• memleketim.

    geçtiğimiz hafta 4 günümü geçirdim burada. kardeşimin ve babamın evi henüz ayaktayken içerisinden belge, diploma, evrak, fotoğraf albümleri, ziynet eşyası vs. bişeyler kurtarabilir miyiz acaba diyerek döndük kardeşimle birlikte.

    ayrıca hayatta kalan yakın akrabalarımızı, ailemizi de ziyaret edip onlara da yardım edebiliriz diye düşündük. yanımıza ilaç, temiz kıyafetler, arabalarımızın sığdığı kadar içme suyu, bebek bezi, hijyenik ped aldık.

    şehrin içinde vakit geçirmek istemedik; ruh sağlığımızı korumak adına. çadırlarının bulunduğu dikmece köyüne gittik. hava soğuktu. akşam olunca çadırların önünde toplandı bütün aile. çay koydular ateşin üzerine. dedem, dayılarım, teyzelerim, kuzenlerim bütün aile oradaydık. çadırda yaşamanın ne kadar zor olduğunu konuştuk, tuvalet ihtiyacını karşılamanın nasıl bir işkence olduğunu… yardımları, çadırların markasını, en kaliteli çadırın hangisi olduğunu… kaybettiğimiz akrabalarımızla anılarımızı konuştuk. sanki herşey normalmiş gibiydi…

    tam o sırada hafif bir sarsıntı oldu. binlerce artçı sarsıntıdan biri; 3 şiddetinde bile değildi. kardeşimle ayağa kalktık, zaten dışarıda olduğumuz ve üzerimizde sadece gökyüzü olduğu halde ayağa kalkıp kaçış pozisyonuna girdik. kesintisiz yarım saat güldüler halimize.

    şöyle bir geceydi görsel

    farkettim ki, sadece kardeşimle ben üzgündük, sadece bizim gözlerimiz doluyordu sanki. o akşam en mutsuz insanlar biz ikimizdik. oysa birkaç gün sonra başka bir şehire geçip, duşumuzu alıp, yatağımızda uyumaya çalışacaktık. ama onlar bu kıyamet ortamında yaşamaya devam edecekler. su yok, elektrik ara sıra geliyor, hava soğuk, erzak yardımları azalmış… ama bizden mutlulardı sanki. bizden daha umutlulardı. o gece herkes uyudu çadırında. biz uyuyamadık.

    ertesi gün şehrin içinden geçerken, çevre yolu kenarında seyyar bir tatlıcının tezgah açtığını farkettim. yanına gittim. halka tatlı yapmış, vitrine dizmiş, hani şu adanalıların kerhane tatlısı dediklerinden. destek olmak için bir kilo almak istedim. “bir kilo veremem, akşama kadar yenisini pişirmiycem” dedi. peki dedim, 2 tane aldım 50 lira uzattım… hiç parası yokmuş, “para üstü veremem, benden olsun” dedi. “olmaz öyle şey, desteğim olsun, üstü kalsın lütfen” dedim. yüzüme baktı, gülümsedi, alaycı bir tavırla yere çevirdi yüzünü. “canım benim, ben para kazanmak için bunları satmıyorum” dedi ve devam etti “ben artık normal hissetmek istiyorum, eskisi gibi. yoksa parayı ne yapayım, nerede harcayım”

    bir önceki gece ailemin neden bizden daha iyi göründüklerini anlamaya başladım. insanlar depremde öldü, kalanlar ise artık bedenlerinden ziyade zihinlerini koruma çabasında. bir hayatta kalma mekanizması devreye girmiş gibi. herşey depremden öncesi ile aynıymış gibi davranmaya çalışıyor insanlar. kendilerine yalan söylüyorlar ve buna zamanla inanıyorlar gibi. sanki evsiz kalmamışlar, sanki kimse ölmemiş, sanki çamurun içindeki çadırları çok rahatmış gibi.

