda yalnız ve hüzünlü oturuyordu. selam verdim, ağzının ucuyla aldı selamımı.

    "ne o, üzüntülü görünüyorsun" dedim.
    "öyle" dedi sertçe.
    "ne oldu?"
    "hiç."
    "aşık mısın, a canım?"
    içini çekti, gözleri daldı uzaklara "nerede o günleeerr?!" dedi, nefesini boşaltırken. "tohuma kaçtık, erzincan'da bize aşık olabilecek birini bulamadık."
    "adresini ver, ithal edelim başka kentlerden."
    "dalga geçme" dedi, "zaten canım burnumda."
    "iyi de, neden, a gülüm?"
    "cumhurbaşkanı zeki müren'i dinleyerek altınbaş rakısı içmiş."
    güldüm. hani tanımasam manyak bu adam diyeceğim. "sana ne bundan" dedim. "adam cumhurbaşkanı. içer de dinler de."
    "nasıl bana ne be" diye bağırdı ihsan öğretmen. "yalnızım, sevgilim yok, canım sıkılıyor, rakı içmek istiyorum, param yok. zeki abimizi dinlemeyi seviyorum ve bu güne kadar hiç altınbaş rakısı içmedim."
    kahkahayı patlattım ve sandalyemi azıcık uzaklaştırdım masadan. "ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider sıçmaya" derler bizim erzincan'da böylelerine.
    "gülme lan, tepelerim bak..."
    "boşver tepelemeyi de gel prafa oynayalım, geçer" dedim.
    "tükürürüm prafasına da kapiğine de. rakı içmek istiyorum, anlamıyor musun?"
    "git iç o zaman."
    "param yok."
    "kaç lira var cebinde?"
    "yedibuçuk."
    "kaç lira bu altınbaş rakısı?"
    "ne bileyim ben, on mu onbeş mi?"
    "çühüşşş... biz bir günde kazanamıyoruz bunca parayı be."
    "öyle işte..."

    suratı patlamadan önce kararan bulutlara benzedi ihsan'ın. derin derin içini çekti, öksüz çocuklar gibi. cebimde yirmi liram, ay başına da daha on gün var. biraz düşündüm, ihsan'a baktım, parmakları masanın üstünde trampet çalıyor.
    "şimdi sen altınbaş rakısı içmek istiyorsun, öyle mi" diye sordum.
    "bir de zeki abimi dinlemek" dedi.
    "kalk, yürü" diyerek sandalyeden kalktım.
    "paran var mı" dedi gözlerinde şimşekler çakarken.
    "yirmi liram var, yeter bize."

    bozuldu yine, gözlerindeki ışıklar gazı bitmiş lamba gibi ağır ağır söndü, "sokakta içeriz o zaman rakıyı, zeki abimizi de dinleyemeyiz" diye mırıldandı.
    "sokakta içmeyeceğiz oğulcuğum" dedim, "merdivenaltı'na gideriz, sahanda iki de yumurta yaptırdık mıydı yeter bize."
    aybaşlarında köylerden gelen birkaç arkadaşla birlikte alışverişimizi yapar, eşyalarımızı buğday meydanı'nında herkesin adresi görevini de yapan bakkallardan birine bırakır, kahvehanede biraz prafa oynadıktan sonra hava kararınca "merdivenaltı" dediğimiz lokantaya içmeye gider, eşlerimiz köylerde kaldıkları için kimse bize "içeceğinize eve iki kilo daha fazla et getirsenize, gidemezsin, içemezsin" diyemez, bir günün dırıltısız, vırıltısız beyliğinin tadını çıkarmaya bakardık.

    merdivenaltı'nın sahibi şişko, gözleri şişten kapanmış, yüzü sevimli mi sevimli, bir çuval bıyığı olan, dili baldan tatlı, yaşlı bir bektaşi'ydi. adını ne biz sorduk, ne de o söyledi. onun adı benim için hâlâ; "amca."
    amca bizi görünce ayağa fırlar, "ohhoo... yine muallimlerim teşrif buyurdular" diye bağırır, tüm müşterilerin bize bakmasına neden olurdu. "başımın taçları, gözümün nurları, gönlümün sultanları, hoş gelmiş sefalar getirmişler" diyerek bizleri masaya oturturken garsona "donat oğlum masayı, bekletme muallimlerimi" diye emreder, bizimle birlikte otururdu masaya amca.

