aynı isimde "anayurt oteli (film)" başlığı da var
  • --- kitap ---
    1973'te bilgi yayinevi basmis; otuz dar satirdan, 173 sayfa. kitap-lik'in* elli sekizinci sayisinda, yayinevi sahibi ahmet kuflu'nun yusuf bey'e gonderdigi mektuplar ve baska yazismalar var. kitabin adi ahmet bey'in onerisiyle degismis, yoksa: "otel". bilgi yayinevi'nin kapak ressamini da anmak gerekir: fahri karagozoglu. bundan birkac sene onceye kadar, 1974 tarihli ikinci basima rastlamak mumkundu, ve "aylak adam"a da. belki hala bir yerlerde...
    iletisim yayinlari'nda iki basim, 1987-89. (mavi-kirmizi renkteymis kapagi; venedik film festivali’nin simgesi de bir kenara ilismis.**)
    2000'de yky; otuz alti genis satirdan, 108 sayfa. sayisini bilmiyorum, burada da birkac baski.

    --- otelden girilen entryler ---
    (bkz: samson/#1264039) *
    (bkz: metin akpinar/#8381595)
    (bkz: et koydum tencereye/#9490480)
    (bkz: macit beni sallandir/#10133030)
    (bkz: progressive gece siirleri/#9309178)
    (bkz: progressive gece siirleri/#10133092)

    --- yusuf atilgan anlatiyor ---
    manisa’da ‘anavatan oteli’ diye bir yer vardi. babamla manisa’ya her gidisimizde anavatan oteli’nde kalirdik. cunku otelin sahibi babamin iyi arkadasiydi. oteli de zebercet efendi ile oglu ahmet isletirdi, romandakinin tersine. bir gun bu oteli yazma istegi dogdu icime. o siralar arkadaslarla birgi’ye gidecegiz. gece aydin’da bir otelde kaldik. bir otel iste. kapidan giriliyor, karsida yukariya cikan bir merdiven var. katibin yeri de bu merdivenin altinda. onunde bir kucuk masa. gece arkadasimla konusurken, “yahu”, dedim, “bu adamin buradaki hayati ne olabilir? merdiven altinda oturan bir adam. nasil bir adamdir bu?” ustelik benim bunaldigim zamanlar. boyle bir ikilem icinde oldugum bir durum. anavatan oteli ile bu adami birlestirdim, kendi ruh durumumu da yansitmaya calistim. bu roman cikti.

    --- ay ben yanlis anladim ---
    "(...) ikinci romani anayurt oteli'nde bir otel katibinin cinsel yalnizligini ve sapikligini anlatiyordu. romanin kahramani zebercet bilinclilikten, hatta zihinden adeta yoksun bir kisilikti. yapit, somut bir kisiden cok, psikolojik bir bozuklugun oykusunu anlatiyordu. (...)" (ana britannica'da boyle yaziyor. adeta aptal.)
    "(...) ketum gorunusu canli bir hayal dunyasini gizleyen aksi bir adam olan zebercet'e... (...)"(ingilizce metinde "canli hayal dunyasi"na karsilik "vivid fantasy life" denmis; toronto film festivali programiyla ilgili bir web sitesinde de ayni tamlamaya rastlamistim, alinti mi acaba? neyse iste...) "(...) zebercet o donene kadar ne yapacagini bilemez, ama zaman gecip de kadin gorunmeyince, tutkusu yavas yavas bir saplantiya donusur. yalnizligi ve baska insanlarla iletisim kuramayisi, zebercet'in derin bir degisime ugramasina yol acar. kafasini fena halde takarak dagitmaya baslayan zebercet'in melankolik, temkinli dis gorunusunun altindaki psikopat kisiligi ortaya cikar... " (23. uluslararasi istanbul film festivali kitapcigindan. eh...)
    "(...) anayurt oteli ozunde, ufak ufak kafayi yeme asamalarindan gecen, tasrali, yalnizlik takintili, otel yoneticisi zebercet'in garip hikayesine yogunlasan; ruyalar, sanrilar, simgeler, nesneler ve eylemlerin gizli anlamlari araciligiyla zamanin gecisini konu edinen, iyi cekilmis ve oynanmis, siradisi ve belki de en basarili omer kavur filmidir." (sagolasin, sungu capan.)
    edebiyat sozluklerine bakmak geregi duymadim. behcet necatigil'in makul birkac satir yazdigini tahmin ederim, fethi naci'den kuskuluyum vs. 1992'de yayinlanan ve ikinci baskisi yapilmayan "yusuf atilgan'a armagan"a bakilmali. kitap-lik'in kirk birinci sayisindaki yusuf atilgan sayfalari. enis batur'un birkac kitabina dagilmis kisa yazilar.
    en nihayet, eksi sozluk: "yusuf atilgan'in yarattigi bir cok cinsel sapkinligi bunyesinde barindiran sahis. romanda acikca secilebilen zebercet rahatsizliklari: zoofili, nekrofili, oedipus kompleksi, latent escinsellik. daha da vardir mutlak, ben bu kadar cikarabilmistim vaktiyle." - (bay hiddet'ten inciler. yusuf bey'in persembe arkadaslari sagolsun, iyi ki o tuhaf yazilari da koymuslar "armagan" kitabina; otuz yil sonra, hala ayni gayretkeslik, bazilarinda. el ele, aksam gezmesine cikmis minik, sevimli rahatsizliklar... ama boyle baslamisken saymaya, niye durmus ki; insanin meraki kabariyor, latent matent, neler vardir daha. - z. / ve devam etmis: ) "romandaki bir cok noktanin filme tasinamamis olmasi hasebiyle eksik bir edebiyat uyarlamasi. filmin adi anayurt oteli degil de "anayurt otelinden hareketle x" olmaliydi diye dusunduren (based on a novel) noktalar bilhassa zebercet'teki bircok cinsel sapkinligin ve romanda yer alan toplumsal donusum tarihlerinin vesairenin filme yansitilamamis olmasi." (hele sapkin... haha. - z.)

    (17 temmuz 1982)
    enis batur - 1839, 1908, 1922, 10 kasim 1963, 28 kasim... bu tarihler rastlantisal degil herhalde?
    yusuf atilgan - degil elbette.
    enis batur - bir de zebercet'i fasist ilan ettiler.
    (yusuf atilgan gulumsemis.)