    bu yıkım öylesine büyük ki, öyle büyük bir acıydı ki, insanların yas tutmaya, üzülmeye güçleri yetmedi, taşıma kapasitelerini aştı, sigortaları yaktı… hayatım boyunca insan doğasına dair daha garip, daha derin bir gözlemde bulunabileceğimi sanmıyorum. bir insan hem ölüm korkusundan sıyrılıp, hem de hayata bu denli tutunma motivasyonuna nasıl sahip olabilir aklım almıyor…

    bugün antakyada yağmur vardı. ödüm kopuyordu yağmurdan. çadırlar su içinde kalır da perişan olurlar diye. akşam üstü dayımı aradım korkarak. sesim titriyordu sorarken, “yağmur çok yağıyor mu” dedim. dayım gülerek cevap verdi,

    “çok ıslandık yeğenim ama en azından tuvalet için biraz su doldurduk bidonlara”

    yeniden kuracağız bu şehri, geri döneceğiz…

    debe edit: 40 gün geçmesine rağmen deprem bölgesindeki insanlarımızın ihtiyaçları hala tamamlanmış değil. onlar hala bir kıyamet filmini yaşarken gündemin değişmemesi adına elimizden geleni yapıyoruz ve yardımları, hizmetleri organize etmeye, ulaştırmaya çalışıyoruz. siz de sözlükteki depremzedelere ve depremi yaşamadığı halde canhıraş çalışan güzel yürekli yazarlara kulak verin ne olur…

    (bkz: #150407389)
    (bkz: #150304206)
    (bkz: #150395884)
    (bkz: #150395880)
    (bkz: #150362358)
    (bkz: depremzedeler is agi)
    (bkz: ekşi sözlük deprem unutturmama timi)
  • acısını ben tarif edemedim. edebilecek olan varsa beri gelsin.
    yıkımını ben anlatamadim. soran herkese yok ne demek biliyor musunuz diyorum. çünkü antakya yok. ayakta duran ve yıkım sirasi gelen binalardan kuvvetli ruzgarda catirdama seslerini duyuyorsunuz.
    her binadan sarkan o perdelerin ucu yüreğimi süpürür gibi acıtıyor. dünyaya perde taksidi ödemeye gelenlere su görüntüyü göstereceksin.
    bir ev gördüm. duvar komple inmiş. çocuk odası olan duvarda hala çocuğun yaptığı resimler var. 1 yaş kutlama fotoğrafları falan. kanıma dokundu. ha dersiniz ki felaket nesi kanına dokundu diye. 200 metre ötede çatlağı olmayan binalar dokundu kanıma.
    arkadaşımın antakya sokaklarını dizlerine vura vura gözyaşları içinde dolaşması, teselli edecek tek cümle kuramamak dokundu kanıma.
    çalıştık cabaladik ama 15 gün işte. yetemedik. yetememek dokundu kanıma.
    sokaklardaki kayıp ilanları dokundu kanıma.
    ben hiç gelmemiş görmemiş biri olarak bazı mahallelerine örneğin armutlu tarafına gitmek dahi istemedim. yüreğim kaldırmadı.
    kadın, erkek, genç yaşlı demeden herkesle kucaklaştım arkadaşlar. yani gelen herkes yelekte yazan başka bir ilin adını görünce kucakladı beni. hosgelmissiniz dedi. ah kardeşim keşke hoş gelseydim. diyemedim. kucakladım. cinsiyet fark etmeksizin herkesin saçlarını oksadim. elimi gördüğüm her hamile kadının karnına koydum. her engelli kardeşimin elini tuttum. yaşlının elini optum. anladım ki insan en çok sarılarak sakinlesiyor. elimden gelse tüm antakya ya sarılmak istedim. yapamadım.
    mevzu önemli değil bir ablamizin bir işinde yardımcı oldum. gorevimdi çünkü. bu yüzden oradaydım. ablanin eğilip elimi öpmeye çalışması dokundu kanıma. (bunu yazarken de yine ağlayarak yaziyorum. )
    gözyaşlarımiz değil kahkahamiz karismaliydi birbirine. olmadı. o abla benim bir daha unutamayacağım bir ders verdi bana. şu katı yüreğim antakya 'da yumuşadı benim. bir adiyaman i bir maraş'ı bir tutmayın. kendine has bir memleket antakya. insanı da öyle. bu sebeple duygusal bir tarafı da var yani. çekiyor insanı içine.