    donanırdı masa hemencecik. önce herşeyin tadına amca bakardı. kavun taze mi, ekşimiş mi, tatlı mı, kelek mi, beyaz peynir yeterince taze ve yağlı mı, salatanın tuzu, limonu, yağı yerinde mi, yanında ek olarak limon dilimleri var mı, cacık ne kadar sarmısaklı, ne kadar tuzlu, turşu tam dönmüş mü, acısı yerinde mi, kebaplar iyi kızarmış mı, maden suyu yeterince soğuk mu ve rakı, en önemlisi rakı kesilmiş mi yoksa diri mi, kontrol eder, önce bizim kadehlerimizi doldurur, sonra kendine doldurduğu kadehi kaldırıp "diliniz tatlı, muhabbetiniz şen, gönlünüz hoş olsun" diyerek yudumlardı rakısını.
    ikide bir "dilinize kurban, gözünüzün ışığına hayran, ne tatlı şey okumuşla söyleşmek ya yaradan" deyip rakıyı içerken hayyam'dan, şair eşref'ten, neyzen'den dörtlükler okur, hepimizi neşeye boğardı.

    bir akşam müşterilerden biri rakıyı fazla kaçırıp, hesabı öderken biraz diklenecek olmuştu da, adamdan beşkuruş almadan kapının önüne çekmiş, hayyam'ın "önce kendine gel, sonra meyhaneye/ çiğ isen git başka yerde eğlenmeye" dizelerini bağıra bağıra okuduktan sonra kovmuştu onu.
    "rezil oluruz amca'ya" dedi ihsan öğretmen, "yirmiyedibuçuk lira ile rakı içilir mi orada?"
    "içilir ve de hiç rezil olmayız. rakıyı bakkaldan alırız. amca'nın kızacağını sanmıyorum, bizi tanıyor nasıl olsa."
    "o daha kötü ya. tanımasa belki bir cahillik ettiler, içkili lokantaya ellerinde rakı şişesiyle girdiler, der affederdi."
    "oğlum, ihsancığım, ulan manyak herif, rakı içmek istiyorsun, haydi diyoruz nazlanıyorsun. ayın sonundayız, amca da bilir bizim züğürt davulu çaldığımızı. anlar bizi, onun gönlü geniştir. hem kızsa ne yazar, en fazlasından hayyam'dan bir dörtlükte bizim için okur, o kadar. kalk haydi attırma tepemin tasını."
    ihsan öğretmen gönülsüz kalktı yerinden. kahvehaneden çıkarken kahveci rüstem "prafa yok mu hocalar" diye sorunca ihsan "yok" dedi, "zeki var bugün."
    rüstem arkamızdan aval aval bakarken, ihsan insanı deli etmeye yetecek kadar kötü sesiyle bir şarkıya başladı:
    "senden uzak günlerim, zindan oluyooorrr."

    bakkaldan bir şişe otuzbeşlik altınbaş rakısı alıp merdivenaltı'na girince beni derin bir korku aldı. henüz masalar tam dolmamıştı, kapının yanında, bizim her zaman oturduğumuz masa da boştu. amca masasında oturmuş uyukluyor gibiydi. ama bizi gördü nasılsa, yine başladı esprilerini döktürmeye ve tam "donat oğlum masayı" diyecekken "amca, bize sahanda iki yumurta yaptırır mısın" diyerek hevesini kursağına tıkadım ve yekinmesine fırsat vermeden "bir şişe de maden suyu rica edeceğim" dedim.

    amca hiç bir şey söylemeden, başını sallaya sallaya isteklerimizi söyledi garsona. garson önce maden suyunu getirdi. masanın üzerindeki bardaklardan ikisine madensuyunu doldurduktan sonra ceketimin iç cebinde duran rakı şişesini çıkarıp masanın altında tuttum. o sırada ihsan "zeki müren'in bir plağını koyar mısın pikaba" dedi garsona.

    rakı şişesi masanın altında elimi yakan bir top ateş gibi, bir türlü yukarıya çıkaramıyorum. ihsan kaşıyla gözüyle işaret edip, şarkının ilk sözleriyle ilk yudumu almak istediğini anlatmaya çalışıyordu. "ne olursa olsun" diyerek şişeyi açıp doldurdum öteki bardakları. biz rakıyı susuz içenlerdeniz a canlarım, söylemeyi unuttum.