    --- tarihler, dayanaklar ---
    zebercet'in cocukluk ve askerlik hatiralari, kececi sulalesinin hatiralari, kasabanin tarihi, hikayelerin yaslandigi tarihler ve butun bunlari filme aktarmanin zorlugu... sahin kaygun'un duzenledigi tavan arasindaki fotograflar ve sallanan besik belli belirsiz bir seyler cagristiriyor, o kadar.
    mustafa kemal pasa'nin boy resmi, otelin girisinde, sagda asili, filmde yok. cumhuriyet bayrami kutlamalari filmde var, fakat gece degil, gunduz. kitapta, kaybolan havlular ve parktaki ihtiyarin* anlattiklariyla isaret edilen deger degisimi vs de filmde yer bulamamis, polisiye burokrasi disinda. ve birkac kucuk nokta daha, filmde yok. mamafih, kitapta olmayip filmde eklenmis bir sey var: pazar yerinde, cuma hutbesini hoparlorlerden dinleyen ahali yerinde durmus, herkes ellerini acmis dua ederken, zebercet mars'tan gelmis gibi, n'apacagini bilemiyor, yuruyup gitse olmaz, dua eder gibi yapmayi bile beceremiyor - macit koper...
    konagin yapildigi tarih, ("bir iki iki delik, kececizade malik"), hicri 1225, miladi 1839: (bkz: tanzimat fermani) / zebercet'in kucuk dayisi faruk'un intihari, "hurriyet'ten uc yil sonraymis"; hurriyet, 1908. (bkz: ikinci mesrutiyet) / yunanlilar giderayak yakmisti kasabayi, her mahalleden eli silah tutan bir tek erkek ciksa yanmazdi ya, 1922. (bkz: buyuk taarruz) (bkz: kurtulus savasi) / kitabin son gunu, 10 kasim 1963 pazar. ataturk'un naasi anitkabir'e 1953'te nakledilmisti. 1963'u bir de "toplumsal donusum" diye didiklersek, suleyman "morrison" demirel'in ayak seslerini isitiriz. (bkz: 10 kasim) / zebercet'in dogum gunu, 28 kasim 1930. sonra, zebercet'in buyuk dayisi nureddin'in halveti tekkesinde kirk gunluk cileye girmesi (1903) fakat kirk gun yerine yirmi iki gunde cikmasi ve hemen ertesi sabah olmesi (yirmi sekiz yasindaymis). kadin 17 ekim persembe gecesi gelmisti, 28 kasim'da o gecenin ustunden kirk gun gecmis olacakti. bir de, 28 kasim 1963'de agir ceza'da gorulecek gerdek cinayeti davasi var. 40-22=18=28-10. yaa... [28 kasim'i kurcalayinca baska seyler de cikiyor, mesela 28 kasim 1912: arnavutluk'un bagimsizligi. yok, bu degildi, hah, 28 kasim 1938: ataturk'un vasiyetnamesinin acilmasi. bir de, en tuhafi, hurufi inancina gore, insan vucudunu kuran harflerin butunu yirmi sekizmis. (bkz: hurufilik)] / filmde tarihleri yirmi sene otelemek zorunda kalmislar, anlasilir sebeplerden. bu durumda, zebercet'in dogum gunu (28 kasim 1950) de demokrat parti'nin iktidara gelisine denk dusuyor. kitabin sonu da 10 kasim 1983'e geldi, ki 1983 genel secimleri 6 kasim'da yapilmisti. eh, sevgili toplum, al sana, istedigin kadar degis, donus (bkz: hop hop hop degis tonton) (bkz: turgut ozal)

    - anavatan oteli hala duruyor mu manisa’da?
    - duruyor, ama artik otel olarak degil. otel kapandi, yapisi duruyor.
    - ya zebercet?
    - o da yasamiyor.
    - peki zebercet romani okumus muydu?
    - yok, coktan olmustu. okuyamadi. ama zebercet’i taniyanlar romani gordukleri zaman, “a, biz bunu biliyorduk”, demisler manisa’da.
    (refik durbas ile soylesi, subat’88)

    --- "come back, come back, don't walk away..." ---
    (bkz: gecikmeli ankara treniyle gelen kadin)
    omer kavur'un new age vs dinledigi dogruysa, the cure ile ilgilenmesi de beklenmez herhalde, ola ki asistanlarindan biri... (bkz: inbetween days) "biyigimi da kesiverin" - "cok sakacisiniz." ve berberin televizyonunda robert smith, ne hos. gecikmeli ankara treniyle gelen kadina seslenebilecek bir sarki, sozlerine hic dikkat etmemis de olabilirler tabii. sonra, goz yumulan minik bir saskinlik: "inbetween days" 1985'te yayinlanmis, filmin takvimiyse 1983'u gosteriyor. eh, olur o kadar. tarihlerin birbirini tutmasina itina etselerdi, ve yine the cure olacaksa, video klip cekilmis sarkilar vardi elbet: "pornography", "faith", "seventeen seconds"... "the cure" israri yoksa eger, japan ile baslayan, talk talk'tan gecip talking heads'e uzanan bir yola duseriz, dere tepe gideriz.
    berber dukkani disinda, attila ozdemiroglu'nun yaptigi muzige diyecek soz yok. ama, japan'in "the tenant" nam enstrumantal ve dahi -mental bir seysi var ki, her seferinde icim gidiyor, "otel"e cok yakisirdi. sonra, gokhan kirdar'in "ethnotron"larindan biri; yine muzikotek'ten, fakat birkac sene once yayinlanan "turk muzik bankasi"nin altinci cd'sinde "synthetic migration" adiyla yer almisti, sadun aksut'un yayli tanbur caldigi, "otel"in ana temasina pek benziyor. bu cd ile pesinden gelen "ethnotronix" arasinda sarki adlari disinda bir fark yok galiba; birincisinde, her birinin ucer dorder cesitlemesi de cabasi. bu "synthetic migration"in bir de "psycho" cesitlemesi var, allah allah. ("synthetic migration" da sismoloji terimiymis galiba.)
    "(...) istasyona (...) yakin bir asevine gidip yemek yemisti. <ne oluyum, ne sagim.> asevinin yanindaki kahvenin radyosunda kalin sesli bir erkegin bagira bagira soyledigi, cogu sozleri pek anlasilmayan bir turkudendi bu. pilavini bitirip kalkmisti. (...)" filmde, muthis, taksinin (kitapta fayton) radyosuna aktarilmis, sinema donusu: "...alt'aydir mektup gelmez; ne oludur, ne sagdir..." bilecik yoresi olacak, "et koydum tencereye". (-ne vardi boyle icecek? -karnim, dedi. -agriyor mu? -simsiki.)
    bir tanidigi "otel nasil gidiyor?" diye sormus. "gitmiyor", demis yusuf bey, "sikisti. emekli subay yataktan bir turlu dusemiyor. bir dusse, her sey rahatlayacak". - "besiktas'tan zebercet gezgin adli dinleyicimiz aramis, mahmut gorgun* beyefendi icin the smiths'ten bir sarki istemis. kendisini kirmiyoruz, mahmut bey icin ve yataktan dusen herkes icin gelsin diyoruz: (bkz: reel around the fountain)"