    bence normalleşmesi çok çok zaman alacak. madden ve manen çok ihtiyaç var orada. büyük ihtimal tekrar görev alırız. lakin gitmesem de bende artık yeri çok farklı.
    ben sevdim seni. bence sen de beni. biliyorum antakya yine görüşeceğiz. o zamana kadar kendine iyi bak.
  • nasıl oldu neden oldu bilmiyorum ama insanların kafasında sürekli urfa, diyarbakır ile kültürel olarak özdeşleştirildiğine şahit olduğum minnoş akdeniz ilçesi.

    mevzu benim antakyalı olmam olunca sohbette %99.9 “aaa çok severim ben antakya, urfa, diyarbakır falan” gibi cümleler duyuyorum. kardeşim diyarbakır, urfa evet çok güzel şehirler de allasen antakya ile ne alakası var. yahu bir değil iki değil sürekli böyle oluyor artık ufaktan sinir olmaya başladım. gelin ama neye sinir olduğumu bir örnek üzerinden anlatayım.

    - aaa aşkımsu sen izmirli misiiiiin? ay ben çok severim, izmir, kastamonu, kars falan. en sevdiğim yerlerdir.

    ulan ne alaka kars kastamonu izmir dediniz değil mi? heh antakya, urfa, diyarbakır ne alaka amk diyorum her seferinde.

    antakya’nın doğu anadolu ya da güney doğu anadolu ile yakından uzaktan alakası yok. kültürel olarak da yok idari olarak da yok fiziksel olarak da yok. akdeniz bölgesinde yer alıyor antakya. adana ile de kültürel olarak çok farklı.

    lan düşün düşün sebebini bulamıyorum. neden böyle oldu. kim bu kadar insanı urfa ile antakya kültürünün ayni olduğuna inandırdı bilmiyorum.

    bir de antakya için “ içkili mekan var mı” diye soranı duydum. olm biz şarabı, rakıyı, likörü evde yapıyoruz. şehir şebekesinden rakı akıyor, insanların cep telefonu melodisi tini havaşo sen ne diyon değişik, diyemedim tabii. hi hi var dedim.

    he bir de football manager 2020’de doğum yeri hatay yapınca iç anadolu yazıyor. kendilerini tebrik ediyorum. çığır açmışlar.

    ekleme: şu giriyi yazdıktan sonra bir dolu mesaj aldım. sayısını saymadım ama 50’den fazladır. bunların yaklaşık 40 tanesi sevgi dolu, şakalı, gülmeli, fikir yürütmeli mesajlardı. hepsine tek tek teşekkür edemeyeceğim toptan ediyorum.

    ama yaklaşık 10 tane mesaj var ki... hakaret eden var, aşağılamaya çalışan var, küfür var, laf sokmaya çalışan var. yahu yukarıda yazdıklarımı bir daha okudum. kimi niye kazdırmış olabilir diye ama yok bulamadım. dünya tam bir bok çukuruna dönüşmeye başlıyor. benim yazdığım dandik yazı üzerinden gaza gelip bana sövüp saymış, yetmemiş bütün bir şehrin insanına sövmüş saymış adam. neden? doğum yerim yüzünden. bu bok beyinli insanlara da ayrı ayrı cevap veremeyeceğim. o yüzden toptan cevap vereyim. size acıyorum. sadece size değil etrafınızdakilere de. bir insan bu kadar boş, sevgisiz, nefret dolu olmamalı. yazık. boktan çok da farkınız yok.
  • edit 2: uydurma hikayeyle antakya'yı kötüleme yaptığım iddia ediliyor. yedi ceddim antakyalı, antakya aşığı adamdım. büyük resim görmekten beyniniz portlemis. kudursaniz da cildirsaniz da hakikat bu. insafi kalmadı esnafın. çoğunluğu böyle değil tabi. hala onurlu esnaf vardir elbet. bu arada aşağıdaki entryde bahsettiğim esnaf 50 senelik antakya esnafı. haddinizj bilin