    amcayı göremiyordum, ama sırtım ona dönük olduğu halde, sırtımdan aşağıya inen ter damlalarında onun şaşkın, soran bakışlarını hissediyordum. garson önce "bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım istanbul'un" şarkısının plağını koydu pikaba, sonra sahanda yumurtayı getirip alay edercesine bıraktı masanın ortasına. "iki yumurta, iki çatal, bol ekmek... muallimler... altınbaş rakısı dışarıdan alınmış... ayıp be, insan içkili lokantaya elinde rakı şişesiyle gelir mi" dercesine konulmuştu yumurta sahanı masaya. utansan ne, utanmasan ne? ok yaydan çıktı bir kere.

    "haydi yarasın" dedim ihsan'a, dolu dolu birer yudum aldık rakılarımızdan, üstüne birer yudum maden suyu ve bandık yumurtaya ekmeği. severim sahanda tereyağlı yumurtayı, hele bir de içine kavurma konulmuşsa, yeme de koynunda besle.
    o sırada amca dikildi tepemize,"ne iş hocalar" dedi homurdanırcasına.

    "hiç" dedim, amca'nın gözlerine bakmadan, "ihsan'ın bir derdi vardı da..."
    "onu sormadım" dedi, "yumurta, altınbaş, zeki müren... ne iş?"
    "cumhurbaşkanı" dedim, ihsan'a yardım istercesine bakarak.
    "ne olmuş cumhurbaşkanına" diye sordu amca merakla.
    "ne olsun be amca" dedim, "sayın cumhurbaşkanımız cevdet sunay zeki müren'i dinleyerek altınbaş rakısı içmiş. ihsan'ın da canı çekmiş, ay sonu malum, para da yok... işte hal bu. ister söv ister kov."
    "garsoon! bak lan bu masaya oğlum" diye bağırdı amca, yüreğim ağzıma geldi. herkesin bize baktığını görmesem de gözüm gibi biliyorum, bakıyorlar. onların masalarının üzerleri, pantolonlarının cepleri dolu. kebaplar, mezeler... deste deste onluklar... belki de gülüyorlar halimize. ister misin amca da kovsun bizi şimdi. o zaman ihsan da ben de kesinlikle intihar ederiz.
    garson yanımızda dikilince amca "kaldır ulan şu yumurtayı bu masadan" diye gürledi. "ulan rakıya karşı ayıp be. yapılır mı bu rakıya? donat şu masayı. getir bir büyük altınbaş. bu gece sadece zeki müren çalacaksın tamam mı? başka istek yok. acılı olsun adanalar. önce sıcak sıcak birer porsiyon. baktın bitti, söyletmeden tazele. cumhurbaşkanıymış... altınbaş içip zeki'yi dinlemişmiş... kim yetiştirdi ulan onu? muallimler değil mi? o kebap yiyecek, muallimler yumurta. allaha reva mı bu be. kaldır şunu."