    --- omer kavur anlatiyor ---
    bir romanin sinema alanina gercekten basarili bir sekilde aktarilmasi isteniyorsa, bence yazarla yonetmen arasinda bir ruh birligi olmasi gerekir. ayni seyleri dusunebilmek ve hayatinizda musterek bir meselenin olmasi. bunun iyi ornekleri vardir. gercekten "anayurt oteli" bu konuda iyi bir ornekse, ben bu basariyi biraz yusuf atilgan'in kurmus oldugu dunyayla kendi dunyam arasindaki o buyuk ozdeslik ve ortusme hissine borcluyum.
    romani okudugumda, "ben bunu yapmak istiyorum ve baska bir sey yapmak istemiyorum" duygusuna kapilmistim. yusuf bey'le uzun uzun konustum. hatta yusuf bey'in senaryo calismalarina dahil olmasini istemistim, "bu benim isim degil" dedi. sunu sordum ona: "size bu romani yazdiran nedenler neydi? niye bu romani yazdiniz?" ve bana bir hikaye anlatti. cok ozel bir hikaye, kendi gecmisiyle ilgili. o hikaye bana isik tuttu. (catladim. - z.)
    bir de, unutmamak gerekir ki, kendi gecmisimde uc yil boyunca bir otelde calistim ve gece bekciligi yaptim. tabii zebercet'in duygulariyla kendi duygularim arasinda bir ortusme soz konusu degil. (utanilacak bir seymis gibi.. - z.) ama ben beklemek nedir bilirdim. gelen bir musteri varsa o musteriyle ilgili tahminler yurutmeyi bilirdim. hayal kurmanin ne oldugunu da bilirdim. sanirim butun bunlar, yusuf bey'in yazdigi ile benim dusunduklerim, duyumsadiklarim, iyi bir sekilde ortustu.
    tabii elimde cok guclu bir metin vardi, (hem de nasil. -z.) sansim da yaver gitti, cok iyi oyuncularla calistigima inaniyorum, iyi bir mekan bulduguma inaniyorum. (allah isini rast getirsin, hele mekanlar iyiden de ote degil mi? - z.) bu kosullar ortaya iyi bir film cikmasini sagladi, benim icin.
    beni en cok korkutan film "anayurt oteli" oldu. ama buna karsilik film ilk gosterimden itibaren muazzam bir ilgi gordu. bana gore hic is yapmamasi gereken bu film, o yil turk filmleri icinde en cok gise yapan ikinci film oldu.

    --- cekirdeksiz ---
    alti numarada kalan ogretmenler: "(...) kalemi alip fise adlarini yazdi. adi saide'ydi. anasinin adiydi bu. sali gunu kadin adini soyleyince sasmisti. (...) ilkokulun besinci sinifindaki ogretmenine benziyordu; yumusak, genc bir kadin. sabahlari sokaklarda simit sattiktan sonra okula gelen kurt muhittin adini 'cekirdeksiz' takmisti. (...) saide... anasi ince bir kadindi. bu konakta, simdiki alti numarali odada dogmus. (...)"
    anneannem 1938'de balikesir lisesi'ne gelmis, yirmi uc yasinda, biyoloji ogretmeni. yusuf atilgan balikesir lisesi'ni 1939'da bitirmis. zebercet'in annesinin adi saide, alti numarada kalan ogretmenin* adi saide, anneannemin adi... o da saide, ve talebeleri ona da 'cekirdeksiz' adini takmislar. "olur sey degil". yusuf bey'in ogretmeni oldu mu, bilmiyorum; ama gormuslerdir birbirlerini, karsilasmislardir, degil mi ya.
    (anneannemin sureti, kitap-lik'in altmis birinci sayisinda. ve daha tuhafi, anneannem eksi sozluk'te.)

    --- fairy towels ---
    “(...) istasyon alanindan otele cikan sokagin basinda bir cam agacinin govdesine tenekeden kesilmis, koyu yesil ustune ak harflerle ‘otel’ yazilmis ok bicimi bir gosterge cakili; ama yillar sonra civilerden biri curuyup kopunca okun ucu asagiya donmus topragi gosteriyor, otelin yeraltinda oldugu sanisini veriyor insana. (...)”
    filmde gormek hos olurdu. her seferinde degisen fawlty towers tabelalari gibi. (bkz: fawlty towers)
    (...)
    - merhaba; otelci sen misin?
    - evet ama odalar dolu.
    - kalici degiliz; koyden bey gonderdi bizi...
    - koyden mi? hangi bey?
    sesi puruzluydu. oglan siritti; kisaca boyluyu dirsegiyle durttu.
    - duydun mu? hangi beymis.
    - duydum -dedi oteki.
    - hangi bey olacak, baytar bey. havlu icin geldik.
    sag elini masaya dayadi.
    - ne havlusu?
    - fairy towels iste.
    - nedir o, fiery vowels?
    - havlu dedik ya. beye konuk gelen kadin unutmus, iki hafta once.
    - kadin mi? nasil kadin?
    - guzel bir kadin; geldigi gece burda kalmis.
    - sahi; persembe gecesiydi. koyde mi simdi?
    - degil, gitti. cuma sabahi motorluya getirdik.
    - beyin nesi oluyor o kadin?
    - duydun mu? beyin nesi oluyormus -dedi yanindakine.
    - duydum -dedi oteki.
    - nesi olursa olsun; havluyu ver sen.
    havlunun onemi yoktu artik; ama ustundeki kurumus bulasiklarla nasil verirdi bunlara?
    - havlu falan gormedim ben -dedi.
    - sarili kirmizili karali bir havluymus; beye soylemis.
    - gormedim dedim ya.
    oglan diklendi.
    - bana bak, yalan soylemez o -dedi.
    - odalari ortalikci kadin* toplar; isterseniz kaldigi odaya cikip bakalim.
    cekmeceden iki numaranin anahtarini aldi. merdiveni cikarlarken oglan:
    - ibnelik yapmaya kalkarsan karismam bak -dedi.
    - nasil ibnelik?
    - duydun mu? nasil ibnelikmis -dedi yanindakine.
    - duydum -dedi oteki.
    - latent ibnelik.
    (...)