    edit: ülkenin her zaman böyle olduğu söyleniyor. doğrudur. memleket esnafının büyük çoğunluğunun paraya taptığı doğrudur ama bunun depremle alakası olmadığı söyleniyor. işte buna asla katılmıyorum. antakya depremle bozuldu. türkiye'nin hiçbir noktasında 28 sayfa taramaya 500 tl istemezler. sonra 300 tl indirim ve sonra 100 tl'yi kabul etti.
    kombi tamiri için su tesisatçısının sikinin keyfini bir ay bekledik. geldiğinde neredesiniz inşaatlarda daha çok paraya çalışıyorsunuz burada zaman harcamak işinize gelmiyor değil mi dedim. adam pişkin pişkin evet dedi. ona da 1000 tl verdik. vana yeniledi sadece.
    antakya sahipsiz. savunmayı bırakın. sınıfta kaldık. net bir şekilde sınıfta kaldık.

    esas enrty:
    yakalananın sikildiği şehir.

    28 sayfa taramaya 500 tl, bana özel indirim yapıldığı için 300 tl istendi. hayatım boyunca tek bir tl için pazarlık bile yapmadım. çok kaziklandim. her seferinde ulan iyi kazık yedin ha ham it... derdim. ama buna dayanamadım. patladım. temmuz ayında döndüğümden beri aç gözlü fırsatçı insanların varlığına çıldırıp bu esnafa patladım. üstelik normal şartlarda, düzgün makineyle 3 dk. lik işi bir saatte yaptı.

    bir ilanda da günde 12 saatlik işe 15 bin lira veren esnafı da gördüm bugün. 12 saatlik çalışma insan haklarına aykırı. 7 nesildir antakya merkezliyim. midem bulanıyor şehrimin insanlarından. yazıklar olsun bize. hem hükümet, hem muhalefet, hem de yurttaşlar hepimiz sınıfta kaldık. 6 şubat gerçek yüzümüzü ortaya çıkardı.
  • depremin olduğunu, artık bir evimin olmadığını antakya’ya gitme planları yaparken kalacak bir yer bulamadığımda anladım. bu hayatta barınacak yer konusunda en son sıkıntı yaşayacağım yerde artık başkasının evinde konaklarken “size daha fazla rahatsızlık vermeyeyim, artık gideyim” diyen bir misafirim.