    garson ecinni görmüş molla gibi koşturdu, anında donandı masa. bizde bir keyif bir keyif, ağzımız ensemizde. ilk dolu yudumlar da etkisini gösterdi ya, utanma falan yok artık. paraymış, pulmuş, kime ne? en fazlasından borca yazar, aybaşında öderiz, olur biter.
    amca hızlı girdi rakıya. hem anlatıyor hem de "haydi fondip" deyip son damlasına kadar içiyor bardaktaki rakısını. biz de koşuyoruz arkasından. ağzını, pos bıyıklarını sildikten, biraz kebap aldıktan sonra "demek altınbaş içti cumhurbaşkanı öyle mi" diye homurdandı ve girişti şiire.
    "kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler
    kimi alçak, kimi deyyus, kimi hırsız dediler
    künyeni almak için partiye ettim telefon
    bizdeki kayda göre o şimdi mebus dediler"
    "hey ağzını yediğimin eşref'i hey" diye bağırdı amca, ben şiir diye buna derim işte. şimdi söyleyin bakayım, kimmiş cumhur? kim lan?"
    "kim lan" diye sordum ihsan'a. bize aldırdığı yok onun. zeki'yi de altınbaş'la birlikte içiyor o. bizim getirdiğimiz ufak şişe biteli çok oldu, amca'nın söylediği büyüğün yarısındayız. kebaplar tazelendi, meze gırla... amca'nın bütün heyheyleri üstünde:
    "kim ulan cumhurbaşkanı? altınbaş içmiş miş de, zeki'yi dinlemiş miş de. benim muallimlerime sahanda iki yumurta öyle mi? adalet bu mu lan? oku be hocam şu şiirini. tanısın alem bizi."
    o günlerde biri bana "şu şiirini okusana" dediği zaman hiç nazlanmıyordum. kolay mı, kitabı bile olmayan bir ozan olarak millet benim şiirlerimi dinlemek istiyordu. bir de nazlanacak mıydım? bardağımdaki rakıyı bir yudumda bitirip, ağzıma biraz turşu attım ve okumaya başladım:
    "ben sarmısaklısını severim aşkın, bol yoğurtlu
    üzerine nane dökülsün isterim, biraz da zeytinyağı
    ince doğransın hıyarlar, öyle tohumluk olmasın
    yanında rakı olsun isterim, hilesiz, hurdasız
    bir de maden suyu kaynağı
    yazları buzlusu iyidir aşkın, baş ağrıtmaz
    iğrenirim sulusundan, boz olur
    ben aşkın sadesini severim
    ben aşkın yanında turşu isterim
    asitsiz, mide yakmayan
    her tür sebze olsun içinde, sağlıktır
    bir de kokmasın isterim, leş gibi
    erisin ağzımda kendi halinde
    tatlı dillisini severim aşkın
    güler yüzlüsünü
    saatlerce konuşsun
    sövmesin ona buna, ağlamasın
    gülsün ağız dolusu, sahte olmasın
    biraz çakırkeyf olsun sevdayla
    dost olsun, doldursun yüreğimi.
    ben aşkın biraz da suskununu severim
    rakı gibi dursun şişede, yüreğimi dağlasın
    çevirsin beynimi değirmen taşı gibi
    yel olsun serinletsin
    bir de türkü olsun, sevinçli ve acıklı
    sarsın bedenimi giydiğim giysi gibi
    el olmasın ben olsun, o olayım gönüllü
    yolda salınarak, sallanarak yürüsün
    doğru olsun isterim, kendi halinde
    örtmesin ayıbını boya ve allık ile
    ben aşkı kendi kokusuyla isterim
    elle tutulur, gözle görünür olsun
    dokunmak isterim her saniye
    tuttuğum bardak gibi
    ben aşkı canlı isterim, yaşayan
    ben aşkı kendimce isterim, elalem için değil
    herkes bilir, ben yine de diyeyim
    herkesin aşkı benzer kendine
    aşkım ben gibi olsun, içtiğim rakı gibi."

    "heeyyyt! dilini seveyim hocam benim, aşkın şerefine, haydi fondip. kim ulan cumhur, aşkı bilir mi aşkı?"
    zaman rakıyla birlikte içilip tüketildi. geceyarısı, ama kimse ayırdında değil bunun. tüm müşteriler gitti. ikinci büyük altınbaş rakısı da bitti bitecek. üçümüz de tam anlamıyla leylayız ve zeki ağabeyimiz "leyla bir özge candır" şarkısını söylüyor, ki mezenin piri.
    o sırada kapı açıldı, yenişehir karakolunun komiserinin göbeği girdi önce içeriye, sonra koskocaman burnu. geldi, masanın yanında durdu o koca gövde. "afiyet olsun" dedi kaba bir ses, "kapatmamışsınız."
    "kapatmadık" dedi amca kabadayıca, "kapatmalı mıydık?"
    "yok yok" dedi komiser aceleyle, "şansım varmış, iki tek de ben atayım diyordum."
    "bardak getir oğlum" dedi amca garsona, "bak ne yiyor abin."
    "ben şöyle ayrı otursam" dedi komiser, ikircikli.
    "niye" dedi amca, "keyfini mi kaçırırız bizimle oturursan? muallim bunlar, muallim be. gözümüzün nurları, gönlümüzün vefaları be..."
    "rahatsız etmeyeyim demiştim de" diye kekeledi komiser.
    "kim, kim rahatsız olacak? öyle mi hocalarım? olur muyuz rahatsız? bizi kul rahatsız etmez komiser bey, hüda da rakı sofrasına gelmez. neye rahatsız olalım o zaman?"