    --- sinemadan cikmis insan ---
    onbes sene kadar once star'da gosterilmisti, filmi ilk o zaman gordum. ondan sonra trt2, trt-gap, ykl. senede bir... 21 nisan 2004 carsamba gunu beyoglu sinemasi'nda gosterildi, film festivali programindaki dort omer kavur filminden biri. perde kucuk olsun varsin, sinema sinemadir; hele yusuf atilgan...
    perdeye yakin sol tarafa, m10-o14 koltuk karesine yaylim atesi acsaydim, en sakrak, billur kahkahalari susturabilirdim sanirim.* seyircinin tepkisi... (sonra, sen seyircilerden biri*, kendini ihbar etti.) baskalari da guldu tabii, hatirlayabildigim kadariyla:
    1) ogretmenlerin kapisini dinledikten sonra ("nasil seninim...") kediyi tekmelemesine, -kitapta tutturamaz o tekmeyi- 2) lokantada, karsisina oturmak isteyen adam: "gelecek var mi buraya?" - "yer yok efendim", iste bu cevaba, 3) berberdeki robert smith'e, 4) fantastik karate filmine ("olur sey degil.") ve jean-claude van damme bey'fendiye, 5) aynada, alnindaki tirmik yarasina ("olur sey degil.") bakmasina, 6) polisin* otelin fisleri hakkindaki yorumuna, 7) baytar bey'in havlu icin gonderdigi adamlarla arasinda gecenlere, ve daha birkac seye gulundu. bense emekli subay'in* sover gibi "cok saglamsiniz" demesine ve her zamanki gibi kestaneciye* guldum sadece. 'gulunmez' demeye getirmiyorum tabii, hem, bana ne. fakat, kitabi okurken daha beter gulmenin mumkun oldugunu soylemeliyim; filmdeki siklikta degil belki, ama baska turlu, daha 'deli' gulmek mumkun. zebercet'in ic sesiyle ve ruyalariyla bosalan kahkahalar, daralan nefes.
    sinema "anayurt oteli"nde de onemli bir mekan, "aylak adam"dan asagi kalmiyor. ekrem'le horoz dovusunden cikinca gordukleri western: savastan donen genc adam, kardesleri oldurulmus, topragi alinmis, basinda bankacinin oldugu suc cetesinin marifetleri, genc adamin nalbanttan ve yargicin kizindan baska dostu yok, kavga dovus, duello ve mutlu son - gormustum galiba.
    "(...) ne cok yalan soyleniyordu yeryuzunde; sozle, yaziyla, resimle, ya da susarak. kasabanin ileri gelenleri icin genc adami oldurtmek cok kolaydi. gene de, sacma da olsa, tek basina bir seyler yapilabilecegi sanisini veriyordu; insan katiliyordu bu yalana. (...)"
    yirmi yillik bir zaman kaymasi yuzunden, omer kavur da karate filmleri seyrettiriyor zebercet'e, n'apsin. ilk film, zebercet'in saskinligina ("olur sey degil") fazlasiyla yakisiyor: ucan adamlardan birine elindeki sirikla vurunca kahraman karateci, puff, infilak ediverdi adam. ikinci filmse "no retreat no surrender" olmali. ivan krezinski veya krashinski veya her ne haltsa, jean-claude van damme'in ringin kosesine gidip hipotenus dogrultusunda actigi bacaklariyla iplere oturmasi ve kollarini gogsunde kavusturmasi - google'da aradim bu fotografi, bulamadim (ama baska seyler ogrendim, mesela, van damme beethoven severmis meger, hele bruksel lahanasi...), yani ikna olmus degilim, yine de "no retreat no surrender" olmali; onceki uc filminde ilgisiz rollerde oynamis cunku, sonraki filmiyse "anayurt oteli"nden sonra cekilmis, "bloodsport", hem orda ring de yok galiba. neyse... "inbetween days" gibi, bu film de 1985 tarihli, iki sene sasirmislar yine. olsun artik. "no retreat, no surrender", geri cekilmek yok, teslim olmak yok, iste bu da doner dolasir, emekli subayi ve zebercet'i bulur: "(...) <kacmis. kacilir mi boyuna?> yukarida, odasinda polisleri beklemenin, dis kapinin acilislarinda, ayak seslerinde, ne oldugunu anlayamadigi tikirtilarda... (...) ...bilinmeyenin tedirginligini... (...) baska bir durumda kacmak gereksizdi. nereye gitse arkasindan geleceklerdi. halil onbasi'nin koyune bile. ne yapardi orada? bes gundur, ozellikle bugun, olanaklarda bir azalma olmamis miydi? kacmayacakti. durumunu baskalarinin yargisina birakmayacakti. (...)"
    ha, bir de, zebercet carsida dolasirken, saticinin kaldirima cikardigi televizyonlarda hakan balamir'in mujde ar'i tartaklamasina bakakaliyor - omer kavur'un hitchcock'vari bir oyunu diyelim, "anayurt oteli"nden dort yil once, 1982'de cektigi "göl"den hos bir sahne.
    sunu da araya sikistirayim: "(...) sokak sinemadan cikmayanlarla dolu; asik yuzleri, kayitsizliklari, sinsi yuruyusleriyle onu aralarina aliyorlar, eritiyorlar. (...)" iki hafta boyunca tesaduf ettigim birkac tanidik, hep kalabaliktan yakindilar. silahimiz olsa, onumuzdekileri teker teker indirir, leslerine basarak rahatca yururuz taksim'e, oh ne iyi. istiklal caddesi'nden akan herkesin balonunda ayni sey yaziyor herhalde, "kalabaliktan nefret ediyorum." behic ak gulsun.
    "(...) sinemadan cikmis insan. gordugu film ona bir seyler yapmis. (...)" tedirgin, huzursuz tabiatli degilim zaten, nedir, "anayurt oteli"ni gordukten sonra daha da sakinlesiyorum, sutliman, mutedil vb. onceki carsamba gecesi, sinemadan cikip taksim'e yurumustum, yaya gecidinde bekleyen adam saati sormustu da, "yarim... bir saat sonra... onbir bucuk", diye tuhaf bir cevap almisti, dalgin kafa akrebi yelkovana dolayip kunde attirmis iste. "otel"den ciktigimdaysa butun yuklerinden arinmis, ufleseler ucacak haldeydim, oyle hafif, rahat. hava kapaliydi, gec vakitte yagdi belki. allah uzun omurler versin, "sinemadan cikmis insanin" bir hafta on gun dayandigi oluyor; bazi filmler de hep icimizde zaten, hmm? ofke veya nefret duydugum anlamina gelmiyor, ne diye nefret edeyim, ama affetsin yusuf bey, insanlarla barisik olmami beklemesin, buyuk isler ummasin benden.
    ne oluyum, ne sagim.
  • yıllar sonra yeniden okuduğum yusuf atılgan kitabı.
    ne edebiyatçı, ne eleştirmenim* ama yıllar önce okuduğumda dikkatimi çok da çekmeyen fakat bu defa zebercet'in yaşamında önemli bir yer tutan otel kayıt defterini hikayede sıklıkla okumak, yazar tarafından bilinçli bir metafor olarak seçildiğini düşündürtdü.

    kahramanımız zebercet; ömrü, her şeyi olan otelde birilerini, bir şeyleri bekleyerek yaşıyor....
    ama yıllar içerisinde ne kimse gelmiş, ne de elle tutulur bir gelişme olmuştur.
    varı yoğu olan otelin, kalın kayıt defterini muntazam bir şekilde tutmaktadır ama o.
    en önemsediği, ciddiye aldığı sorumluluğu, otelin yöneticisi olmanın en önemli (s)imgesidir o defter. otel; babası, işi, yuvası, kalesi ise zebercet'in, defter de otelin kalbidir.

    kitapta o kadar çok sayfada geçiyor ki o kalın ciltli kayıt defteri;
    (bkz: e kitap okumanın faydaları)

    "sigarasını küllüğe bıraktı; önündeki kalın defteri açtı. o gece otelde kalanların adlarını dünkü fişe baka baka deftere yazdı."