    artık tüm anılarım silik, yaz akşamları amanoslardan esen tatlı rüzgarı, tarihi sokakları, selam verdiğim tanıdık yüzler, laf arasına “deprem” sıkıştırmadığımız bol kahkahalı muhabbetlerimiz… artık her şey yavaş yavaş uzaklaşıyor, siliniyor ve kayboluyor. her şeyi yaşadım ama hiçbir şeyi yaşayamamış gibiyim, kötüyüm, üzgünüm ve moralsizim hem de çok.
  • bir süre sonra evimi yıkacaklar ve ben buna hazır mıyım hiç bilmiyorum. benim evim o kadar güzeldi ki. yerde parıl parıl parlayan gri beyaz karoları, tavanda lamine parkeleri vardı. üç katlıydı benim evim, üçüncü kata iki buçuk yıl önce taşınmıştık. her gelen hayran kalırdı. her şeyiyle biz ilgilenmiştik, ağırlık olmasın diye çatı yaptık, gelen işçiler çatıya bağlanan ve benim odamda ve salonda direkleri görünen direkleri görüntü açısından kesebileceklerini söylediler. babam tereddütsüz hayır cevabını verdi. ben de tüm o direkleri boyayıp güzel hale getirdim. biz üçüncü kata taşınmadan önce binayı sağlamlaştırmak için aylarca uğraştı. babam sayesinde evimiz başımıza yıkılmadı. ben biliyordum ama babam, bir gün çok büyük bir deprem olursa evimizin yıkılmayacağını. evimizde uyandığım ilk sabah anneme "anneeeee, burası dağ evi gibiiiiiii, harikaaaa." diye sevinçle çığlık atmıştım. cam balkonlu terasımız vardı, cam balkonu gören herkes "ay çok zor olmuyor mu bunları silmek?" diye sorduğunda annemle birbirimize bakar, aynı anda "yooo, daha kolay hatta, açılabiliyor bunlar." diyip kıkırdardık. camın hemen yanında bir kanepe vardı. kışları terasa kuruyorduk sobamızı. sobadaki odunların takırdama seslerini dinleyerek, camdan gökyüzünü izleyerek uyurdum ben her gece. terasa açılan bir mutfağımız vardı. bulaşık yıkarken penceresinden incir'i, attun'u, tarçın'ı ve diğer bütün kedilerimi izleyip seslenirdim. yukarı bakarlar ve hızla kapıya doğru koşu başlardı. aşağıya indiğim gibi yirmisi de orada olurdu, sesimi duymayanlar diğer kedilerin koştuğunu görünce kapıda biterdi hemen. miyavlamalar eşliğinde mama koyardım önlerine, hayranlıkla nasıl yediklerini seyrederdim. bahçemiz vardı küçük. patlıcan, domates, biber, pazı, roka, zahter, fesleğen yetiştirirdik, bahçe kapısı aralandığı gibi kedi misafirlerimiz girerdi. gölgelik bir alan bulup altında uzanırlar, bizi izlerlerdi. kavurucu yaz sıcaklarında da suladığımız toprağın üstüne yatıp keyif çıkartırlardı. incir hanım prenses olduğu için diğer kedilerle asla yemek yemezdi, benimle üçüncü kata çıkar, özel kabında yemeğini yerdi. hatta bazen ben evdeyken annem kapıdan bana "bir misafirimiz varrrrr." diye seslenirdi bana.
    sokağın başından evime gidene kadar on beş kişiye selam verirdim, bazen komşularımız bahçelerinde oturup dedikodu yaparlarken "oooo hanımlarrrrr, nabersiniz bakalım?" diye takılırdım onlarla. güzel bir yemek piştiği zaman evlerde birbirimize bir tabak götürürdük. kek yapacağız kabartma tozu mu bitmiş evde? bir koşu karşı komşuma gider oradan alırdım.
    bahçede mangalımızı yakar, patlıcan, biber, domatesleri közlerdik. közlenince bir yandan onları soyup doğrardık, bir çırpıda abagannucu yapardık etler pişerken. ilk kedi beslemeye başladığımız zamanlar ben et vermek isteyince kızan anne, babam her mangal yaptığımızda her birine bir iki parça verir, yemekten sonra yemeklerinden kısar, "arttı bunlar yaaaaaa. çocuklara verelim." bahanesiyle hemen aşağıya inip yedirirlerdi. her sıkıldığımızda eski antakya sokaklarını gezer, kafelerden gelen "habbaitak be el saif"i dinlerdik. habbaitak be el saif, habbaitak be el sheti mtake. ben lisedeyken sade diye bir kafe vardı, okuldan kaçar kendi yaptıkları buzlu çaylarını içmeye giderdik sadeye. oranın sahibi abi bir ara yanımıza gelmiş ve ilişkilerle ilgili hala hatırladığım bir konuşma yapmıştı. bir ara bade şarap evi'nde iki buçuk saatlik çalışma deneyimim olmuştu, gülmeyin lütfen. evet iki buçuk saatlik. ama yıl 2018 ve iki buçuk saate yirmi tl vermişlerdi. bir heyecanla eve gidip kumbarama koymuştum. bir sonbahar akşamı eski sevgilimle el ele antakya'yı karış karış gezmiştik. her cuma dershane çıkışı keyfo'ya gider acılı, yeşil süs biberli tavuk dürümümü yer, kendi yaptıkları mayonezi direkt ağzıma sıkmamak için büyük savaş verirdim. her kuzenlerimle acaba döver'e kahvaltıya mı gitsek lafını duyan halam "yeşim'in yeri daha iyi, çok lezzetli." diyip bizi o parayı koymaktan vazgeçirtir, kendi hazırladığı kahvaltıyı yedirirdi bize. yaz geceleri bizim evin salonunda iki kocaman masa açardık, tüm aileyi çağırıp ziyafet çekerdik. humusları, taratorları, abagannucları açar, kebapları masaya dizerdik. boğma rakıları kadehlere doldurup aynı anda kaldırır içerdik.