    gerçekte ben rahatsız olmuştum bile. daha bir ay kadar önce boyamıştık yenişehir karakolunu babamla. komiser beni de babamı da tanıyor. hatta babamın kulağına "senin oğlanın solcu olduğu söyleniyor, söyle uğraşmasın böyle işlerle" demişti de babam iki gün boyunca küfretmişti evde adamın arkasından ve içip içip "sana ne lan, sana mı kaldı oğlumun solculuğu? boya parasının tamamını vermemek için böyle yaptı deyyus" demişti.
    rahatsız oldum olmasına ya, masa amca'nın masası. o varken bize söz düşmez. düdük onun elinde, istediğini davet eder, istemediğini kovar, kime ne? ihsan zaten hem var hem yok masada. şarkı değişeli çok oluyor, ama o hâlâ "leylaaa" diyerek yırtınıyor.
    komiser oturdu sandalyeye. ilk kadehi fondipledi. o sırada amca garsona bağırdı: "ne oldu lan müzik? nerede zeki abimiz? kim lan cumhur ha, kim? ne demiş hocalarım şair eşref, ne demiş? nedir bu velvele, nedir bu mahşer / mülk-ü bekaratı yıkan yıkana / maslahat-ı kavramış evlad-ı beşer / nerde bir delik var sokan sokana."

    komiser şaşkın şaşkın baktı amca'ya ama sesini çıkarmadı.
    "o altınbaş içer de biz içemez miyiz" diyerek üsteledi amca, komisere bakarak.
    "içeriz elbet" dedi komiser.
    "içeriz" dedi amca, "zeki'yi de dinleriz, kime ne ulan?"
    "öyle ya, kime ne" dedi komiser, alttan alırcasına. ilk dolu bardaktan sonra burnunun ucu kızarmıştı bile. hızla gelen ikinci ve üçüncü kadehlerden sonra o da "kime lan" dedi aniden, "kim lan cumhur? içeriz be!"
    amca ağız dolusu güldü. "senin yaratıcına kurban olayım rakı" dedi, "insanın ruhunu okuyorsun be."
    garson ve aşçı durmuş bizi seyrediyorlardı. amca kebap söyledi yeniden, sonra da "gelin oturun ulan" dedi ikisine, "biz sosyalistiz! ayrı gayrı yok bizde. kim kul, kim allah, kim lan cumhur? ağzını yiyim cumhurbaşkanının."
    "ben de" dedi komiser, "ağzını yiyim be!"
    ihsan hâlâ leyla'da geziniyor. başım fır fır dönüyor. garsonla aşçı da çabuk girdiler havaya, hep birden bağrışıyoruz:
    "kim lan cumhur?"
    eve nasıl, ne zaman, ne ile geldiğimi bilmiyordum. eşimle burun buruna gelince "kim lan cumhur" diye bağırdım. eşim beni kapıdan içeriye çekerken "yine rezil ettin bizi elaleme" dedi, "artık beyimizi polis arabalarıyla getiriyorlar evine. bağırma, ne bağırıyorsun? şimdi gelip götürecekler yine."
    "kim lan polis" diye bağırdım, "kim lan alem? altınbaş içer mi bu alem dediğin, zeki abimizi dinler mi? niye rezil oluyor elalem bize? kim cumhur ulan, kim rezil?"