    "defteri kapadı. sigarası sönmüştü. merdivenden yan yana iki kişi iniyordu."

    masadaki iki kalın defteri açtı. yatak arayanlara ad bulmaya çalışmıyordu artık; geçen yılın defterini merdiven altındaki sandıktan çıkarmış, o günler otelde kalanların adlarını buna bakarak fişlere, deftere yazıyordu. kasımın üçü cumartesiymiş geçen yıl; sekiz kişi kalmış o gece. 6 numarada yazılı adları değiştirmeden aktardı. yukarıdan tıkırtılar geliyordu. defterleri kapadı; fişi çekmeceye, ötekilerin üstüne koydu.
    ---

    ama bir gün tesadüfen, hayatının anlamının, dışardaki dünyada hiç bir karşılığının ve değerinin olmadığını fark eder;

    "kapıyı kilitledi. ikinci katta 2 numaranın kapısını da kilitledi; elinde anahtarlar, merdiven dönemecini dönünce masanın önünde duran polisi gördü; ağırlaştı.
    — beni mi arıyorsunuz? dedi kayıtsızca.
    — otelci misin?
    — evet.
    merdivenin son basamağında, 1 numaranın önünde ayağı tökezledi. 'yavaş' dedi polis.
    — ne yapıyordun yukarda?
    — ben mi? odaları topladım.
    anahtarları masaya koydu.
    — bir kadın yok mu, gündelikçi?
    — var ya, izinli beş gündür.
    — neyse. birini sormaya geldim ben.
    — buyurun.
    — bu sabah bir genelge geldi ankara'dan; birini arıyorlar.
    elli yaşlarında, orta boylu, topluca, kalın kaşlı, yeşil gözlü bir adam kaldı mı bu sıralar otelde?
    elindeki fotoğrafı uzattı. zebercet baktı. emekli subay'dı bu; yalnız alnındaki kırışıklar görünmüyordu.
    — açık yeşil kazağı vardı. iki haftayı geçiyor, cuma sabahı gelmişti. tam bir hafta kaldı.
    — bir hafta mı?
    — evet. nüfus kâğıdından yazdım buraya.
    defteri açtı; cuma gününü buldu. polis eğildi.
    — mahmut görgün. adı bu değil ama başka nüfus kâğıdı vermiştir. 18 ekim cuma. tamam. ne yapardı burda?
    — şu koltukta otururdu çoğu. gazete okurdu; her gün bir yığın gazete. öğleye doğru iner, yemeğe çıkardı; akşamları da.
    polis defterdekileri bir kâğıda yazıyordu.
    — günlük fişlere yazmıştım ben.
    — ne fişleri?
    — polis fişleri, karakola göndermiştim.
    — ha, şunlar. karakolda bir yere atarlar onları; kimse bakmaz.
    şaşılacak şeydi yıllardır gerek babasının gerekse onun önemle, aksatmadan her hafta polise gönderdikleri kâğıtların orada bir yerlere atılması. yukarıyla bir bağlantı sanırdı bunları."

    sindirmek kolay değildi hatta zebercet için kabul edilebilir de değildi, her şey bir anda paramparça olmuştu;

    "kürsünün ardına oturduğunda demir kasanın üstündeki çalar saat sekizi çeyrek geçiyordu. defteri açtı. dört kasımdan beri sözde otelde kalanları yazmamıştı. bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. insan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde. defteri kapadı. ne gereği vardı artık bunları yazmanın ya da birkaç satır yazıp bırakmanın?"
    ---

    bir akademisyen, hikayenin son'unu anayurt oteli ve dünya ağrısı'nda otel s/imgesi isimli makalesinde güzelce özetlemiş:

    "nihayetinde zebercet, içinde “var” olduğu otelde intihar ederek “yok” olur. geride otelin yatağında “donunun sol paçasından fildişi renginde koyuca bir sıvı” bırakarak otuz üç yaşında varoluşun ağırlığına canını teslim eder. kaçıp dışarıda muharebe etmektense kendi kalesinde hayatına son vermiştir. "
  • zebercet'in oedipus kompleksi dahilinde, içeriğinde yoğun şekilde psikanalitik öğeler barındıran yusuf atılgan romanı.

    --- spoiler ---
    zebercet, aşık olduğu kadın otelden ayrıldıktan sonra otele gelen emekli subay’a, onun arzu ettiği kadının kaldığı oda olan 1 numarayı değil, ikinci kat iki numaralı odayı vermişti. emekli subay’ın kadın ile bir bağlantısı olduğunu anlayan zebercet, bu adamı kadını baştan çıkarmaya aday bir rakip olarak algılamıştır. ayrıca emekli subay’ın otele yerleşmesiyle zebercet’in otel içerisinde hareket alanının kısıtlandığını ve bundan rahatsızlık duymaya başladığını gözlemliyoruz. “adamın öğle sonları, geceleri salonda oturuşu zebercet’i tedirgin ediyor, yalnızlığının rahatlıklarına, sözgelimi eskiden olduğu gibi arada kalkıp salonda dolaşmasına, ... engel oluyordu.” - “tedirginliğinin bir nedeni de belki adamın eski bir subay oluşuydu” diyen anlatıcı zebercet’in askerlik yaptığı dönemde maruz kaldığı baskıların onun kişiliğinde yarattığı izlere bir göndermede bulunuyor. emekli subay’ın günü gününe tıraş olduğunu farketmesinin sonrasında berbere giden ve ardından üzerine şık giysiler almak için alışverişe çıkan zebercet, emekli subay ile “kadın” için rekabetini sürdürmekteyken, aynı zamanda emekli subay’ın davranışlarını taklit etmektedir ve ona karşı “güçlü” gözükmek istemektedir. “emekli subay bir sigara yakınca o da yaktı. öksürmemek için yutkundu.” bu noktada akıllara, sigmund freud'un vurguladığı, anneye sahip olmak için gerçekleşen baba-oğul çatışması gelmektedir. öyle ki romanda oldukça önemli bir semptom dikkati çekmektedir. aşık olduğu kadının kaldığı odaya giden zebercet, etrafında kadından geri kalan nesnelere bakarken, eline kadının çay içmiş olduğu bardağı alıp, onu öpmeye girişmiştir. “bardağı ağzına götürürken gözlerini kapadı; durgun, bayat çayın kokusunu duydu; kadının dudaklarının izi sandığı yeri öptü. birden bir gürültü oldu yukarıda, tavan çatırdadı. ... emekli subay yataktan düşmüş olacaktı.” zebercet’in elindeki bardak yere düşüp kırılır ve üst katta kalan emekli subay’ın lavaboya gittikten sonra yeniden yatıp uyuduğunu tahmin etmiş olsa da, zebercet artık kadını kaybetmiştir: “oda bozulmuştu; kadın gelmezdi artık. yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.” zebercet nasıl annesine sahip olmak için babasıyla yarışırken yenilgiyi kabullenmek zorunda kaldıysa, aynı şekilde emekli subay’ın karşı otoritesine yenik düşmüş ve kadına hiçbir zaman sahip olamayacağına kanaat getirmiştir. metinde emekli subay’ın varlığı, kadının zebercet için cinsel obje olarak ulaşılabilirliğinin imkansızlığıyla eş anlamlı haldedir.
    --- spoiler ---
  • ne olmeyi ne yasamayi hakkedenlerin kitabi...
  • türk edebiyatının ve sinemasının en önemli yapıtlarından birdir hiç kuşkusuz. ama filmle roman arasında bazı değişiklikler var. bu yeni bir şey değil tabii. hiçbir yönetmen filme çektiği romana sadık kalmak zorunda değildir zaten. ama romanın düğüm yeri olarak kabul edebileceğimiz intihar anında zebercet'in tekrar yaşama bağlanma isteği ve bu andaki ikircikli ruh hali filmde atlanmış. kastettiğim sahne romanda şu şekilde geçiyor:
    "yüzünü buruşturdu. sağdı daha, herşey elindeydi ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (ne oldu? yapmayı unuttuğu birşeyi mi anımsadı birden? ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, herşeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? yoksa bilnçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?) ..."