    en yakın arkadaşımla saray caddesini gezdiğimizde "abdo daha iyi kanka." lafıma karşın "saçmalama, çağlayan daha güzel tabii ki." lafını duyardım. normalde abdo'cu olan annem bir gün "kızım çağlayan daha güzel galiba ya, eti daha fazla koyuyorlar." demesiyle o ihaneti iliklerime kadar hissetmiştim ehe :) öğrenciyiz tabii, kitap fiyatları da malum, tüm öğretim yılı boyunca sayar fotokopi'nin önündeki sıralarla geçerdi günlerimiz. bazen cemil meriç kütüphanesinde sabaha kadar ders çalışırız diye kendimizi gaza getirip maximum saat gece ikiye kadar çalışır sonra da sabahı getirene kadar canımız çıkardı, ilk gelen dolmuşla evlere dağılırdık. antakya anadolu lisesinde okudum ben. çok farklıydı benim okulum. sınıftan çıktığın an direkt dışarıya çıkmış olurdun. koridorlar dışarıya açılırdı, kapalı değildi. avlumuz vardı, evet, eski hapishaneydi ama yeter artık bunu duymak istemiyorum. bir ara sınıfa boğma rakı getirmiş, gizlice içmiştik ahaha:) eğer kendimizi ödüllendirmek istiyorsak la mistik'e giderdik, güzel atmosferiyle ruhumuz, yemekleriyle de midemiz doyardı. yazın kavurucu sıcaklarında canımız künefeden çok haytalı çekerdi, eski antakya'dan girip affan'a çıkardık. arka bahçede soğuk haytalılarımızı yerdik. haytalı asla bici bici değildir, bu arada. antakya'ya gelen herkesin ruhu da midesi de çok iyi doyardı. vakıflı köyü'ne gider (türkiye'deki tek ermeni köyü) sanki önceden onlarca kez okumamış gibi musa ağacının hikayesini okur, bumbuz suyuyla ferahlardık. kiliseleri gezer, ezan sesiyle çan sesinin aynı anda sesini duyardık. düğünlerde çok iyi bilirdik eğlenmesini. arapça şarkılar vazgeçilmezimiz olurdu, kokteylli düğünlerde kendi yaptıkları bir litrelik boğma rakıyı koyarlardı her masaya. sandığınız gibi sarhoş olmazdı kimse, zaten hep içildiği için herkes bilirdi içmenin adabını.
    evi temizlerken dinlemek için oluşturduğum bir playlistim vardı. evimi süpürür, antakya kahvemizi yapar, süvari bardaklara doldurur, playlistimi açıp evi silmeye başlardım. normalde on beş dakikada silinebilecek evi keyifle, dans ede ede yarım saatte silerdim. bazı yaz geceleri kulaklığı takıp sahnedeymiş ve bir ünlü bir şarkıcıymış gibi dans ederdim. bazen de salondaki l koltuğumda sabaha kadar dizi izler, günün aydınlanmasını yavaş yavaş içeri giren ışık huzmeleriyle anlardım. biri bize kahvaltıya mı gelecek? zeytin salatamızı, çökeleklerimizi, humusumuzu, bahçeden kopardığımız domates, biber, rokalarla donatırdık. tüm yaz kuzenlerimle sabaha kadar oyun oynardık, sohbet eder, özlemimizi giderirdik. hatta deprem olduğu gün bizde toplanmış, gece ikide antakya köftesi sipariş etmiştik. notlarımda hala en son; 1 normal az acılı, 1 kaşarlı acısız, 1 normal acısız mayonezsiz, 1 kaşarlı acısız, 1 sadece kaşarlı yazıyor. meğerse o gece evdeki son yemeğimizmiş. onlar depremden on dakika önce evlerine gitmişti, ben de tam uyumaya giderken yakalanmıştım depreme. on dakika önce haykıra haykıra gülen kuzenim elinde kanla bağırarak ağlıyordu. on dakika önce oyun oynayan biz ölümü bekliyorduk. on dakika önce deli mutlu olan biz sağanak yağmurda bağıra çağıra ıslanıyorduk. eğer bir eviniz varsa onu çok sevin olur mu? temizlik yapmaya çok üşendiğiniz evlerinizi bıkıp usanmadan keyif ala ala temizleyin. güzel mutfaklarınızda güzel yemeklerinizi pişirin. mahallenizi sevin, sokak hayvanlarını besleyin. çünkü evsiz ve memleketsiz kalırsanız bu kadar basit şeyleri yapamadığınız için bile çok acı çekiyorsunuz. bir eviniz, bir memleketiniz olduğu için, tüm anılarınız yıkık binalar altında kalmadığı için, memleketiniz tanınmaz halde olmadığı ve kokmadığı için, memleket neresi diye sorulunca antakya cevabını duyulunca "geçmiş olsun, antakya dümdüz olmuş." cümlelerini duymadığınız için, artık işe yaramayacağını bildiğiniz halde cüzdanınızdan çıkaramadığınız bir anahtarınız olmadığı için, biri "eve gidiyorum." diyince kalbinize bir ağrı saplanmadığı için, bayramlarda, tatillerde dönebileceğiniz bir memleketiniz olduğu için, gece boyunca deprem rüyaları görmediğiniz için çok şanslısınız. bütün bunları yaşayan, evsiz kalan bizler için bunların değerini bilin olur mu?
    antakya başka hiçbir yer gibi değildi. antakya dışına çıkmadan önce hiç arap, türk, sünni, alevi, ermeni, yahudi, hristiyan ayrımı görmedim ben. biz hep kardeşçe yaşadık. antakya çok kez yerle bir oldu, tekrar inşa ettiler. bu kez de biz tekrar inşa edeceğiz antakya'yı. bu ne memleket sevdası diyorsanız hiç antakya'da bulunmamışsınız demektir, biz çok şanslıyız buralı olduğumuz için. çünkü bizlere başka şehirlerdeki altın tepside tüm güzellikleri sunsanız da biz antakya'mızdan vazgeçmeyiz.