    ya, işte böyle sevgili canlarım, işte rakı. işte benim biricik aşkım. sonradan başımdan geçecek binbir türlü aklı, karalı sevdada hep başrolü oynayacak sevimli, huysuz, yaramaz, haspa. ona öylesine aşık oldum ki yaşamımda binlerce öyküsü var. ama bu sözlere bakıp da sakın benim bir akşamcı, ya da alkolik olduğum yargısına varmayın, yanılırsınız. her gece her gece sevgilisiyle ilişkiye girmez insan. tadı tuzu olmaz bunun, sevgiyi, sevgiliyi yıpratır sonra. rakı da öyle; öpmesini bileceksin, sevmesini bileceksin, kucakladığın zaman kucağını dolduracak, ısıtacak yüreğini, mutlu edecek, uçacaksın, ağız dolusu güleceksin, şarkıları, türküleri, mutluluk naralarını dizeceksin ardarda. sonra sarılıp yatacaksın ona. ne ihanet eder insana, ne de insanın ihanetini affeder rakı. bir çarpar ihanet edene, cin çarpmıştan betere çevirir, ecinniye ferman okutturur.
    hem sonra rakı yüzünden bu güne kadar ne savaş çıktı, ne irak'a sefer düzenlendi, ne de borsalar çöktü, değil mi? hergün herhangi bir biçimde ortalarda görünse de o, hakiki, alçak gönüllü bir sanatçı olarak rolünü oynuyor. öyle orasını burasını açan ve paparazzileri peşinden koşturan üzüm sıkması şaraplara, yani baldırbacak sanatçılara benzer bir hali de yok rakının.
    yar o, yar!
    kim görmüş onun bugüne kadar clinton'un oval ofis'ine girdiğini? tamam, biliyoruz, durmaz şişede durduğu gibi her zaman, ama öyle ofislere mofislere de düşmez rakı.
    kim ofis be, kim clinton?
    haydi fondip! yarasın.
    kim ulan cumhur?

    a. kadir konuk"
  • bu rakinin icimini yeni rakidan farkli kilan 3 unsur vardır.
    --- spoiler ---
    1. %100 üzüm distilesinden üretilir, lakin kuzeni olan yeni rakı %65 üzüm distilesinden üretilir. (kalan %35'in ne oldugu muallaktir, zira tekel sitesinde bile aciklanmamaktadir)
    2. yeni rakiya gore daha az miktarda üretilir, dolayisiyla daha secme hammadde kullanilir
    3. tuketimi az oldugundan cogunlukla icilen veya satin alinan raki en az 1 seneliktir, dinlenmis oldugundan icimi daha buyuk zevk verir
    --- spoiler ---
  • "...kumkapı meyhanelerine dadandık
    önümüzde altinbas, altın zincir, fasulye pilakisi
    ardımızda görevliler, ekipler, hızır paşalar
    sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
    öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
    çöpçülerin elleriyle okşardım seni
    yalnızlığım benim süpürge saçlım
    ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi..." * *
  • yine mi cicek sarkisinda kadehlere yag gibi dolmasi istenen icecek.
  • şişesinin değişmesi onu eski klasik havasından uzaklaştırsada,eski tadından birşey kaybetmemiş yüzde elli alkol oranlı en iyi türk rakısıdır.
  • rakı içmeyi bilen insanlardan öğrendiğim rakıdır. ağzınızdan gırtlağınıza süzülürken oradan yemek borunuza geçerken hissedersiniz pürüzsüzlüğünü. tüm alternatiflerini denedim, denemeden yazmayacağım diyordum. eksik kalan saçam sapan markaları da babayla beraber denedikten sonra efsanenin bu olduğunu düşünüyorum. daha güzel bir içki olduğunu düşünmüyorum dünyada.

    şu güne kadar rakı hariç tüm ağır alkolleri içerken ulan bunu niye içiyoruz ki tiner gibi demişliğim vardır, içmeye de devam ettim tabi. rakı en karakterli içki geldi ufacık çocukluğumdan beri. işte o karakterli içkilerin de yıldızı budur. aman bozulmasın, o imbiğin ortasındaki rakıya zeval gelmesin.
  • bu kadar firmanın yırtınıp bir dolu alternatif üretmesine rağmen hala en iyisi budur. kulüp rakı peşinden koşar. tekirdağ altın seri, yeşil efe, sarı zeybek falan hep sizin olsun ama bunu bana bırakın**
  • imbiğin göbeğinden alınır.
    sırf bu yüzden sanki karpuzun göbeği, soğanın cücüğü gibidir.
    yumuşacık akar gider boğazdan anlamazsın.
    bak canım istedi şimdi.
  • en sevdiğim rakıdır.

    fakat büyük marketlerde hiç sansasyonal indirime girmiyor, buradan yetkililere sesleniyorum altınbaş'ta güzel aksiyon fiyatı yapın.
  • "hamdolsun
    altınbaş kadehe yağ gibi dolsun "

    demiş meral okay ablamız. kesinlikle doğru demiştir.
hesabın var mı? giriş yap