    üstelik zebercet'i ip boynunda can çekişirken kendisine getiren olay da yazar tarafından özellikle kurgulanmıştır. romanda zebercet ipin ucunda can çekişirken dışardan siren sesine benzer sesler gelir ve zebercet'te tam bu esnada çırpınarak kurtulmaya çalışır ipten. işte zebercet'i bu yeniden düşünmeye iten olay yazar tarafından şu şekilde kurgulanmıştır romanda:
    filmi ya da romanı okuyanlar hatırlayacaktır, zebercet mahkemede hiç tanımadığı birinin duruşmasını izlerken duruşmanın ertelenme tarihini kendi kendine tekrar eder 28 kasım... daha sonra intihar etmeye karar verdiği günün sabahında yatakta 28 kasıma daha 18 gün var der zebercet kendi kendine. 28 kasım'a 18 gün varsa zebercet'in intihar ettiği gün 10 kasım'dır. zebercet'i ipin ucunda kendine getiren sesler de 10 kasım günleri saat 09:05'te çalınan sirenlerdir. zebercet bu siren seslerini duyar ve birden ipte çırpınır: "başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (ne oldu? yapmayı unuttuğu birşeyi mi anımsadı birden? ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, herşeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak?" satırlarını burada tekrar hatırlamakta fayda var. yani bu yazar tarafından bu kadar ince kurgulanmış bir sahnenin filmde atlanması bana yadırgatıcı geldi. gerçi bunun haklı bir sebebi olabilir ya da ben filmi trt 2'den izledim, trt 2 o çırpınma sahnesini kesmiştir belki de bilemiyorum. bir de bu sahne hapiste ölümü umursamadan yaşayan camus'un yabancı'sının yaşama bağlanma sahnesini hatırlatır. bu yüzden de önemli bir sahnedir bu son sahne..

    ha bir de romanla ilgili olarak; yusuf atılgan'ın duruşma salonunda hakimin kadını niye öldürdün derken zebercet'e "belki de sebebi yoktur" dedirterek varoluşçuluğun en önemli yazarlarından albert camus'un meursault'una ; tam ipte can verirken "dayanılacak gibi değildi bu özgürlük" dedirterek de varoluşçuluğun bir diğer önemli yazarı j.p. sartre nin roquentin'inine selam çakması güzel bir ayrıntıdır.
  • bana kalırsa anayurt oteli, her insanın bir gün yaşayabileceği muhtemel bir kırılmanın romanı. zebercet taşra sıkıntısıyla örülü hayatında yine de yaşamaya devam ediyor çünkü çıldırması için ihtiyacı olan katalizör, kendisine taşra tarafından verilmiyor. o tek düze, her günü birbirinin tıpatıp aynısı hayatında bu sayede yaşayabiliyor, normalmiş gibi davranabiliyor. gündelik hareketlerinin dışına çıkamamak, onu çıldırmaya müsait kimyasının sınırları içinde tutabiliyor: anahtar alıp veriyor, hesapları tutuyor, gidip kasaba meyhanesinde iki tek atıyor, hizmetçi kadını beceriyor, berbere gidiyor, vs... tüm bu kanıksanmış ritüel zebercet'in kendi kendisinin de tedavisi demek.

    ama zebercet bizler kadar şanslı ya da şanssız değil. gecikmeli ankara treniyle gelen kadın, zebercet'in kimyasının kırılması için yeterli oluyor. dış dünyadan, başka bir hayattan gelen; zebercet'in başka biri olup başka bir şekilde yaşayabileceği ihtimalini onun yüzüne vuran kadın, zebercet'in hayatına bir anda giriyor, ve bir anda da çıkıyor. zebercet kadının otele bir daha dönmeyeceğini bile bile, yine de içinde o umudu saklı tutmak istiyor. kırılma bir kez yaşandığı için artık geriye dönemeyeceğini, başka bir hayatın zehrinin kanına karıştığını biliyor. artık çıldırmaması zebercet'in kendi doğasına aykırı bir hal alıyor ve zebercet kendinden bağımsız olarak oluşmuş sıkıcı hayatını, yine kendinden bağımsız bir karakterin darbesiyle yıkıyor.

    zaman zaman hepimizin zebercet olduğunu söyleyen insanlar oluyor. potansiyel zebercetler olduğumuz doğru olabilir ama hepimizin onun kadar sıkılmadığı da bir gerçek. yine de, bir gün hayatımıza gecikmeli bir trenle girecek bir kadının ya da adamın uğraşıp didinerek oluşturduğumuz tecridlerin duvarlarını, küçücük bir darbeyle yıkıp yıkamayacağını bilmiyoruz. bu deneyim şimdilik bize oldukça uzak görünüyor. olası o an gelene kadar hizmetçi kadınlar becerip, köşedeki birahanede iki tek atmaya devam sanırım.
  • manisa’da, veya, belirsiz. istasyon meydanindan ana caddeye cikan sokagin karsisinda, uc katli bir konak. kececizade malik aga (1809-1874, zebercet’in buyuk dedesi) yaptirmis konagi. rum mahallesinde oldugundan, yangindan kurtulmus - eylul 1922’de yunanlilar giderayak yakmisti kasabayi. yangindan sonra aile izmir’e yerlesti, konagi da ahmet efendi’nin (1889-1952, zebercet’in babasi) israriyla otel yaptilar. “(...) zamanla her kata ayakyolu, odalara lavabo yapildi; salonun, sofalarin, odalarin tahta tabanlari, merdivenler kalin musambayla kaplandi. yildan yila o kasaba oteli kokusu da sinince icine, eski konak tam bir otel oldu. (...)” oteli olumune dek ahmet efendi isletti, sonra zebercet.

    “(...) caddeye bakan yuzu asi boyali. uc mermer basamakla cikilan dis kapi iki kanatli, yaridan yukarisi camli demir parmaklikli; kapinin iki yanindaki iki buyuk pencere de parmaklikli; oteki katlarin pencerelerinde parmaklik yok. kapinin ustundeki kemerde koyu yesil ustune ak yazili buyuk teneke levha: anayurt oteli. (dusman elindeyken belirli bir direnme gostermemis kasaba ya da kentlerde kurtulusun ilk yillarindaki utancli yurtseverlik coskusunun etkisi belki.) (...)”

    zebercet giris katindaki buyuk odada (no.1) dogdu, 28 kasim 1930. oluleri ve konagi bekledi, gecikmeli ankara treniyle gelen kadini bekledi. bekledi.

    “(...) istasyon alanindan otele cikan sokagin basinda bir cam agacinin govdesine tenekeden kesilmis, koyu yesil ustune ak harflerle ‘otel’ yazilmis ok bicimi bir gosterge cakili; ama yillar sonra civilerden biri curuyup kopunca okun ucu asagiya donmus topragi gosteriyor, otelin yeraltinda oldugu sanisini veriyor insana. (...)”