    edit: bunlar da güzel çocuklarımız;

    yemek yerlerken part 1

    yemek yerlerken part 2

    yemek yerlerken part 3

    bir adet tatliş

    attun

    incir

    sonradan kaybolan kedim karamel
    edit 2: mesaj atan herkese buradan da teşekkür etmek istedim. hepimize geçmiş olsun. ayrıca bir sürü mesajda bu yazdıklarımın antakyalı olan herkesin hayatından bir parça olduğunu anlamış oldum ve bu beni çok mutlu etti. antakya'yı 8. kez biz inşa edeceğiz :)
  • yardımlaşma çağrıları yapan arkadaşların yazılarını okuyorum. duyarlılığınız için çok teşekkür ederim. burada yardıma muhtaç çok insan var gerçekten, ve bu insanlar ilk hafta açlıktan ve soğuktan ölmediyse sizin gibi güzel insanların çabası sayesindedir.
    ama artık buradaki durum vatandaşların toplaşıp yardım yapabileceği boyutta değil, devlet elinin değmesi lazım.
    bugün toki çekiliş kuraları yapıldı ve defne ilçesinde 200 "şanslı" kişi konut sahibi olmaya hak kazandı. 200 kişi ha. yüz bin kişinin evsiz kaldığı ilçede iki yüz kişi. ve konutların ne zaman biteceği belli değil. üstüne üstlük bunların parası talihlilerden çatır çatır alınacak. talihlilere "20 yıl taksitle" verilecekmiş. taksitler de tabi ki sabit değil, memur maaş zammına göre 6 ayda bir taksitler güncellenecek.
    sonra akşam haberlerinde "depremzedeler evlerine kavuştu" haberleri çıkar. millet de gerçek sanıyor. depremzedeyle dalga geçmeye devam.
  • geçen yıl bu zamanlar güzelliğine doyamazdık. her yer ışıl ışıl olurdu. noel kutlamaları ve yılbaşı ağaçları sayesinde o güzel sokakları daha bir güzel olurdu. sümerler'de yürüyüş yaparken evlerin içine kurulu yılbaşı ağaçları görürdük. ağırlıklı müslüman nüfusu olmasına rağmen atatürk parkındaki çam ağaçlarını bile süslerlerdi. insanların hiç barbarlık yaptığını görmedim buna karşı. herkes keyfini çıkarırdı o halinin. kurtuluştaki tatlış tarihi binaların o küçük yılbaşı süslemelerini de, kiliselere kurulan ağaçların güzelliğini de, ortodoks kilisesinin süslenmiş hazırlanmış halini de asla unutmam... hatta bir akşam yürüyüşünde hazırlıklara denk gelmiş çalışan abiyle sohbet etmiştim... antakya'da aralık, hep içimde ukte kalacak artık.
  • debe editi: madem birileri buraya bakıyor, borç bilirim antakyalınin konuya bakışını. şehirde konuya ilişkin birkaç sayfadan gelen yorumların görsellerini en alta bırakıyorum. gerisi şerefinize kalmış.

    tepesinde dolaşan helikopterlere anlam veremediğim canım şehrim.

    bir s.ke yaramazsiniz. insanlar öğle sıcağında derneklerin vereceği kuru ekmek ve pilav için saatlerce sıra bekler. +40 sicaklarda böcekler yılanlar sinekler içinde çadırlarda çoluk çocuk yaşamaya çalışır. evinden birkaç hafta uzak kalan herkesin malı mülkü yağmalanır, çalınır. üst komşu çocukları her gün koştuğu için günde yirmi kalp krizi tehlikesi geçiriyoruz biz (ki şanslıyız hâlâ komşumuz var) s.ktigimin helikopterleri bizi korumuyor, malımızı korumuyor yirmi dakikada bir kalp krizi geçirtiyor binayı sallayıp saatlerdir.

    cidden gölge etmeyin başka ihsan istemez ulan. yüreğimiz kaldırmıyor. saat başı bir yerlerde dinamit patlıyor. tozdan asbestten göz gözü görmüyor. bırakın bir sonraki depreme kadar hayatta kalalım. ölüm belgesinde kalp krizi yazmasın bari onca şeyden sağ çıktıktan sonra.
    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel

    görsel
  • şimdi depremin yıl dönümünü bekleyen yazılar gelmeden yazayım. bu dönemin de sorunu bu işte..

    antakya, depremin yerle bir ettiği şehir. bazı şehirlerde nadiren gördüğüm yardımlaşma ve misafirperverliği burada gördüm ben. yaşım 7-8 civarıyken, annemle yürüdüğümüz armutlu mahallesi sokaklarındaki insanların ne kadar misafir canlısı olduğunu hatırlıyorum.

    çok susamıştım, tuvaletim gelmişti, anneme yakınıyordum. daha eve 1 saatlik yolumuz vardı. balkonda oturup bunu duyan teyzeler gelin buyrun diyerek evine davet etmişti bizi. mahalleden geçen insanlara tanrı misafiri gözüyle bakıyorlardı. kendimi çok güvende ve rahat hissederdim antakya'da. o zamanlar yaşadığımız diğer şehirlerde bu yoktu. (isim vermeyeceğim).
    diğer şehirlerdeki insanlarda, size bir iyilik yaptığı zaman bir isteksizlik sezerdim. çocuk aklıyla sebebini anlamazsınız ama hissedersiniz. bunu herkes yaşamıştır.

    deprem sonrası armutlu mahallesini gidip gördüm, gündüz caddesinden geçtik arabayla. mahalle tam olarak yok olmuş. hiçbir apartman kalmamış. bomboş bir arazinin içinden geçtik. o kadar yıkım var ki, birkaç mahalle ötesini görebiliyorsunuz, sanki yerleşim yeri değil de çok uzaklarda bir köymüş gibi. şimdi o güzel insanlar büyük ihtimalle toprak altındalar, şanslı olanların bir mezar taşı var..

    depremin oradaki tarihi yapıları tahrip etmesi, kentin dokusunu bozması tabii ki çok üzücü, ama beni en çok üzen şey bu güzel insanların çaresizce aramızdan ayrılmaları ve bir daha böyle mahalleleri ve böyle insanları göremeyecek olmamız.
hesabın var mı? giriş yap