    (bkz: yusuf atilgan) (bkz: 1973)
  • --- spoiler ---
    edebi yetkinlik ve düşünsel derinlik bakımından mükemmel denebilecek kalitede yazılmış bir intihar sahnesiyle sonlanan kült kitaptır.

    "... yüzünü buruşturdu. sağdı daha, herşey elindeydi ipi boynundan çıkarabilir, bir süre daha bekleyebilir, kaçabilir, karakola gidebilir, konağı yakabilirdi. dayanılacak gibi değildi bu özgürlük. ayaklarıyla masayı itip aşağıya yuvarladı; bir boşluğa düşerken durdu. gözleri, ağzı açık, bacakları gerilerek, çırpınarak sallanırken kollarını kaldırıp başının üstünden ipi tutmaya uğraştı. (ne oldu? yapmayı unuttuğu birşeyi mi anımsadı birden? ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, herşeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? yoksa bilnçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?) ..."
    --- spoiler ---
  • yalnızlık-yabancılaşma gibi bir temayı bilinç akışı yöntemiyle aktarması itibariyle daha baştan turnayı gözünden vurmuş bir romandır. yusuf atılgan bilinç akışı olayının bokunu çıkarmaz, hesaplı kullanır.

    gecikmeli ankara treniyle gelen kadın* neden zebercet'in iç dengelerini bu denli alt üst eder? çün ki, zeber'in üst kattaki odası bilinci, alt katta kadının kısa bir süre kaldığı oda ise bilinçaltıdır* kadın zebercet'in bilinçaltını kurcalar ve gerek oedipus, gerekse bastırılmış eşcinsellik üste çıkar, adamın fikrine ve eylemine sızar. artık bilinci alt üst olmuş ve kendisi için hayati olan rutini yerle bir olmuştur. bilinçaltından çıkan, sevdiğine kavuşamayıp kendi ipini çeken faruk'un anısı, zebercet'in gerçeğine, sonuna ilişir.
  • 1963 sonbaharı'nda, manisa'da geçenleri anlatan enfes roman.

    (zebercet, tolgahan ve dans grubu ve undersampled insan'ın uyarılarıyla manisa bilgisi eklendi. kendilerine teşekkür ederim.)

    --- spoiler ---

    kitap, otel civârının betimlenmesiyle başlıyor. başlangıçtan îtibâren, yunan işgâli’ne ve büyük yangın’a karşı, kasaba halkının hiçbir şey yapmadığını, evlerini terkedemeyecek olanları geride bırakmak ve bölgedeki evlerin, dükkanların düşman tarafından kolaylıkla yakılıp yağmalanması pahasına, kaçabilen herkesin dağlara kaçtığını vurguluyor. yazara göre; anayurt oteli ismi bile bu utanç verici mâziyi örtmek için konulan bir yurtsever kılıf. hayat delikleri kapatmaya çalışmakla geçiyor.

    yazar bu direnememe meselesine kafayı takmış ve direniş olmadığı fikrini aşılıyor, ki aydın'dan ötesini savunmak yâhut orada gerilla hareketi örgütlemek mümkün olmadı. ilk aşamada kuvây-ı milliye'nin tutabildiği hat, yaklaşık olarak, sarıkemer-aydın-ödemiş-akhisar-soma-kozluca-ayvalık bölgelerinden geçiyordu.

    zebercet, otelin hem idaresinden, hem de karşılamasından sorumlu kişi. 162 santimetre boyunda, 57 kilogram ağırlığa sâhip. sona doğru ayyuka çıkan napolyon kompleksi'nin kökleri burada. prematüre doğmuş ve cılız kalmış. "bu inci kutusuna sığar, ismi zebercet olsun." demişler.

    hep uyumlu olmaya çalışmak, kendisine söylenen ve yapılanları sîneye çekmek zorunda kalmış. içten içe, içinde bulunduğu durumu güçsüz olmakla, güçsüz olmayı da domine edilmekle bir tutmuş.

    öyle ki, hayat rutinini bozduğu, farklı kişiler ve arzular için kabuğunu kırdıktan sonra, yıllardır cinsel ilişki yaşadığı zeynep'le birlikte olamadığını, sertleşemediğini görüyor. kabuğu kırıldığı için, içindeki bastırılmış dürtüler ve kendi olamama hâli, iktidarsızlığın kızgınlığına ve şiddete mahal veriyor.

    kabuk kırmak, tehlikeli durumlara sebep olabilir. kabuk; insanların, kendi zaaflarını örtmeleri için alışkanlıklar, değerler ve düşüncelerle örülür. ankara treniyle otele gelen kadın ve aynı kadının civar köylerden birine uğradıktan sonra geri döneceğini beklerken aklından geçenler, zebercet'in kabuğuna ilk büyük darbe oluyor.

    refik çavuş ve fatihli lakaplı askerlerin, gece yarısı yatağının yanına gelip, kendi penisini terlikle dürtmelerine ses çıkaramamış. askerliğini yüzbaşı'nın emireri olarak yapmış ve kendisini yüzbaşı'nın evindeki bir ortalıkçı kadın gibi hatırlıyor. askerliği sırasında gittiği genelevdeki fâhişeyi değil, kendisini karşılayan seyrek dişli yaşlı kadını hatırlıyor. horoz dövüşü izlerken gördüğü, konuştuğu, temâs ettiği ve birlikte film seyrettiği uzun kirpikli genci arzuluyor. gencin kirpikleri ona, ankara'dan gelen kadını hatırlatmış olabilir.

    ortalıkçı kadını dayısı otel'e getirmiş. kıza küçüklükten beri onlar bakmışlar, 17'sine kadar. kim bilir nasıl bakmışlardır. 17'sinde gerdekte bakire olmadığı ortaya çıkınca, dayı-yenge bir olup dövmüşler. ortalıkçı kadının ismi zeynep. zeynep'i ikinci kocaya verdikleri zaman da geri yollamışlar. çok uyuyor demişler. dayısı da uyurken kendisinden faydalanmıştır muhakkak. zeynep'in oteldeki aylığına da dayısı yaşadığı müddetçe konmuş.

    zeynep'in durumu çok ilginç. ruhu ve bedeni yağmalanan biri olmuş büyüdükçe. daha önce, kısır olan kadınların, târih boyunca ne durumlara düşebileceğini düşünmemiştim. zeynep sâyesinde o kadınları anlayabildim. zeynep, bu yağma durumuna o kadar alışmış ki, zebercet onun odasına on yıl boyunca ilk defâ girmediğinde durumu çok garipsiyor. resepsiyona indiğinde ona bir süre bakakalıyor. bu durum zeynep'in, erkeklerle cinsel ilişki yaşamaya alışık olduğunu, onların cinselliğe dayanan davranış değişikliklerini rahatlıkla sezebildiğini gösteriyor. kendisiyle cinsel ilişkiye giren ve memelerini ısıran zebercet'e, uykuluymuşcasına "of, köpek." türünden hakâretler ederken, cinselliği sunan biri olduğunu bilmenin rahatlığı içerisinde. yatak hâricinde güçsüz, kısır, toplumdan dışlanmış, istenmeyen bir kadındı. bundan ötürü, sâdece yatakta kendisi olabiliyordu.

    târih boyunca, kısır olduğu anlaşılan kadınların çoğu fuhuş için kullanılmıştır muhtemelen. çünkü, bu kişiler, kısır oldukları anlaşıldığı anda toplumdan dışlanmış olurlar, hem de hâmile olamayacakları için fuhuş açısından avantajlıdırlar. belki de kökleri sümer'e dayanan ve cinsellik sunan tapınak fahişelerinin en iyileri, en sevilenleri, kısır olanlarıydı. yâhut kısır olanlar; en çok zarar gören ve en kısa ömürlü olan fahişelerdi, sarih hastalıklardan ötürü.

    zebercet, polis memuru emekli subay mahmut görgü'yü sormak için otele geldiğinde devletin çarklarının, beceriksizce boşa döndüğünü anlıyor. kendisinin hazırladığı ve kalanlar hakkında bilgi veren fişleri, gazeteciyle karakola yollarmış ama bunların bir köşeye atılıp incelenmediğini anlayınca, kendisini ufak bir parçası sandığı düzenin aslında ortada olmadığını farkediyor. bu iş, hayât rutininin bir parçasıydı ve yıllardır boşuna çalıştığını bilmek ve kandırıldığını hissetmek, onu bir adım daha intihara yaklaştırmıştır tahmin ediyorum.

    kitapta bana garip gelen bir olay yaşanıyor. zebercet kucağında paketlerle karşı karşıya geçeceği sırada bir araba ânî frenle duruyor. şoför, zebercet ve olaya tanık olan etraftaki kişiler gülümsüyor. bu kısmı birkaç kere tekrar okudum. rüyâ emâreleri aradım. çünkü rüyâlarda görülebilecek bir sürreal durumdu. sanırım bugünün insanı olmamla alâkalı bu durum. bu olayda gergin, sinirli, bağıran insan görmediğim için ilginç geldi bana. bundan rahatsız oldum.

    çoğunlukla farkında olmadığımız, hayatımızı şekillendiren bilinçsizce düşündüklerimizi ve bunların birbirlerini izlemesini, birbirleriyle karışmasını çok iyi ifade etmiş. buna bilinç akışı da deniyor. bu bilinçsiz fikirleri birbirlerine bağlamak için kimi zaman kelimeleri kullanmış, bazense kelimeler birbirine karışmış. sanki karakterin beyninin bilinçdışı faaliyetleri bir kurbağaymış da fikirden fikre atlamasını her an tâkip etmiş. hiçbir noktalama işâreti kullanmamış, çünkü kendi kendimize farkında olmadan düşündüğümüzde noktalama işâreti kullanmayız. kelimeler aklımızdan hızlıca geçer ve birbirlerini tâkip ederek ortadan kaybolurlar. zihnimizde izleri kalır.

    özellikle, kendisine maşatlık taşı diyen kestaneciye neler yapmak istediğini ve ortalıkçı kadın zeynep'in cesedini ortadan kaldırmayı düşünürken, bilinç akışının kitaptaki en iyi örneğini okuyabiliyorsunuz. bir kısmını aşağıda göreceksiniz.

    alıntı

    "...maşatlığa gömerler seni
    geberince ardından bir çiftetelli oynar karın
    bir kadın sessiz çok uyurdu gaz ocağı patlamıştır
    mangalına bir tekme atılır kestaneler ateşler yayılır
    tavanarasına gaz döküp odasına gaz döküp bir kibrit
    fırlayıp üstüme atılır
    başkaları karışır gene sorgular polisler savcı yangında sen neredeydin kokuyu duymadın mı yatıyordum
    yere yıkıp boğazıma sarılır
    geceyse yalımı gündüzse dumanı bir gören olur yangın vaaar
    bile kadını köyden bir yakını ararsa polise giderse ararlarsa bakkal tanıklık edebilir dayısı öldüğü için köyüne gittiğini söyledi bana der başka yere gitmiş demek öyle mi koltuk altlarına kızgın kestane koyun tırnak çakısını saplamak için arkasından yaklaşırken birden dönebilir
    sorgular duruşmalar yirmi sekiz kasıma bırakıldı yirmi sekiz kasıma demek tuhaf uzatırlar bir anlamı var mı yargıç bana söylüyordu sanki götürün şunları
    kestanelere bir avuç kum atılabilir kumu domuz deresinden alırız
    domuza benziyorsun sen
    eşeğe
    öküze
    ineğe
    katıra
    maymuna..."

    alıntı

    kitabın başında ve sonlarına doğru değinilen, otelin sokağının başında bulunan, fakat otelin yönünü göstermek yerine, çivisi düştüğü için toprağı gösteren, yeşil üstüne beyaz renkle anayurt oteli yazılmış, ok şeklinde tabela var. zebercet de bu tabelayı, kendisini, tek çıkış yolu olan ölüme yönlendiren bir işâret olarak algılıyor.

    yazar boğmaya düşkün. kitapta değinilen beş boğma-boğulma olayı var. biri zebercet’in zeynep’i, birkaç haftadır hayat rutinini bozmasıyla baş göstermiş ve iktidarsızlığın verdiği öfkeyle vücut bulmuş olan şiddet ihtiyâcıyla, boğarak öldürmesi. bir diğeri, emekli subay mahmut görgü sahte kimliğiyle otelde bir haftaya yakın kalan kişinin, otele gelmeden birkaç hafta önce kızını öldürmesi. üçüncüsü; 19 yaşında olan ve abisi rüstem'in hanımı semra'ya aşık olduğu için kendini uzaktaki evlerinde asan fâruk bey'in intihârı. dördüncüsü; adı geçen faruk bey'le aynı okulda okuyan, karısı ve çocuğunun türbedarlığını yapan adamın, faruk bey'in çekingen fakat nâdiren çok sinirli olduğunu anlatmak için söylediği çocukluk anısı. beşincisiyse; zebercet'in kendini asması.

    zebercet, parktaki yaşlı adama, mahkeme salonunda duyduğu hikâyeleri, kendi hayat hikâyesiymiş gibi anlatıyor. çünkü, zihni ölümün alternatifi olan cezâyı seçmek istiyor ve kendini mahkemedeki zanlıyla bir düşünüyor.

    kezâ, kendini boynundan asmaya çok az bir zaman kala, masanın üzerindeyken ve hazırladığı çamaşır ipi ellerindeyken, dışardan fabrika düdüğü, tren ve motor sesleri duyuyor. aslında tüm bu söylediği yalanlar , duyduğu sesler ve hissettiği sarsıntı; zihnin, ölüm kuyusuna düşecek insanı kurtarmak için attığı yardım ipleridir. bu ipleri, ölüm kuyusunun üstünde sallanmışlar tanır. ama zebercet, masayı ayağının altından itene kadar, yardım iplerine tutunacak bir sebep bulamaz.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap